18 Haziran 2007
EROL Üçer, İdris Yamantürk...Her ikisi de Yuvacık Barajı davasında 7 üst düzey bürokratla birlikte "Devlet alınıma fesat karıştırmak" suçundan yargılanıyorlardı. Erol Üçer dünyanın dört bir yanında dev inşaatlar yapan Gama’nın yönetim kurulu başkanı.
İdris Yamantürk de yurtdışında önemli projelere imza atan Güriş’in yönetim kurulu başkanı.
Her iki işadamı da dünyanın pek çok ülkesinde gerçekleştirdikleri projeler nedeniyle büyük saygınlıkları olan şirketlerinin patronları.
Ama hem Erol Üçer hem de İdris Yamantürk, Türkiye’de AKP iktidarın hışmına uğrayarak "Devlet alımına fesat karıştırmak" suçuyla 5 yıldır yargılanıyorlardı.
İki ünlü işadamına ve 7 üst düzey bürokrata yöneltilen suçlar şunlar:
Yuvacık Barajı’nı emsallerine göre kat be kat yüksek bedelle yapmak.
Fahiş bedelle su satmak.
Hazineyi milyarlarca dolar zarara uğratmak.
5 yıldır süren yargılamada önce mahkûmiyet çıktı ve bu dokuz kişi 6’şar yıl 3’er ay hapis cezasına çarptırıldı.
Dava 2006’da Yargıtay’a gitti ve mahkemenin mahkûmiyet kararı "Eksik inceleme" nedeniyle bozuldu.
* * *
Yargılama Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden başladı.
Üç gün önce mahkeme kararını verdi ve 9 sanığı akladı.
Karar şöyle:
"Devlet alımına fesat karıştırmak suçunun yasal unsurları oluşmadığı ve sanıkların suçu işlediğine dair kesin ve yeterli delil bulunmadığı için beraatlerine karar verilmiştir."
Burada bir parantez açarak belirtelim, barajın yapıldığı dönemde İzmit belediye başkanı olan Sefa Sirmen AKP’nin siyasi hedefiydi ama milletvekili seçildiği için yargılanmadı.
Sirmen beraat kararından sonra şunları söyledi:
"Defalarca dokunulmazlığımın kaldırılmasını istedim. Ama AKP bunu reddetti beni ağır bir şekilde suçlamaya devam etti. Şimdi bana ve yargılanan insanlara özür borçları var."
* * *
Bütün bunlar gelir geçer...
Ama çekilen acılar, üzüntüler, kırılan onurlar unutulmaz.
Bu insanlar ailelerinin, yakınlarının, dostlarının yüzüne bakamayacak kadar ağır ve incitici suçlamalara muhattap oldular.
Günlerce gazete manşetlerde, televizyon ekranlarında kamuoyuna devleti soyan hırsızlar, hortumcular olarak sunuldular.
En ağır suçlamalara, hakaretlere uğradılar.
Bu insanlar hakkındaki beraat kararını bir iki gazete içerlerde bir yerlerde kısaca verdi.
Bu insanları suçlayan AKP’lilerden hiçbirinin vicdanı rahatsız olmadı.
Şimdi bu insanların çiğnenen haklarını, kırılan onurlarını kim onaracak?
Kendi yolsuzluklarını, "Ali Diboları"nı örtbas etmeyi amaçlayan AKP iktidarı siyasi prim uğruna bu insanları yargıya yollamıştı.
İşadamları Erol Üçer, İdris Yamantürk, İzmit Belediyesi eski genel sekreteri Kadri Veziroğlu ile hazine ve başbakanlık üst düzey bürokratları Aka Murat Kudat, Mehmet Aydın Karaöz, Mehmet Bülent Özgün, Osman Emed, Bahaettin Gülgör ve Mehmet Yavuz Arınsoy’dan kim özür dileyecek?
Türkiye bir hukuk devletiyse bunun da hesabı sorulmalıdır.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2007
HEM gazetelerdeki, hem billboard’lardaki ilan çok dikkatimi çekti. <br><br>İlanı, ilk kez duyduğum Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı vermiş. Parasal yönden güçlü olduğu anlaşılan vakfın amacı AKP’yi desteklemek.
Bu garip ilanın büyük spotu "Demokrasinin Yıldızları".
Hemen altında şunlar yazıyor:
"Onlar, Atatürk’ün açtığı demokrasi yolunda bayraklaşan liderler!
Onlar, demokrasi ufkunda parlayan yıldızlar:
Türkiye’nin gökkubbesinde, milletimizin kalbinde..."
Kim bu yıldızlar?
Hemen altta Adnan Menderes, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafları...
En önde Tayyip Bey, hemen yanında Özal, en sonda da Menderes görülüyor.
İlanın en dibinde ise hem eski Meclis’in, hem de şimdiki Meclis’in fotoğrafları ile vakfın amblemi var.
* * *
Tarih sırasına göre ilk lider Adnan Menderes.
Rahmetli Menderes’in başbakanlığını anımsayanlar, o dönemin demokratik açıdan karnesinin pek parlak olmadığını bilirler.
O dönemde devlet radyosu (tek yayın kurumuydu) iktidarın sesi haline getirilmişti. Muhalefete yer verilmezdi.
Anamuhalefet lideri İsmet İnönü seçim gezilerinde engellenir, taşlı, sopalı saldırılara uğrardı.
Yine o dönemde hükümet, gazetelere sık sık sansür uygular, muhalefetin açıklamalarının basılmasını yasaklardı.
Son dakika yasakları yüzünden gazetelerin bazı bölümleri beyaz çıkardı.
Demokrat Parti iktidarı, Meclis’te kurduğu "Tahkikat Komisyonu" ile muhalefeti ortadan kaldırmayı bile planlamıştı.
İktidarı eleştiren gazeteciler, sürekli cezaevine girerlerdi.
İşte ilana göre demokrasinin yıldızlarından biri olarak ilan edilen Menderes’in dönemi böyleydi ve demokrasiyle pek ilgisi yoktu.
* * *
Turgut Özal dönemini yaşadık. O dönemde de Türkiye’nin nasıl keyfi yönetildiğini hepimiz anımsarız.
Demokrasinin değil de sürekli "kafayı kullan, köşeyi dön" felsefesinin işlendiğini de çok iyi biliriz.
Gelelim demokrasinin son yıldızı Recep Tayyip Bey’e...
İktidardan şikáyet eden vatandaşları azarlayan, "Ananı da al git" diye kovan bir demokrasi yıldızıdır Erdoğan.
İnsanları "Bizden, bizden değil..." diye ayıran ve ona göre davranan...
İhaleleri kendi yandaşlarına veren...
Özelleştirmelerde devlet mallarını mahkeme kararlarını bile çiğneyerek "baba baba" satan...
Yargı, üniversiteler, Türk Silahlı Kuvvetleri ve bürokrasiyle kavga eden...
Şehitlere gösterilen tepkiler için "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diyebilen...
İşte böyle bir demokrasi yıldızıdır Recep Tayyip Erdoğan...
NOT YORUM
Bu ayıp kökten çözülmeli
ONLAR canlarını bu ülke için veriyorlar.
Onların cenazelerine yapılan saygısızlık asla affedilemez.
Bundan böyle tüm şehitlerimizin cenazeleri askeri uçakla gönderilmeli.
Ne yaparsak yapalım onlara olan borcumuzu ödeyemeyiz.
Vatan onlara daima minnettardır.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2007
AMERİKA, Avrupa Birliği, iç ve dış iş çevrelerin bir bölümü, ekonominin sıkıntıya düşmemesi için siyasi istikrarın bozulmamasını savunuyor. Bunun için de AKP’nin yeniden iktidar olmasını istiyor.
Bu isteğin nedenlerini irdelemeden önce bazı gerçekleri hatırlatalım:
Türkiye, milli gelirine oranla içeride ve dışarıda dünyadaki en borçlu ülke.
Enflasyonu en yüksek ülke.
En fazla ithalat yapan ülke. (Milli gelirinin 1/3’ü kadar.)
İşsizliğin en yüksek olduğu ülke.
Dünyada en yüksek faizi veren ülke.
Dış ticaret ve cari açığı en yüksek ülke.
Gelir dağılımı en bozuk ülke.
Vergi adaleti bakımından dar gelirlilerin en fazla ezildiği ülke.
Yukarıda saydıklarım, AKP’nin devri iktidarında sağladığı istikrarın sonucu.
Şimdi bunları biraz açalım. Açalım ki bazı gerçekler ortaya çıksın.
* * *
Türkiye’nin borç karnesi gerçekten de içler acısı.
AKP iktidarı, 4.5 yılda dişe dokunur büyük bir yatırım yapmadığı halde Cumhuriyet tarihinin 80 yılda yaptığına yakın iç ve dış borç yaptı.
Enflasyon konusunda Başbakan kürsülerde sık sık başarı nutukları atar.
Gerçekten de 57. hükümet tarafından hazırlanan ekonomik paketin titizlikle uygulanması sayesinde enflasyonda ciddi bir düşüş sağlanmıştır.
Ama Başbakan bu başarıyı dile getirirken, bugün gelinen noktanın programın öngördüğü hedefin yüzde yüz üzerinde olduğu gerçeğinden hiç söz etmez.
İthalat konusunda ise durum hiç iç açıcı değil.
Türkiye, milli gelirinin 1/3’ü kadar ithalatla dünyada birincidir ve bir ithalat cennetidir.
İthalatın bu kadar yüksek olması, milli sanayiyi giderek yok etmektedir.
Türkiye 100 dolarlık bir mal satabilmek için 70 dolarlık ara mal ithal etmektedir.
2007’de 100 milyar dolar ihracat hedefleyen Türkiye bunu gerçekleştirirse gerçek ihracatı 30 milyar dolar olacaktır.
* * *
Faize gelince, iş gerçekten vahim bir noktaya gelmiştir.
The Economist Dergisi’nin araştırmasına göre, en gelişmiş 5 ülkede faiz yüzde 3.5’tir.
Avrupa Birliği ülkelerindeki faiz ise yüzde 4’tür.
Uzak Asya ülkelerinde yüzde 6’dır.
Pakistan’da 10 yıllık bonoların faizi yüzde 7.95’tir.
Latin Amerika ülkelerinde yüzde 6’dır.
Mısır’da yüzde 5’tir
Türkiye’de ise yüzde 19-20’dir.
İşin daha şaşırtıcı yönü var. Yaman Törüner’in verdiği bilgiler şöyle:
"11 Mayıs itibarıyla Merkez Bankası’nın döviz rezervi 112 milyar 798 milyon dolar. Türkiye bu parayı yabancı bankalara yüzde 4 faizle yatırır.
(Hangi ülkenin parasını rezervinizde tutarsanız bunu o ülkenin bankalarına yatırmak zorundasınız.)
Yabancı bankalar da bu paranın 80 milyar dolarını hazinemize ve borsamıza sıcak para olarak yatırır ve yüzde 22 faiz alır.
112 milyar doların ne kadarının mevduat alınan ülkeye yatırılacağına ise değerlendirme şirketleri karar verir. Buna, ülke riski denir.
AKP iktidarında Türkiye bu yolla sıcak paraya yaklaşık 90 milyar dolar faiz ödedi."
İşte Türkiye böyle soyuluyor.
Avrupa Birliği ve Amerika, işte bunun için AKP’nin yeniden iktidar olmasını istiyor.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2007
TÜRKİYE, terördeki tırmanış nedeniyle anormal bir psikoloji içine girdi. <br><br>Herkesin öfkesi burnunda. Güneydoğu’dan gelen şehit cenazeleri hepimizin yüreğini yakıyor, ruhumuzda derin yaralar açıyor.
Böyle günlerde acılı insanların aşırı tepki göstermesini hoşgörmek gerekir.
İnsanlar, böyle günlerde öfke ve isyanlarını kontrol edemeyebilirler.
Şehitlerimizin cenaze törenlerindeki protestoları da böyle değerlendirmek zorundayız.
İslamiyet’te cenaze törenlerinin bir kutsiyeti vardır.
Acımız ne kadar derin ve dayanılmaz olursa olsun, herkesin bu kutsal havayı bozmamak için büyük gayret ve sabır göstermesi gerekir.
Dinimizin kuralları da, felsefesi de bunu emreder.
O nedenle cenazelerde gösterilen tepkiler daha ölçülü olmalıdır.
* * *
Cenaze törenine katılan bakanlar da gösterilen tepkileri sabırla karşılamalı, tepkilere tepkiyle karşılık vermemeli.
Dünyadaki en değerli varlıklarını yitiren eşlerin, çocukların, anaların, babaların, akraba ve dostların acısı gerçekten büyüktür ve dayanılmazdır.
Bu insanların yürekleri parça parçadır.
Onları anlayışla karşılamak, acılarını azaltmak için elimizden geleni yapmak zorundayız.
Bizim için, ülkemiz için canlarını veren bu kişilere ne yapsak onların hakkını ödeyemeyiz.
Bunu hiçbirimizin unutmaması gerekir.
Tayyip Bey ve arkadaşlarının yapacakları bir şey var.
Olayları masaya yatırıp değerlendirsinler ve bu tepkilerin nedenlerini araştırsınlar.
Biliyorum, protestolardan çok rahatsız oluyorlar ve bunun haksız olduğuna inanıyorlar.
Yalnız şu gerçeği de görmek ve üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekiyor:
23 yıldır PKK terörüyle savaşan Türkiye’de ilk kez bir iktidar, cenaze törenlerinde protesto ediliyor.
Neden bu ilke AKP iktidarı muhatap oluyor?
AKP için sihirli anahtar bu sorunun yanıtındadır.
Türk medyasında o bir ufuktu
MESLEKTAŞIMIZ, kardeşimiz Ufuk Güldemir’i içimizden bir şeyler kopa kopa toprağa verdik dün.
O, Türk medyasının çok önemli ve çok değerli bir figürüydü.
Sıfırdan kurduğu televizyonunu, değişik habercilik anlayışıyla kısa zamanda en çok izlenen haber televizyonlarından biri haline getirmişti.
Habertürk, haberlerin gerisindeki gerçekleri izleyicilere ulaştırmak için amansız savaşım veren bir kanaldı.
Ufuk Güldemir iyi, cesur, yürekli, kararlı ve sıradışı bir gazeteciydi.
Rutinle uğraşmayı sevmezdi.
Rutinle uğraşmak, onun için zaman yitirmekti.
Gerekirse kendinden çok daha güçlülerle bile kavgaya girmekten hiçbir zaman çekinmezdi.
O daha 50 yaşındaydı.
Erken ölümü, Türk medyası için büyük kayıptır.
Hepimizin başı sağolsun.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2007
ANKARA’da hükümet var mı? Başkentteki sessizlik Türkiye’nin dirayetli, kararlı bir hükümet tarafından yöneltilmediğini gösteriyor. Bu kadar şehit cenazesi geliyor ama hükümet milletin yüreğini yakan, milyonları isyana sürükleyen acılara çare bulacak bir kararlılık içinde gerekli önlemleri alamıyor.
Oysa ülke bir saldırıyla karşı karşıya. Türkiye’nin elinde çok sayıda kullanabileceği diplomatik kartlar var. Ama hükümet bunları kullanma becerisini bile gösteremiyor.
Bugün bu hükümetten bütün devlet kurumları, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri memnun değil.
Ama iktidarın aldırdığı yok. Onlar başka işlerin peşinde.
Onlar Türkiye’nin üzerine İslam şalını geçirmek için kafalarındaki stratejiyi yürütüyorlar.
Kendilerini destekleyen kesimlerin bütün halkı temsil ettiğini zannediyorlar.
Onların desteğine dayanarak ülkeyi keyiflerine göre yönetmenin demokrasi olduğunu iddia ediyorlar.
Ama olmuyor, bu kafayla ve bu inatla ülkeyi her geçen gün biraz daha çıkmaza götürüyorlar.
* * *
İki yaz önce Çeşme’de iki tane tesettür oteli olduğunu söyledi dostlar.
Bir tanesini gezmek istedik ama gruptaki hanımların başları açık diye içeri sokmadılar.
Girip çıkanlardan da anladığımız kadarıyla sadece kadınları tesettürlü olan aileler kabul ediliyordu.
Broşürlerden öğrendiğimize göre, otelde kadınların denize girecekleri plaj ve yüzme havuzu ayrı ve paravanlarla çevrili.
Lokantalarda ise kesinlikle içki servisi yapılmıyor.
İbadet için mescitler de ayrı.
Yine Çeşmeli dostların verdiği bilgiye göre her iki "Tesettür oteli" de ful çekiyormuş.
Bir üçüncü "Tesettür oteli" de inşa halindeymiş. (Bu otel şimdi çalışıyor.)
Önceki günkü Milliyet’te bu konuda bir haber vardı.
Habere göre son iki yılda Türkiye’deki "Tesettür otelleri"nin sayısı hızla arttı.
Ilımlı İslam rejimine adım adım sürüklenen Türkiye’nin yeni turizm modelinin tesisleri olan "Tesettür otelleri"nin sayısı 4 yılda 6’dan 27’ye yükseldi.
* * *
Anadolu’yu dolaşanlar, hemen her yerde önlerine çıkan lokantaların içkisiz olduğunun büyük tabelalarla özellikle vurgulandığını görürler.
Birçok kentte içki servisi yapan yerlerin sayısının giderek azaldığına tanık olurlar.
Yöneticilere sorarsanız kesinlikle bir yasak yoktur. Vatandaş kendi inancı doğrultusunda içki vermemektedir, esnaf içki satmamaktadır.
Yabancı fonlar kullanılarak yapılan bilimsel araştırmaların tersine Anadolu’da örtünen kadın sayısının göreceli olarak artığını kolaylıkla gözlemleyebilirsiniz.
Yol üzerlerindeki hemen bütün benzincilerde sürekli kapısı kapalı olan mescitler açıldı.
Bu da yine kocaman yazılarla duyuruluyor.
Ne var bunda, yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede normal değil mi derseniz sorun yok.
Ama laik hiçbir ülkede böyle bir durumun olamadığı da bir gerçek.
Bırakın laik ülkeleri, dolaştığım Arap ülkelerinde bile böyle bir şey görmedim.
Aynı zihniyet, imam hatip liseleri dışındaki bütün liseleri ahlaksızlık yuvası olarak görebiliyor ve bunu ifade edebiliyor.
İşte size sözde "muasır medeniyetler" seviyesine yükselmeyi hedefleyenlerin kurmak istedikleri Türkiye...
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2007
1942 kışı... Akşam saat 21.00 sıralarında Marsilya Konsolos Yardımcısı Necdet Kent’in kapısı çalındı. Konsolosluk tercümanı Yahudi Sadi İşcan nefes nefeseydi:
- Almanlar bir sürü Yahudi’yi topladılar ve ölüm kampına yollamak için Saint Charles tren istasyonuna götürdüler.
İkisi birden evden fırladılar. İstasyona vardıklarında tren kalkmak üzereydi. Kapıları henüz kapatılmamış olan hayvan taşımakta kullanılan vagonları "Burada Türk var mı?" diye bağırarak dolaştılar. Son iki vagondan "Biz Türk’üz" diye korku dolu cılız sesler geldi. O sırada istasyon komutanı Alman subay "Siz ne yapıyorsunuz?" diye bağırdı.
- Ben Marsilya Türk konsolos yardımcısıyım. Bu trende vatandaşlarım var. Onları hemen serbest bırakınız.
- Bunlar Yahudi. Emir aldım. Onlar gönderilecek...
Sonra da iki vagonun kapısını kilitlemek istedi.
Necdet Kent daha atik davranarak tercümanla birlikte vagona atladı.
Alman Subay "İnin" dedi. Dinlemediler. Bunun üzerine kapıları kilitledi ve treni hareket ettirdi.
* * *
Olayı duyan Konsolos Bedi’i Arbel gara gelerek Alman komutandan Necdet Kent’le tercümanın Yahudi Türk vatandaşlarını indiremeyince trene bindiklerini öğrendi.
Hemen Büyükelçi Behiç Erkin’i arayıp durumu bildirdi.
Behiç Erkin derhal Gestapo karargáhına gitti ve nöbetçi subaya Vichy Alman Konsolosu Krug von Nidda’yı buraya çağırmasını söyledi.
Bir davette olan konsolos arandı. Biraz sonra Krug von Nidda geldi.
- Sayın ekselansları bu kadar acil ne var? Yoksa Türkiye savaşa mı girdi?
Behiç Erkin sert bir ifadeyle şunları söyledi:
- Sizin istasyon komutanınız benim iki vagon dolusu vatandaşımı ve iki konsolos görevlisini trene kapatıp göndermiş. Vatandaşlarım ve diplomatım o trenden indirilmediği müddetçe beni hiçbir güç yerimden kımıldatamaz" dedi.
Alman konsolos odasına geçerek gerekli temasları yaptı, daha sonra Behiç Erkin’in yanına gelerek "Talimat bekliyorum" dedi.
Kısa bir süre sonra Berlin’den beklenen talimat geldi: "Türk konsolosu ve vatandaşları hemen trenden indirilsin."
Anında tüm istasyonlara gerekli talimat telgrafla bildirildi.
Karanlıklar içinde ilerleyen tren bir istasyonda durdu ve kapılar açıldı.
Alman komutan, Necdet Kent’e "Bu trendeki Türk diplomat siz misiniz?" diye sordu. Olumlu yanıt alınca "Lütfen aşağı iner misiniz?" dedi.
Necdet Kent direndi: "Vatandaşlarımı almadan inmem."
Alman komutan "O zaman onları da indirin" dedi ve arkasını dönüp gitti.
İki vagon bir anda boşaldı ve ölüm treni yeniden hareket etti.
Alman askerler kaybolduğu anda ölümden kurtulan insanlar gözyaşları içinde Necdet Kent’e dokunmak, onu öpmek için etrafını sardılar.
Gestapo karargáhında Yahudi Türk vatandaşların kurtulduğunu öğrenen Behiç Erkin ise Alman konsolosuna dönerek hayatında ilk kez Almanca konuştu:
"Danke Herr von Nidda!"
Alman konsolos saygıyla eğildi ve şunları söyledi:
"Sayın büyükelçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’daki Alman komutanların neden sizi hem sevmediklerini, hem de büyük saygı duyduklarını şimdi anladım. Alman Demir Haç Madalyası doğru insana verilmiş..."
Sonra da sert bir hareketle topuklarını birbirine vurarak selam verdi.
NOT: Bu gerçek öyküyü, torunu Emin Kıvırcık’ın kaleme aldığı Paris Türkiye Büyükelçisi Behiç Erkin’in anılarını içeren "Büyükelçi" kitabından özetlemeye çalıştım. Bu olay, kitaptaki birçok olaydan sadece biri. T.T.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2007
ÖNCEKİ gün eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’le konuşurken uzun zamandan beri bir gazeteci olarak beni rahatsız eden şu gözlemimi dile getirdim: "Başbakan sık sık yazılı basını sorumsuz yayın yapmakla suçlar ama nedense televizyonların yayınlarından söz etmez. Aslında asıl onlar sorumsuz yayın yapıyorlar. Hem de nasıl."
Çiçek, "Haklısınız. Özellikle de küçük kanallar daha çok yapıyorlar. Toplumu gereksiz yere telaşlandırıyorlar. Mesela, işin sonunu düşünmeden Türkiye’nin Irak’a girmesi konusunda gaz verip duruyorlar" dedi.
Bu konuşmanın akşamı televizyonda haberleri izlerken bu rahatsızlığımın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördüm.
İzlediğim kanal büyüklerden biriydi.
Son dakika haberi diye verilen haber şöyleydi:
"Sevgili dinleyiciler, şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Irak’a girdi... Olay Amerikan Associated Press Ajansı tarafından duyuruldu ve bir anda dünya sarsıldı..."
Sunucu haberi öyle abartılı bir üslupla veriyordu ki, sanırsınız dünya savaşı çıktı.
Saat 19.05 filandı. Aslında AP bu uydurma haberi saat 18.05’te vermişti. Kanal bunu almış ve hazırlık yapmıştı.
* * *
Sunucu birden Ankara’ya, Washington’a bağlandı.
Ankara’daki arkadaş biraz daha temkinliydi, "Ankara doğrulamıyor" diyordu.
Sunucu hemen sözünü kesiyor, "Ama yalanlamıyor da değil mi?" diye işin heyecanının kaybolmasını engelliyordu.
Amaç uydurma haberle yükselen reytingin devam ettirilmesiydi.
Hemen Washington’daki arkadaşa döndü.
O, tam sunucunun istediği şeyleri söyledi. Olayı Pentagon da yalanlamıyordu. Demek ki Irak sınırında bir şeyler oluyordu.
Sunucu keyiflendi...
Oysa Reuters yarım saat önce 18.56’da "Operasyon yok" diye haber vermişti.
Ama ona kimse aldırmıyordu. Reyting yükseklerdeydi. Önemli olan da buydu.
Ancak biraz sonra Reuters’in haberini vermek zorunda kaldılar.
Tansiyon birden düştü.
Çünkü Dışişleri Bakanı Gül, Beyaz Saray Sözcüsü Johndroe ve Kuzey Irak Kürtleri de olayın doğru olmadığını açıkladılar.
Genelkurmay da sınır ötesi harekát olmadığını bildirdi.
* * *
Televizyonlar AP’nin yalan haberini yarım saatte yakın kullandı ve hepsi reytinglerini yükseltti.
Sonra haber fosladı, reytingler de normale döndü.
Ancak gazetecilik etiği açısından bakıldığında bu haberle meslek ilkeleri sonuna kadar çiğnendi ve halk yanıltıldı.
Çünkü haber baştan itibaren fostu. Ama televizyonlar, gazetecilik ahlak ve kurallarını bir güzel çiğnediler.
Bu olay şunu gösterdi ki, yazılı basının çok büyük bölümü böyle bir sorumsuzluk içinde olmuyor.
Ama görsel basın, reyting uğruna bunu sık sık yapıyor.
Onun için her geçen gün, "Ben televizyon haberlerini seyretmiyorum, çünkü sinirlerim bozuluyor" diyenlerin sayısı giderek artıyor.
Gazeteci olarak tek canımı sıkan sadece haberler açısından değil, hemen bütün programlarda bu anlayışın giderek televizyonlara hákim olduğunu görmek.
Galiba ben de bundan böyle TV haberlerini izlemeyeceğim.
Öteki programları zaten izlemiyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2007
AKP’liler bilgisizlikten kaynaklanan vahim bir yanlışı sürekli fırına sürüp dururlar. Ne zaman türban konusunda yazı yazsam, AKP’li okurlarımızdan mail yağar.
Hemen hepsi şöyle yazar:
"Sen kadınların örtünmesine karşı çıkıyorsun ama Atatürk’ün annesinin ve eşinin de başı örtülüydü. Onu niye yazmıyorsun?"
Bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışırım.
Ama o kadar çok mail gelir ki, bir süre sonra baş edemeyip işin peşini bırakırım.
Geçtiğimiz günlerde İngiliz The Times Gazetesi’ne verdiği demeçte cumhurbaşkanlığına aday olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün de aynı mantık hatasına düştüğünü okuyunca çok şaşırdım.
AKP’nin ikinci adamı olan Dışişleri Bakanı böyle bir bilgisizlik içinde olamaz diye düşündüm.
Ama böyle bir yanlışı bilerek yapacağını da doğrusu düşünmek istemedim.
* * *
The Times’ın muhabiri Abdullah Bey’e biraz da abuk sorular yöneltiyor:
Örneğin şöyle:
"Atatürk yaşasaydı 22 Temmuz’da AKP için oy verir miydi?"
"Yaptıklarımızın Atatürk’ü gönülden destekleyenlerce de takdir edildiğine eminim."
Muhabir ikinci abuk soruyu yöneltiyor:
"Atatürk’ün eşinizin başörtülü olmasıyla bir sorunu olur muydu?"
Abdullah Bey şu yanıtı veriyor:
"Hayır, neden olsun ki. Onun da eşi başörtülüydü."
Dediğim gibi ya bilgi eksikliği ya da saptırma var bu yanıtta.
Atatürk, Latife Hanım’la 29 Ocak 1923 yılında İzmir’de evlendi.
5 Ağustos 1925’te de boşandılar.
Yani evlilik bir yıl yedi ay sürdü.
Bu evlilik döneminde Avrupa’da eğitim görmüş, İzmir’in en tanınmış ailelerinden Uşakizadeler’in kızı olan Latife Hanım gerçekten bütün kadınlar gibi başını örtüyordu.
Örtüyordu, çünkü o tarihlerde henüz kılık kıyafet devrimleri yapılmamıştı.
Atatürk 25 Kasım 1925’te bu kanunları çıkarttı ve kadınların modern giyime kavuşmalarını sağladı.
Bu devrimler Atatürk ile Latife Hanım boşandıktan yaklaşık 3 ay sonra yapıldı.
Abdullah Gül bu bilgilere, bilgisayarına uzanıp iki dakikada rahatlıkla ulaşabilir.
Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığına aday olmuş bir Dışişleri Bakanı böyle vahim bir hata yapmamak için bu kadarlık bir zahmete katlanmalıdır.
* * *
Aday listeleri konusuna da kısaca değinmekte yarar var.
Bence Tayyip Bey, Nazlı Ilıcak’ı listelere almayarak siyasal yaşamının en doğru işini yaptı.
Çünkü Nazlı Hanım, hem gazeteci hem de siyasetçi olarak daima sorun çıkaran bir karaktere sahip.
Milletvekili olsaydı Tayyip Bey’in başını çok ağrıtırdı. (Fazilet Partisi’nin kapatılmasında rolü büyüktü.)
Listeler üzerinde her seçimde olduğu gibi yine yoğun tartışmalar yaşanıyor.
Bu doğaldır. Bir hafta sonra her şey sütliman olur.
Ancak gördüğüm kadarıyla Demokrat Parti listelerinde büyük hatalar var.
Bunun faturasını sandıkta ödeyebilirler.
Yazının Devamını Oku