4 Haziran 2007
ONLAR ilkelidir, inandıkları doğrulardan şaşmazlar...Çıkar uğruna yollarını değiştirmezler. Onlar ceylan derili turuncu koltuklarda oturabilmek için çizgilerini kırıp atmazlar.
Ülke ve toplum çıkarlarını daima kendi çıkarlarının önüne koyarlar.
Çifter çifter lüks otomobilleri, yatları, katları, malikaneleri, dönüm dönüm toprakları yoktur.
Onlar dindar da olsalar, ateist de olsalar daima akıllarıyla hareket ederler.
Çağın gelişimine, değişimine açıktırlar.
Onlar düşünceleri bakımından dürüsttürler.
Öyle eğilip bükülmezler, toplumun hakkını hukukunu korurlar.
Yoksulları düşünürler, adaletsiz gelir dağılımı onları rahatsız eder.
Devlet olanaklarını ona buna peşkeş çekmezler...
Aile bireylerine, akraba ve dostlara çıkar sağlamazlar.
Devletin malını mülkünü, kendi malları ve mülklerinden fazla düşünürler.
* * *
Onlar çocuklarını, varlıklı dostlarının verdiği paralarla yurtdışında okutmazlar.
Yolsuzluğa, talana, devletin soyulmasına izin vermezler.
Hırsızları koruyup kollamazlar, ihale dalaverelerine girmezler.
Devletin malını haraç mezat sattırmazlar.
72 milyonun hakkını sonuna kadar korurlar.
Fakir fukaranın hakkını yedirmezler.
Onlar siyasete girdikten sonra ticaretle micaretle uğraşmazlar.
Başbakan, bakan olduktan sonra servetlerine servet katmazlar.
Tersine siyasete atıldıktan sonra arsa satarlar, kat satarlar.
Onlar için koltuk, makam değil, tertemiz bir isim bırakmak, başı dik yaşamak önemlidir.
* * *
Onlar Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in değerini bilirler.
Laik, demokratik rejime bağlıdırlar.
Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkarlar.
"Kişiler laik olmaz, devlet laik olur" demezler, bunun tartışma konusu olmasına karşı çıkarlar.
Cumhuriyet’in kurumlarıyla kavga etmezler, yargıyla didişmezler.
Çünkü "hukuk devleti kavramı" onlar için kutsaldır.
Üniversiteleri bilimsel kurumlar olarak görürler, gelecek nesilleri yetiştirecek olan bu kurumların tarikatlara teslim edilip medreselere dönüştürülmesine karşı çıkarlar.
Bilgi çağını yakalamanın tek yolunun çağdaş eğitimden geçtiğine inanırlar.
Toplumun her kesimiyle kavga etmezler, tersine onlara kucak açarlar.
Onlar herkesin milletvekili, bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanı olmaya özen gösterirler.
Onlar tüm vatandaşları eşit görürler, kimseyi "benden, benden değil" diye ikiye bölmezler.
Onlar siyaset dünyamızın yalnız insanlarıdır.
Onurlarından kesinlikle ödün vermezler.
Ceylan derili turuncu koltuklar uğruna bütün geçmişlerini, kimliklerini feda etmezler.
Onlar saygın insanlardır.
Ne yazık ki onların sayıları bir elin parmakları kadar azdır.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
GAZETEDEN Fenerbahçe Burnu’ndaki Faruk Ilgaz tesislerine gidebilmek için tam bir saat kırk beş dakika arabayla yolculuk etmem gerekti. İstanbul’un bıktıran trafiği TEM’e çıkar çıkmaz tıkandı.
İstoç’un önünde bir kaza olmuş. Adım adım ilerleyip sorunlu bölgeyi geçtikten sonra yol açıldı.
Okmeydanı kavşağına kadar da durmadan gittik. Oradan itibaren trafik yine yavaşladı.
Zaman zaman da durarak yolun açılmasını bekledik.
Fatih Köprüsü gişelerine yaklaştığımızda tam bir kilitlenme oldu ve facia başladı.
Trafik o kadar karmaşık halde ki, bütün araçlar bir adım öne geçebilmek için birbirinin üzerine çıkıyor.
Gişelerden geçtikten sonra yirmi şeritteki araçlar köprüye girebilmek için dört şeride inmek zorundalar.
Durum tam çorba... Kimsenin kimseye yol vermeye niyeti yok.
Hem şoför hem ben, sinir içindeyiz.
* * *
Allah’tan CD çalarda Münir Utandı’nın son CD’si "Fikrimin İnce Gülü" çalıyor.
Usta yorumcu o kadar güzel okuyor ki...
"Ah" diyorum kendi kendime, "Atatürk yaşasaydı kim bilir ne büyük zevkle dinlerdi..."
Rakısı, tespihi ve sigarası ile Ahmet Rasim Bey’in "Bir gönülde iki sevda sonu bilmem ne olur" muhayyer şarkısı kim bilir onu nasıl keyiflendirirdi?
Neyse trafik yürümeye başladı. Adım adım köprüye yanaşıyoruz. Hele geçelim sonrası Allah kerim.
Refik Fersan’ın acemkürdi şarkısı "Rüzgar uyumuş ay dalıyor"la Utandı insanı alıp başka álemlere götürüyor.
Arkasından Muallim İsmail Hakkı Bey’in yine acemkürdi şarkısı "Fikrimin İnce Gülü" geliyor.
Ayağa kalkan sinirlerim yatışıyor...
Artık Asya’dayız.
Gazeteden ayrılalı kırk beş dakika oldu. Daha önümüzde uzun bir yol var.
E-5 kavşağına gelmeden trafikten kurtulmak için sağa sapıyoruz. Aralardan bir yerlerden Göztepe’ye çıkacağız.
Başka çare yok. Belki üç beş dakika kazanırız diye mahalle aralarına dalıyoruz.
* * *
Kemani Serkis Efendi’nin nihavent bestesi "Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime..."
Yemin ederim Atatürk rakısını yudumlarken Münip Utandı’yı dinleseydi çok beğenir, "Aferin çocuk, aferin..." derdi.
Yine yemin ederim ki zaman zaman da ona katılırdı.
Neyse E-5’e çıkmayı başardık. Trafik biraz nefes alır gibi oldu. Fenerbahçe Stadı’na giden yola girdik.
Rüşdü Saracoğlu Stadı’nı geçtik...
Oh dünya varmış... Artık beş on dakika sonra Faruk Ilgaz tesislerinde oluruz.
Münip Utandı da son şarkısını söylüyor: Tanburi Faize Hanım’ın nihavent şarkısı "Kız sen geldin Çerkeş’den..."
Şimdi tesislerin önündeyiz.
Saate bakıyorum, tam bir saat kırk beş dakika olmuş gazeteden çıkalı.
"Ağzına sağlık Münip Utandı... Hem beni mutlu ettin, hem de benim hayalimde Atatürk’ün ruhunu..."
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2007
YILLARCA solun yelpazelerinde gezinip sonunda dinci bir partinin saflarına sığınmak...<br><br>Bu her babayiğidin becerebileceği bir olay değil. Bunu yapsa yapsa bizim (özde değil sözde) aslan sosyal demokratlar yapar.
İlkelerini, değerlerini bir kenara bırakıp koltuk uğruna çizgilerini işte böyle kırar atarlar.
Ertuğrul Günay, Erdal Kalkan, İbrahim Yiğit, Haluk Özdalga ve Zafer Üskül.
Hepsi huzuru AKP saflarına katılmakta buldular!
Ceylan derisinden yapılmış turuncu renkli koltuklara kavuşacaklar.
Milletvekillikleri ve bindikleri yelkenleri yeşil atlaslı gemiyle çıktıkları Ortadoğu seferi onlara hayırlı olsun.
* * *
Şimdi yine aslan sosyal demokratlarla ilgili bir olayı anlatmak istiyorum.
CHP’nin eski bakanlarından Mehmet Moğultay, bir toplantıda kişisel öfkesini gemleyemeyip CHP’yi yerden yere vurmuş.
Kontrolü o kadar kaybetmiş ki, yıllarca içinde bulunduğu partisi için bakın neler söylüyor:
"CHP bugün demokratik olmayan, halkla bütünleşmeyen, faşizmden medet uman bir anlayış içinde..."
İşte bu Moğultay’la 2005 Ağustos’unda bir yerde karşılaşmıştık.
O günlerde Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, Baykal’a karşı büyük bir mücadele başlatmıştı.
Moğultay, Sarıgül’e kızgındı. Ona ağır eleştiriler yöneltiyor, şöyle diyordu:
"Ben Baykal’ı hiç sevmem. Hatta Baykal beni partiden ihraç etti. Ama bana ’Baykal mı, Sarıgül mü?’ diye sorarsan sana bin kere ’Baykal’ derim. Sarıgül bu partiyi felakete götürür."
4-5 ay sonra ocakta CHP olağanüstü kongreye gitti. Sarıgül de Baykal’a karşı genel başkanlığa adaylığını koydu.
İlginç bir kongre olacağı için ben de birçok gazeteci arkadaşım gibi gidip kongreyi izledim.
Salon tıklım tıklımdı. Mehmet Moğultay’a rastladım.
Baktım Sarıgül’ün yanında... Şaşırıp kaldım.
Bir ara göz göze geldik, "Hayrola Mehmet Bey?" dedim.
Ne demek istediğimi anladı.
"Bildiğin gibi değil... İşler değişti. Şimdi Sarıgül’ü destekliyorum" dedi ve heyecanla uzaklaştı.
İnanın dilim tutuldu, bir şey söyleyemedim.
Arkasından baktım, içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim.
Tıpkı bugün AKP’ye katılan "aslan sosyal demokratlar" için olduğu gibi...
Başbakan’ın kavga politikası
RECEP Tayyip Erdoğan, benim meslek yaşamımdaki 14’üncü Başbakan.
Ben Erdoğan dışındakilerin bu kadar saygıdan yoksun, hakaret ve tehdit içeren, devlet adamlığı sorumluluğuyla bağdaşmayan bir üslup kullandığına tanık olmadım.
Anayasa Mahkemesi’nin, bir Başbakan’a bu kadar ağır bir yanıt vermek zorunda kalmasına ve hakkında suç duyurusunda bulunmasına da tanık olmadım.
13 başbakanın hiçbiri Erdoğan kadar kavgacı değildi.
En öfkeli oldukları zamanlarda bile sözlerine dikkat ederlerdi.
Belli ki Başbakan yorgun. Son olaylar sinirlerini iyice bozmuş.
Bu durum hem ülkeye, hem yönetime, hem de topluma büyük zarar veriyor.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2007
BAŞBAKAN Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçim sürecini çok kötü yönetti. O kadar ki, 550 sandalyeli bir Meclis’ten, 353 sandalyesi olmasına rağmen cumhurbaşkanı çıkaramadı.
Şimdi boşuna mağduru oynamaya kalkmasın.
Eğer inat statejisini sürdürmeseydi, AKP grubundan, muhalefetin ve kamuoyunun içine sindirebileceği bir aday şimdi Çankaya’da oturuyor olabilirdi.
Başbakan, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan oldu.
Ama ilginçtir Erdoğan hálá aynı inat stratejisini sürdürüyor.
Demek ki AKP’de sağduyu ve ortak akıl diye bir anlayış yok.
Başbakan, kürsülere çıkıp iddia ettiği gibi iktidarı döneminde Türkiye’yi de iyi yönetemedi.
Bütün kurumlarla kavga etmeyi politikasının ana stratejisi haline getirdi.
Oysa bir iktidarın ilk görevi, ülkede istikrarı ve huzuru sağlamak olmalı.
Toplumun dindarlar-laikler diye ikiye bölünmesinde önemli katkıları oldu.
Yolsuzlukların üzerine gideceğine yolsuzluklara bütün kapıları açtı.
Devletin olanaklarını kendi yandaşlarının önüne serdi.
* * *
En çok övündüğü ekonomiye gelince...
Ecevit hükümetinin hazırlayıp uygulamaya koyduğu programa bağlı kaldı. Bu sayede enflasyon yüzde 10’lara kadar düştü.
Bu bir başarıdır kuşkusuz. Ama programa göre enflasyonun 2007’de yüzde 5’e düşmesi gerekiyordu.
Demek ki enflasyon hedefinde de yüzde yüzlük bir sapma oldu.
Büyüme yüzde 7’ye yakın gerçekleşti. Ama bu ithalata dayalı büyümeydi.
İhracat 100 milyar dolara dayandı ama bunu gerçekleştirebilmek için Türkiye 70 milyar dolarlık ithalat yapmak zorunda kaldı.
Yani gerçek ihracatımız 30 milyar dolardır.
2006’da ülkeye 20 milyar dolarlık yabancı sermaye geldi.
Ama yabancılar getirdikleri parayla banka veya kurulu tesis alıyor, yeni yatırım yapmıyor.
Bu nedenle de istihdamda ve refahta bir rahatlama olmadı.
İşsizlik azalmadı.
* * *
Devam edelim...
Bugün itibarıyla borsanın yüzde 74’ü yabancıların elinde.
Bol bol sıcak para geliyor.
Çünkü Türkiye dünyadaki en yüksek faizi veriyor.
Bazı ekonomistler bu kadar yüksek faiz verilmesini ülkenin soyulması olarak değerlendiriyor.
4 yıldır kur düşük tutularak ülke ithal cennetine dönüştürüldü.
Oysa AKP iktidarında enflasyon yüzde 40’a yakın oldu.
Bu durum bütün ekonomi kurallarına ters.
Rekor düzeydeki cari açık ile dış ticaret açığı da ekonomiyi zorluyor.
Dar gelirli insanların yaşamları giderek zorlaşıyor.
Örneğin geçen yıl ilk kez, kapanan dükkán sayısı açılan dükkán sayısını geçti.
Köylü çok sıkıntılı.
Son bir not daha verelim:
En zenginle en yoksul arasındaki ara AKP iktidarında daha da açıldı.
Yani yoksul insanlar daha da yoksullaştı, gelir dağılımı uçurumu daha derinleşti.
Vaziyet-i umumiye "Ekonomi mükemmel" nutukları atanların bilgilerine ve de vicdanlarına sunulur.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2007
HER yıl lig bitiminde hep aynı duyguların gelgitleri arasında bir o yana bir bu yana sürüklenip dururuz. Kimileri sevinir, kimileri üzülür.
Coşku ile hüzün bir arada yaşanır hep.
Önceki akşam da öyle oldu...
Statta ve stadın çevresinde biriken yüz binler ile ekran başındaki milyonlarca Fenerbahçeli büyük bir sevinç yaşadı.
Ama aynı saatlerde Sakarya, Kayseri Erciyes ve Antalya kahroldu.
Bu üç kulübün futbolcularının, teknik adamlarının ve yöneticileri ile taraftarlarının yüzündeki hüzün insanın yüreğini sızlatıyordu.
Bir yıllık emekler, çırpınmalar yok olup gitmiş, bir sürü insanın düzeni altüst olmuştu.
Futbolcular, teknik adamlar ne yapacaktı?
Ne yazık ki futbol dünyasının insanları her yıl bu dramı yaşarlar...
Yeni bir düzen kurmak, yeni ekmek kapıları bulmak zorunda kalırlar.
Futbolun güzelliği, insanlara verdiği heyecan ve coşku kadar hüznü de vardır.
* * *
Ligden düşen takımların ve taraftarlarının üzüntüsünü paylaştığımı bir kez daha belirtmek istiyorum.
Onların hiçbir şekilde umutsuzluğa kapılmamalarını diliyorum.
Her başarısızlık yeni başarıların itici gücü olabilir.
Gelelim Fenerbahçe’ye...
Hep yazarım, Fenerbahçe sevgisi gerçekten başka bir duygudur.
Önceki akşam Şükrü Saracoğlu tıklım tıklımdı. Biletli 52 bin seyircinin en az iki üç misli stadın çevresindeydi.
En ilginç görüntü ise stat içindeki ve dışındaki yüz binlerce insanın yüzde doksanı Fenerbahçe forması giymişti.
Gecenin sürprizi sezon boyunca Fenerbahçe taraftarı tarafından protesto edilen Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy’un stada gelip şampiyonluk kupasını vermesiydi. Bir kısım taraftar yine protesto etti Ulusoy’u... Ama o aldırmadı ve görevini yerine getirdi.
Keşke bazı taraftarlar bu coşkulu günde öfkelerini frenleyerek Ulusoy’u yuhalamasaydı.
O yuhalar gecenin güzelliğine yakışmadı.
Bütününe bakarsak önceki gece Şükrü Saracoğlu eşsiz bir güzelliğe sahne oldu.
Her şey mükemmeldi ve Fenerbahçeliler için rüya gibi bir geceydi.
Kutlamalar
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ı, bu seçimde bir oyun bile ne kadar değerli olduğu bilinciyle "seçime katılmama" kararı aldığı için içtenlikle kutluyorum.
CHP, sol için çok önemli ve anlamlı olan bu kararı mutlaka değerlendirmelidir.
* * *
İkinci kutlamam ise Ertuğrul Günay ile Haluk Özdalga’ya...
İkisinin de bugün yarın AKP’den aday oldukları açıklanacak. O zaman biz de esas değişenlerin kimler olduğunu göreceğiz.
Böyle bir değişim göstermeyi becerebilen bir zamanların sosyal demokratlarını tekrar kutluyor, yeni siyasi yaşamlarında kendilerine başarılar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2007
GEÇENLERDE gittiğim Alanya’yı görünce şaşırdım. <br><br>Hem çok etkilendim, hem de böyle bir tatil kenti yarattığı için Türkiye ile ilgili umutlarım arttı. Terörden başını alamayan Türkiye’de böylesine Batı standartlarını yakalamış bir tatil yöresinin huzurunu, güzelliğini yaşayabilmek gerçekten çok etkileyici.
Alanya, Akdeniz kıyısında uzanan bir ilçe.
Aslında ilçe demek doğru değil, koskoca bir kent.
Tam 69 kilometre sahili var. Bu sahillerde kilometrelerce harika kumsallar uzanıyor.
İlçenin hemen her tarafından denize girilebiliyor. Kirlilik sıfır.
Kıyı şeridinin hemen arkasında göz alabildiğine yemyeşil muz, narenciye, malta eriği bahçeleri, sebze seraları, daha arkada da çam ormanlarıyla kaplı Toros Dağları uzayıp gidiyor.
Tanrı Alanya’ya her türlü güzelliği o kadar cömertçe vermiş ki, kıskanmamak olanaksız.
Yazın 500 binlere yükselen nüfusuyla ilçe, Türkiye’nin en fazla turistik yatağa sahip merkezi.
Turistik standartlara uygun yatak sayısı tam 150 bin...
Evet 150 bin... Yani Marmaris, Bodrum ve Fethiye’deki toplam yatak sayısından fazla.
Bu oteller ağırlıklı olarak 2-3-4 yıldızlı. 5 yıldızlı otel sayısı az.
Belediye Başkanı Hasan Sipahioğlu, geçen yıl 1 milyon 400 bin turist ağırladıklarını, bu yıl ise 1.5 milyon turist beklediklerini söyledi.
* * *
Alanya, Fransa’nın sahil kenti Cannes’ı andırıyor. Ama artıları daha fazla.
Tertemiz bir deniz, kilometrelerce uzanan plajlar, yemyeşil bahçeler ve ormanlarla kaplı Toroslar.
Yer yer Toroslar’dan çıkan suların kıvrıla kıvrıla aktığı derin vadiler.
Kent merkezi ise dediğim gibi Cannes’ı andırıyor.
Özellikle son zamanlarda yapılan binaların estetiği dikkat çekecek kadar yüksek.
Kıyı şeridindeki parklar, kafeler, diskolar, servis ve kalite bakımından Avrupa standardındaki lokantalar, Alanya’ya renkli bir yaşam getirmiş.
Ayrıca geniş bulvarları ve hemen her markayı barındıran alışveriş merkezleri ve mağazaları, büyük kentleri aratmayacak düzeyde.
Belediye Başkanı Hasan Sipahioğlu büyük işler başarmış, bir Avrupa kenti yaratmış.
Alanya, rahat bir yaşam sürdürmek isteyenlerin her aradıklarını bulabilecekleri bir tatil kenti konumuna kavuşmuş.
İşte bu özellikleri nedeniyle Alanya’ya 20 bin yabancı yerleşmiş.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen insanlar, 10 bine yakın mülk satın almışlar.
Yaşlı olan bu insanlar, Alanya’da aradıkları huzuru, sıcaklığı bulmuşlar.
Büyük bir mutluluk içinde birer Alanyalı gibi yaşıyorlar.
* * *
Şimdi burada "Türk turizminin derin bir yarası"na değinmek gerekiyor.
Çünkü bu yara, Alanya’yı da etkiliyor.
Türkiye riskli ülke kabul edildiği için bu kaliteli tesis ve hizmetlerini çok ucuza satmak zorunda kalıyor.
Yatak fiyatı ortalama 25 Euro. (Yarım pansiyon. Yani kahvaltı ve akşam yemeği dahil.)
Zaman zaman bu fiyat 7 Euro’ya kadar düşüyor.
Alanyalı Mehmet Dizdaroğlu, "Biz turizmcilik değil, hamallık yapıyoruz" diyor.
Yazık, gerçekten çok yazık; bu emsalsiz güzellikleri, tarihsel kültürü, yüksek standardı, güler yüzlü hizmeti bedavaya satıyoruz.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2007
BAŞBAKAN ile ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan her konuşmalarında ekonomiyi uçurduklarını iddia ederler. Geçenlerde Babacan, ekonomi yazarlarına iktidarları döneminde büyük ekonomik başarılara imza attıklarını, Türkiye’nin gelişimine büyük ivmeler kazandırdıklarını, halkın refahını artırdıklarını uzun uzun anlattı.
Bir yazar Babacan’a şöyle bir soru yöneltti:
"Sayın Bakan, ekonomi bu kadar iyiyse, halkın refahı yükseldiyse o zaman her gittiğimiz yerde bizi kim dövüyor?"
Bakan bu pek hoşuna gitmeyen soruya şu yanıtı verdi:
"Onlar iktisadi değişime ayak uyduramayanlar ile nazar değmesin veya haset çekmesin diye kazançlarının arttığını söylemekten çekinenler..."
Başbakan da açık hava toplantılarında "Perişan olduk" diye bağıran vatandaşları "Artistlik yapma" diye azarlıyor, korumalar de hemen bu insanları karga tulumba alıp götürüyor.
* * *
Hükümetin çizdiği pembe tabloların tam bir aldatmaca olduğunu anlatan vatandaşların gönderdiği yakınmalarından sadece biri.
Önce onu okuyalım, sonra söyleyeceklerimizi söyleyelim:
"Sayın Türenç
Ben Konya-Ereğli’de ikamet eden 2 çocuk babası ve dededen esnaf bir ailenin üyesiyim. İşlek bir caddede kendime ait dükkanım var. Şimdiye kadar birçok kez ekonomik krizler ve dalgalanmalar yaşamama rağmen en rahat yaşayan orta sınıf insanlar arasında olmama rağmen şu andaki ekonomik durgunluk nedeniyle maalesef açlık sınırında yaşayan insanların arasına katılmış durumdayım.
Aşağıdaki soruların yanıtlarını merak ediyorum ama bir türlü bulamıyorum:
6 bin dolara yaklaşan milli gelirden neden bizim evin haberi yok? Acaba bu milli gelir Ankara ve İstanbul’da her gün TV’lerde boy gösteren rahatı yerinde olanlara göre hesaplanmış bir milli gelir midir?
Yapılan enflasyon hesaplamalarına göre yıllık %10 civarında seyreden enflasyondan neden biz faydalanamıyoruz ve her gün zorunlu giderlerimiz artıyor?(Küçük bir ilçe olan Konya-Ereğli’de en düşük ev kirası 2003’te 60 YTL iken şu anda 350 YTL, 12 kuruşluk ekmek 30 kuruş, 10 kuruşluk domates 1 YTL vs.)
Esnafın yazar kasası haciz yoluyla elinden alındığı için 2001’de olduğu gibi onu fırlatamadığından,
Esnafın, kredi alamadığı için tefecilerin eline düştüğünden,
Siftah yapamadan dükkanını kapatan esnafın patlamaya hazır olduğundan...
Acaba Başbakan’ın ve hükümetin haberi var mı?"
imza- adres (Bende saklı)
* * *
Şimdi biraz da ekonomi uzmanlarının söylediklerine bakalım:
Ekonomik gelişmenin nedeni, dünyadaki dolar bolluğu ile Çin’in ürettiği mal bolluğu. Bu konjonktür bir gün bozulabilir.
Cari açık (31.5 milyon dolar), yüksek faiz-düşük kur, dış ticaret açığı (52 milyar dolar).
Bunlar ekonominin kırılganlığıdır.
Türkiye’ye dışardan sıcak para (yüksek faiz için gelen para) girdiği sürece tehlike büyür ama kriz çıkmaz. Hatta geçici olarak ekonomi büyür. Bu sanal bir büyümedir.
Bu durum sürdürülemez. Döviz ve sıcak para girişi durursa kriz olur.
Türkiye’de her krizden önce cari açık anormal bir yükseliş gösterir. Bugün cari açık cumhuriyet tarihinin en yüksek cari açığıdır.
AKP iktidarı döneminde cari açık 79.3 milyar dolara çıktı. Seçime kadar bu rakamın 105 milyar dolar olacağı hesaplanıyor.
Bu bir dünya rekorudur.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2007
BENİM öğrencilik yıllarımda İstanbul’daki maçların tümü İnönü Stadyumu’nda oynanırdı. O zamanlar adı önce Mithatpaşa’ydı, daha sonra Dolmabahçe oldu.
Şimdiki Kapalı Tribün’de o yıllarda yerler numaralı değildi.
Erken gelen istediği yere otururdu.
Karşı taraftaki Numaralı Tribün’de ise her yer numaralıydı ve herkes yerine oturmak zorundaydı.
Kale arkalarındaki Açık Tribünler’de ise maç genellikle ayakta izlenirdi.
Çünkü koltuk yoktu, her taraf taştı.
Kapalı ve Numaralı’ya paramız yetmediği için biz Açık Tribün’e giderdik.
O zamanlar izleyiciler Kapalı dışında tüm statta karışık oturur ve maçları yan yana izlerdi.
Kapalı’da ise durum bugün inanamayacağınız bir düzende izlenirdi.
Kapalı Tribün’ün sağ tarafında Beşiktaşlılar, orta kısımda Fenerbahçeliler, sol tarafta da Galatasaraylılar otururdu.
Derbilerde de bu yerler değişmezdi.
Yani derbileri taraftarlar birbirlerinin gözlerini oyarak değil, yan yana oturup izlerlerdi.
Aralarda polis molis de olmazdı.
Şimdiki derbilerde böyle bir tabloyu hayal etmek bile olanaksız.
Bırakın aynı tribünü, taraftarlara aynı statta maç seyrettiremiyoruz.
* * *
Neden böyle oldu? Neden bu hale geldik?
Anadolu’nun hoşgörü kültürü, bilgeliği neden ruhlarımızı terk edip gitti?
Birbirimize karşı nasıl bu kadar kıyıcı olduk?
Yalnız statlarda değil, hemen her yerde Yunus Emre’lerin, Mevláná’ların, Hacı Bayram Veli’lerin torunları en ufak bir olayda birbirlerinin gırtlağına sarılıyorlar, birbirlerinin gözlerini oyuyorlar.
Nasıl bu kadar düşman kamplara bölündük?
Bunu başaranları lanetlemek hepimizin başlıca görevi olmalı.
Cumartesi akşamı Ali Sami Yen bir stat değil, Roma İmparatorluğu’nun bir arenasıydı sanki.
Tribünlerdeki psikopatların vahşi saldırılarının ölümlere yol açmaması büyük bir şanstı.
İnsanlar deli gibi ellerine her geçeni sahaya attı.
Koltukları kırarak birer kılıç haline getirdikleri plastik parçaları futbolculara fırlattılar.
Bununla da hızlarını alamayıp bütün tuvaletleri paramparça ettiler.
Vandalizmin her türlü örneğini bu psikopatlar ellerini kollarını sallayarak sergilediler.
* * *
Bu vahşet, bu ürküntü verici ilkel davranışlar sadece Galatasaray’ın sırtına yüklenerek geçiştirilecek kadar basit bir olay değil.
Bu kolaycılık olur ve bizi gelecekte meydana geleceği kesin olan daha korkunç ve acı olayları yaşamaktan kurtaramaz.
Çok ciddi önlemler almak gerekir.
Herkes ama herkes aklını başına toplamalı.
Ülkeyi yönetenler, kulüplerin sorumluları, polis, seyirciler ve medya.
Bu psikopatları statlardan defetmek zorundayız.
Toplum olarak bunu başaramazsak onlar bizi defederler.
İşte o zaman Türkiye’de futbol da sona erer.
Yazının Devamını Oku