‘Yazmasam deli olacaktım’

HEP aklıma gelir ama korkumdan kimselere söyleyemezdim, ‘‘Bu adaları ne zaman yakacaklar?’’ diye...

Sonunda yaktılar... Elleri kırılsın.

Kabak, Prens Adaları'nın en güzeli Burgazada'nın başına patladı.

Zümrüt gibi o yemyeşil adanın yarısını vahşice küflü bir siyaha boyadılar.

Burgazada'ya olan sevgim sanırım Sait Faik yüzündendir.

Onun öykülerinden, annesiyle birlikte yaşadığı bu güzel adayı dünyalara değişmeyeceğini bilirdim.

Ne zaman yaşamdan bunalsa, soluğu Burgazada'da aldığını da...

Ben Sait Faik'le taa ilkokulda tanışmıştım. Ama orta birden itibaren onunla bütünleştim.

Derin bir yalınlıkla insanı, yaşamı anlatan öyküleri beni öyle bir sarıp sarmalamıştı ki, bütün yapıtlarını dersi mersi bırakıp sınıfta okumuştum.

O modern Türk hikáyeciliğinin babasıydı. Yanan Burgazada onun ruhunun yaşam iksiriydi.

İyi ki bu cinayeti görmedi. Eminim yüreğine inerdi.

* * *

Sait Faik
varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Biraz ticaret, biraz gazetecilik yapmış ama ikisiyle de yıldızı barışmamıştı.

Çünkü o her şeyiyle bir yazardı.

Para pulun onun yaşamında yeri yoktu. Zaten Türkiye'deki yazın adamları gibi o da yazdıklarından para kazanamamıştı.

Ünlendikten sonra bile annesinin harçlıklarıyla sürdürmüştü yaşamını.

Öyküleri ne kadar güzel, ne kadar sıcaktı. Martının ölümünü anlattığı hikáyesi nasıl yüreğimi yakmıştı, hiç unutmam.

Hele Burgazada'daki balıkçılarla ilgili öyküleri... Ekmeklerini denizden çıkaran o insanların iç dünyalarını ne kadar duyarak yansıtırdı.

Yıllar sonra Burgazada'ya gittiğimde onun annesiyle yaşadığı, müze haline getirilmiş iki katlı beyaz ahşap köşkü gezmiştim uzun uzun.

Çalışma odasını, kitaplarını, giysilerini, yatağını, üzerine katlanıp konulmuş pijamalarını, yemek yediği masayı, radyosunu, kapının girişindeki portmantoda asılı yağmurluğunu, hemen dibinde duran çizmelerini, balık kepçesini görünce öykülerini anımsayıp içim bir tuhaf olmuştu.

* * *

Burgazada'nın Sait Faik'in her şeyi olduğunu anlattığı şu olay beni çok etkilemişti:

Sait Faik'in bir gün tepesi atar ve kendi kendine bir daha tek kelime yazmamaya yemin eder.

Her bunaldığında yaptığı gibi kalkıp Burgazada'ya sığınır. Elini kaleme, káğıda sürmeden birkaç gün orda burda sürter.

Hayrettir, bunaltısı geçmez, hatta giderek büyür. Kalpazankaya'ya doğru çamların arasına dalar. (Şimdi oralar simsiyah küllerle doldu.)

Doğa onu öylesine sarıp sarmalar ki, çamların, otların kokusu, ağaç dallarının arasından süzülen güneş ışıkları onun ruhunu öyle bir yıkar ki, mutluluktan kendinden geçer.

İşte o anda birden içinde dayanılmaz bir yazma tutkusu alevleniverir. Ama yanında ne kalem, ne de káğıt vardır.

Gözleri çevreyi taramaya başlar. Patikanın yanında buruşturulup atılmış bir káğıt parçası bulur. Deli gibi sevinir.

Biraz ilerde küçücük bir kurşun kalem parçası görür. Hemen alıp küçücük bir cam parçasıyla kalemin ucunu yontar ve başlar yazmaya.

Bir süre sonra káğıt dolar taşar.

Birden o günlerce süren bunaltısının dağılıverdiğini duyumsar. Yazmama yemini bozulmuştur.

Bir öyküsünde bu duygularını şu cümleyle özetler:

‘‘Yazmasam deli olacaktım.’’
Yazarın Tüm Yazıları