Ağız tadı...

Tarihle hesaplaşmakHer imparatorluk gibi, bizimki de çok uluslu, çok kültürlü ve bunlardan gelen bir özellik olarak, çok renkli bir imparatorluktu. Türk mutfağı, iddia edildiği gibi dünyanın önde gelen mutfaklarından biriyse, bunda imparatorluğun sözkonusu özelliğinin çok büyük bir payı var. Arabistan'ın baharları, İran'ın Selçuklular'dan başlayarak bir ölçüde devraldığımız saray mutfağı geleneği, Balkanların unutulmaz hamurişleri, Ege'nin zeytinyağlı yemekleri, Ermenilerin dolmaları ve aşuresi ve daha nicesi Türk süzgecinden geçirilerek yeniden biçimlendi. Haber birkaç gün önce Hürriyet'te çıktı. Ders kitaplarındaki ‘‘ayrılıkçı’’ unsurlar temizlenecekmiş. Bu arada Çerkez Ethem'in tarih kitaplarındaki adı ‘‘Ethem Bey’’e çevrilecekmiş. Aslında haberde başka isimler de zikrediliyordu ama şimdi onların adlarını unuttum. Acaba ‘‘Laz İsmail’’ bunlar arasında var mıydı? Atlanmışsa ben ihbar etmiş olayım!Besbelli jakoben cumhuriyetçilerin bir Türkleştirme politikası ile daha karşı karşıyayız. Strateji doğru ve yerindedir. Her türlü aykırılığa karşı alınacak tedbirler polisiye olamaz. Olursa da, son zamanlarda denendiği gibi tutmaz. Bir yerlerden patlak verir. Doğrusu, cumhuriyetin ilk yıllarında yapıldığı gibi, ordunun ve polisin yerine irfan ordusunu koymaktır. İlk ikisinin siyasi görevi böylece hafifler. George Orwell'ın ‘‘Yeni Dünya’’ (The Brave New World) adlı kitabını okumuş olanlar, ‘‘kuluçkalama ve şartlandırma merkezleri’’nden yetişen bireylerin ne kadar kuzu olduğunu bilir. Aykırı sesler böylece kesilir. Toplumsal huzursuzluk olmaz. Avrupa'nın ve Amerika'nın kınayacağı gereksiz gürültüler kopmaz.SİNYAL MÜZİĞİNİN ANLAMIAnnem cumhuriyet döneminin ilk kuşaklarındandı. Bir cumhuriyet öğretmeni olarak Anadolu'ya ışık götürmenin belki de en önemli varlık nedeni olduğunu düşünüyordu. Hayatı boyunca da ne bu görüşünden, ne de cumhuriyetin değerlerinden en ufak bir taviz verdi. Bu yaştan sonra da değişeceğini hiç sanmam. O kuşakların inancı ister istemez bize de aktarıldı. Çocukluğumdan aklımda kalan ilk anı, sabahları açılan Ankara radyosunun sinyal müziğidir. Radyo o zamanlar yalnız sabah saatinde açılırdı. Başka zaman bizim evde dinlendiğini ben bilmem. Sinyal müziğinin anlamı ‘‘kalk’’ idi. Çünkü müziğin hemen ardından İstiklal Marşı çalınır ve spiker programı okurdu. Annem, bir gün bile şaşmadan İstiklal Marşı çalınmadan hemen önce kızkardeşimle paylaştığımız odaya gelirdi. İstiklal Marşı çalınırken sıkıysa yatakta olalım! Daha ilk notayla birlikte eğer kazara yataktaysak, ayağa fırlar ve biri altı, diğeri dört yaşındaki iki çocuk sonuna kadar hazırolda beklerdik. Sonra akarsuyun bulunduğu zemin kata dar bir merdivenden inerdik. Önde annem, arkasında ben, benim arkamda da kızkardeşim. Bu sırada ‘‘Çelik gibi kollar, tunçtan ayaklar / Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?’’ marşını söylerdik. Tam bu mısradan sonra annem susar ve kızkardeşimle ben, marşa devam ederek ve o incecik çocuk sesimize bir azamet katmaya çalışarak ve ciğerlerimizi yırtarcasına ‘‘Türk yılmaz, Türk yılmaz; Cihan yıkılsa Türk yılmaz!’’ diye bağırırdık.O yılların izleri üzerimden hiç silinmedi. Mehmet Akif'i edebiyat dünyamızın en önemli şairleri arasına koyduğumu söylersem riyakarlık yapmış olurum. Ama bugün bile Akif'in Çanakkale şehitlerinin anısına yazdığı şiiri okurken kendimi tutamadan ağlarım. Hem niye tutayım? Gözyaşlarım bizler için canını vermiş o insanlara verebileceğim en değersiz armağan değil mi? Sonra Akif'in o inanmışlıkla dolu dürüstlüğünü aradan bunca yıl geçtikten sonra bile bütün toplumca hâlâ aramıyor muyuz?ÇOK KÜLTÜR, ÇOK RENKBütün bunlar geçerli olmakla birlikte, cumhuriyetçilerin o yıllardaki ‘‘Türkleştirme’’ siyasetlerini bugün anlamama yetmiyor. Ziya Gökalp'in hoşgörü dolu ve toplumun tümünü kucaklayan kültür politikasının gerisinde kalınmış olmasını açıkçası esefle karşılıyorum. Biz, tarihi şartlar ne olursa olsn, büyük bir imparatorluğun mirasçılarıyız. Hataları ve günahları ile o geçmişi devraldık. Biz aksini söylesek bile, dünyayı buna inandırmak çok güç, açıkcası imkansız. Geçmişimizle böyle hesap kesmemize en azından onlar izin vermiyor. Üstelik bu hesaplaşmanın bizim açımızdan kolay olduğu da söylenemez. Batılıların bizi çok kaşıdığını inkar etmiyorum. Lozan görüşmeleri sırasında mali konulardan çok adli konuların tartışılmış olması bunun bir örneği. Lozan zabıtlarını okuyanlar, Batılı güçlerin ‘‘azınlıkar’’ın ayrı bir statüye sahip olması için çok çalıştığını bilir. Türk delegasyonundan Dr. Rıza Nur ise anılarında, yalnız kendisinin değil, neredeyse çok geniş bir aydın kesiminin duygularını, Batılı baskıları uzun uzadıya naklettikten sonra şöyle dile getirir: ‘‘Bunun dersi: Vatanımızda başka ırkta, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en âdil, en hayati iştir. Bu sebepledir ki, ben zaten Türkçülüğü şiddetli Türk Nasyonalistliğine çok yıllardan beri dökülmüştüm.... Bu sebepledir ki, Çerkez, Arnavut ilh. köylerini dağıtıp, bunları Türkler ile karışık olarak yerleştirmek en birinci histir.’’Cumhuriyetçiler, o yıllarda bu ruh hali ile Rıza Nur'un rüyasını gerçekleştirdiler. Hem de, suçu sonradan Nazizmin rüzgarlarına bağlanan bir şiddette. Ahmet Emin Yalman'ın 1937'de yukarıdan aldığı bir emirle başlattığı ‘‘Vatandaş Türkçe Konuş’’ kampanyalarının masumiyeti kimseyi kandırmasın. 4 Haziran 1932 günü T.B.M.M.'nin kabul ettiği 2007 sayılı kanunu okuyun. ‘‘Türkiye'de Türk vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun’’un birinci maddesi ayak satıcılığından berberliğe; şoförlük ve muavinliğinden alelumum amelileğe; bekçilik, kapıcılık ve otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansing ve barlarda kadın ve erkek hizmetçiliğe kadar neleri Türk vatandaşlarına mahsus kabul etmiş görün bir. Daha fecisi Varlık Vergisi, ama onu anlatmaya ne yerim ne de ruh halim müsait.Her imparatorluk gibi, bizimki de çok uluslu, çok kültürlü ve bunlardan gelen bir özellik olarak, çok renkli bir imparatorluktu. Türk mutfağı, iddia edildiği gibi dünyanın önde gelen mutfaklarından biriyse, bunda imparatorluğun sözkonusu özelliğinin çok büyük bir payı var. Arabistan'ın baharları, İran'ın Selçuklular'dan başlayarak bir ölçüde devraldığımız saray mutfağı geleneği, Balkanların unutulmaz hamurişleri, Ege'nin zeytinyağlı yemekleri, Ermenilerin dolmaları ve aşuresi ve daha nicesi Türk süzgecinden geçirilerek yeniden biçimlendi. Hepsi o kadar Türk oldu ki, ödünç alındıkları eyaletlerdeki orijinalleri bile artık tanınmaz bir hale geldi. LİKORİNOS DİYE BİR MEZEGeçen yıl bir İstanbullu Rum kokonası -yani hanımefendisi- Loksandra'nın anılarını nakletmiştim. Loksandra, yıllar sonra Atina'ya gittiğinde Rum kökenli yemeklere bile şaşar kalır. ‘‘Nasıl bir taşra kentidir bu Atina, yemekleri ne kadar sıradandır’’ diye duygularını dile getirir. Daha çarpıcısını İngiltere'de bir yemek sempozyumunda duymuştum. Birleşik Kırallık'ın eski büyükelçilerinden büyük bir balıkçılık ve yemek uzmanı olan Alan Davidson, ‘‘likorinos’’ diye bir mezeden sözetmişti. Temiz ırmak ağızlarında yakalanıp önce tuzlanan, sonra tütsülenen bir yiyeceği anlatmıştı. Adına bakıp bir Rum mezesi sandım. Aynı sempozyumda bulunan Yunanlı meslektaşlarıma sordum. Onlar da bilemediler. Meğer sadece İstanbul Rumlarının yaptıkları müthiş lezzetli bir balık mezesi imiş likorinos. O Rumlar gidince likorinoslar da ortadan yavaş yavaş el etek çekti. Şimdi İstanbul'da yapan -benim bildiğimi- iki kişi kaldı. Lokanta olarak da yalnız Liman Lokantası'nın mönüsünde kendine bir yer bulabilmiş durumda. Kıbrıs'taki Rumlara kızıp İstanbuldaki yurttaşlarımızı apar topar sınırdışı eden şair Ecevit'in likorinosu hiç tatmadığına eminim. Şair yüreğininin taşlaştığı bir anda verdiğini düşündüğüm kararın ceremesini ise ağzının tadını bilen herkes çekmeye devam ediyor. Hele doksanküsur yaşında Pire limanında bir babanın üzerine oturmuş yüzü donuk ve gözleri yaşlar içindeki İstanbullu bir Rum kadının elindeki Türkiye Cumhuriyeti pasaportu ile çekilmiş fotoğrafını h
Yazarın Tüm Yazıları