Tufan Türenç

Leyla Zana’yı tedirgin eden de o slogan...

29 Ocak 2007
HRANT Dink’in kilisedeki cenaze töreninde Marmara Vakfı Başkanı Akkan Suver kendisine ayrılan yere oturdu. Biraz sonra yanındaki sandalyelere Leyla Zana ile Orhan Doğan geldi.

Akkan Suver ile Leyla Zana ve Orhan Doğan tanışmadıkları için sadece selamlaştılar.

Biraz sonra Leyla Zana "Siz Akkan Suver’siniz değil mi?" diye lafa girince aralarında ilginç bir konuşma geçti.

Her ikisi de Hrant Dink’in kurşunlanarak öldürülmesine çok üzülmüşlerdi.

Bu cinayetin ülke barışına büyük darbe indirdiğine inanıyorlardı.

Leyla Zana, Akkan Suver’in beklemediği bir düşüncesini açıkladı:

"Akkan Bey cenaze yürüyüşünde atılan ’İnadına Ermeniyiz’ sloganı beni rahatsız etti. Bu sloganı ülke barışı açısından çok yanlış buluyorum. Ben çıkıp ’İnadına Kürdüm’ diye bağırsam, siz de ’İnadına Türküm’ diye bağırsanız ne olacak? Bu zıtlaşma, yaratmaya çalışılan uzlaşma ve barış iklimini yok etmez mi? Onun için bu slogan beni çok tedirgin etti. Bunu yanlış ve gereksiz buluyorum."

O sırada tören başladı ve konuşma yarıda kaldı.

* * *

Tören bittikten sonra birlikte kiliseden çıktılar.

Akkan Suver, Leyla Zana’ya şöyle dedi:

"Leyla Hanım, siz içerde bana çok önemli bir şey söylediniz. Ben de aynı düşüncedeyim. Sizin bunları söylemeniz beni ülke barışı açısından sevindirdi."

O sırada yanlarında yürüyen Orhan Doğan da Leyla Zana’ya katıldığını belirterek, "Akkan Bey biz aynen böyle düşünüyoruz" dedi.

Akkan Suver bu konuşmayı anlatırken "Her ikisi de çok nazik ve dikkatli davranıyorlardı. Doğrusu bundan çok etkilendim" dedi.

Hiç kuşkusuz yıllar, yaşananlar insanları daha gerçekçi ve daha sağduyulu çizgilere taşıyor.

Özellikle de bu topraklara ait olan tüm insanlar, etnik kökenleri, dinleri ne olursa olsun, aynı potada eriyip bir bütün oldukları gerçeğini yüreklerinde ve mantıklarında duyuyorlar.

İnsanlarımızın bu ülkede rahat ve huzur içinde yaşamaları için tek çıkar yol, demokrasiye ve ortak değerlere sahip çıkılmasıdır.

* * *

Terör, ülkemizin baş belasıdır. Barış ve uzlaşı iklimini hiç sevmez. Tek gıdası nefrettir.

Toplumda nefret ne kadar yaygınlaşır ve derinleşirse işi o kadar kolaylaşır.

Teröre karşı gerçek zafer hoşgörü toplumu yaratılabildiği zaman kazanılır.

Her cinayetin arkasında derin devleti görmek, halkın devlete olan güvensizliğidir.

Başbakan’ın derin devlet konusunda bir üçüncü kişi gibi konuşması şaşırtıcıdır.

Başbakanlar ülkeyi yöneten insanlardır. Dağ başında kaybolan üç koyunun hesabı bile onlardan sorulur.

Başbakan’ın, derin devlet konusunda her tarafa çekilebilecek sözler söylemeye hakkı olmamalıdır.

Derin devlet varsa ve cinayetlerin sorumlusuysa, Başbakan’ın o derin devleti darmadağın etmesi gerekir.

Edemiyorsa o koltukta oturmamalıdır.
Yazının Devamını Oku

Saygun ve Stravinski’nin paylaştığı yazgı...

27 Ocak 2007
ADNAN Saygun’un 3. Senfoni’si bittiğinde ünlü orkestra şefi Alexander Rahbari ter içinde kalmıştı.<br><br>İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı gözleriyle kutladıktan sonra salona döndü ve gülümseyerek izleyicileri selamladı. Bu zor senfoniyi orkestra mükemmel çalmış, Rahbari de olağanüstü yönetmişti.

Buna rağmen salondan yükselen alkış sesleri, beklenen coşkuyu yansıtmıyordu.

Rahbari önce yorulan kollarını birkaç kez silkeledi, sonra da seyircilere alkışı kesmeleri için işaret etti:

"Bundan 15 yıl önce Paris’te Stravinski çalınırken izleyicinin büyük kısmının konseri terk ettiğini gördüm. Çünkü onun müziği kulaklarına hoş gelmemişti."

Rahbari yarı yarıya boş olan salonda gözlerini gezdirdikten sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Ama şimdi Paris seyircisi Stravinski’yi büyük bir beğeniyle izliyor. Onun müziğine alıştılar. Adnan Saygun’un müziği de Stravinski’ninki gibi zor."

* * *

Rahbari, Saygun’
u dinlemek kadar çalmanın da zor olduğunu söyledi.

"Kısa bir süre sonra
Saygun’un müziğine alışacaksınız ve onu beğeniyle dinleyeceksiniz. Çünkü Saygun büyük bir bestekár. Değeri anlaşılacak" dedi.

Aynı yazgıyı paylaşan bu iki müzik adamından önce Stravinski’yi anlatalım. Rus besteci (1882-1971) aynı zamanda piyanist, orkestra şefi ve müzik yazarıydı. Doğduğu St. Petersburg’da hukuk okurken müzikle de uğraşıyordu.

1904’te yazdığı piyano sonatı Korsakov tarafından beğenilince kendisini bütünüyle müziğe verdi.

1913’te yaşamaya başladığı Fransa’da "Bahar Ayini" adlı yapıtı çalındığında büyük bir skandala neden oldu.

İzleyicinin yarısı yapıtı beğendi, yarısı protesto etti. Kavgalar çıktı.

Eleştirmenler bu bale müziğini "bestecinin yaradılışındaki barbarlığın dışa vurumu" olarak niteledi.

Stravinski çok ritimli, çok tonlu bir teknik kullanıyordu, bu nedenle insanlar onun müziğini yadırgıyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’ya yerleşen Stravinski’nin müziği, Rahbari’nin belirttiği gibi zaman içinde anlaşılıp sevildi.

* * *

Gelelim yine Rahbari’nin dediği gibi Stravinski’yle aynı yazgıyı paylaşan Adnan Saygun’a...

Saygun, cumhuriyetin yetiştirdiği en ünlü bestecilerden biridir.

En ünlü yapıtı "Yunus Emre Oratoryosu" olan, operalar, konçertolar, senfoniler, kantatlar, sonatlar, piyano parçaları besteleyen Saygun, ilk Türk operası "Öz Soy"un da bestecisidir.

Müziği Stravinski gibi zor anlaşılır ve yadırgatıcıdır.

O nedenle insanlar, yapıtlarının çalındığı konserlere pek itibar etmezler.

İran asıllı, halen Viyana’da yaşayan ve dünyanın en ünlü orkestralarını yöneten Rahbari, konserler için sık sık Türkiye’ye de gelir.

Bu değerli orkestra şefinin son cümlesi şöyleydi:

"Ben bir orkestra şefi olarak Adnan Saygun’un büyük bir müzisyen olduğunu biliyorum ve bir gün sizlerin de onu beğeniyle izleyeceğinize eminim."

Bakalım ünlü şef Rahbari’nin Saygun’la ilgili öngörüsü, çoksesli müzik alanında sınırlı izleyiciye sahip olan Türkiye’de ne zaman gerçekleşecek?

Çünkü bu günlerde andığımız Saygun ile Türk bestecilerini biz anlamadan, sevmeden, onları dünyaya sevdiremeyiz.
Yazının Devamını Oku

Cem İpekçi’nin adını kim ’İsmail Cem’ yaptı

26 Ocak 2007
1963 yılında Milliyet Gazetesi’nde çalışmaya başlayan gencin önemli bir ayrıcalığı vardı. Lozan Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüş, Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde de siyaset sosyolojisi masteri yapmıştı.

Hem İngilizcesi, hem de Fransızcası mükemmel olan bu gencin adı Cem İpekçi’ydi.

O yıllarda iki dil bilen ve çok iyi eğitim görmüş gazeteci sayısı bugünkü gibi fazla değildi.

Bunun da ötesinde, genç Cem İpekçi’nin önemli bir ayrıcalığı daha vardı.

Gazetenin efsanevi genel yayın müdürü, ünlü gazeteci Abdi İpekçi’nin yeğeniydi.

Cem İpekçi, yaptığı sosyal içerikli inceleme ve araştırmalarıyla kısa zamanda sivrilmeyi başardı.

O artık Babıáli’de yeni bir ses, yeni bir soluktu.

* * *

Yıldızını parlatan ilk yazısını hazırlayıp yazı işlerine verdiği gün, onun yaşamını etkileyecek bir olay yaşandı.

Yazıyı alan Abdi İpekçi’nin yardımcısı ünlü gazeteci Turhan Aytul, bu genç adama gözlerini aça aça şöyle dedi:

"Bak delikanlı! Sen genç bir adamsın. Mesleğinin daha başındasın. İpekçi soyadı seni ezer. Meslek yaşamın boyunca Abdi İpekçi’nin gölgesinde kalırsın."

Genç adam şaşırmıştı ama karşısındaki gazetecinin söylediklerinin doğru olduğunu hemen anladı.

"Haklısınız... Ama ne yapabilirim?" diye sordu.

Turhan Aytul kararlılıkla şu öneriyi yaptı:

"Bak kardeşim, ben senin yerinde olsam İpekçi soyadını kullanmam."

Sonra şu soruyu sordu:

"Senin başka bir adın yok mu? Göbek adı gibi filan."

"Var...
İsmail."

Turhan Aytul’un gözleri parladı:

"Tamam işte... Bundan sonra sen yazılarında İsmail Cem adını kullanacaksın."

Ve hemen yazının üzerindeki Cem İpekçi adını silerek İsmail Cem yazdı ve yazıyı dizgiye gönderdi.

Bu olaydan sonra Cem İpekçi adı kullanılmadı. Genç gazeteci, İsmail Cem olarak ün yaptı.

* * *

İsmail Cem
ile yıllarca Milliyet’te çalıştık.

Tertemiz yüzlü, aşırı nazik bir insandı. İnsanlarla ilişkileri son derece içtenlikliydi.

1973 seçimlerinden sonra kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti, onu TRT Genel Müdürlüğü’ne getirdi.

İsmail Cem yepyeni bir TRT yarattı ve tüm Türkiye’nin tanıdığı bir insan oldu.

Yıllar sonra İsmail Cem’le Güneş Gazetesi’nde yeniden beraber olduk.

1987 yılında da politikaya atılarak milletvekili seçildi ve üç dönem parlamentoda görev yaptı.

1995’te Kültür Bakanı, 1997’de de Dışişleri Bakanı oldu.

Çok başarılıydı.

Atina’da geniş gazeteci grubunun katıldığı bir toplantıda onun Yunanistan’da büyük bir saygınlığı olduğunu görmüş, bir Türk ve bir meslektaş olarak hepimiz bundan gurur duymuştuk.

Yeteneğiyle, donanımıyla bu ülkeye daha uzun yıllar yararlı hizmetlerde bulunabilirdi.

Ama o lanet hastalık, İsmail Cem’i erkenden alıp götürdü.

Ölümü Türkiye için büyük kayıptır.
Yazının Devamını Oku

Irkçılığı önleyemezsek cinayetler sona ermez

24 Ocak 2007
ÖNCELİKLE şunu söylemekte yarar var: Türk toplumu bu iğrenç cinayetin karşısında durması gerektiği gibi durdu.<br><br>Milletimizin dünyaya önemli ve anlamlı bir mesaj verdi. Hrant Dink on binlerce insanın gözyaşları ile son yolculuğuna uğurlandı.

Bu hüzün dolu ama olağanüstü güzel tablo, cinayeti işleyen çağdışı anlayışa karşı anlamlı ve kararlı bir duruşun göstergesidir.

Fanatikler ne yaparsa yapsın Türk ve Ermeni milletleri birbirine düşman olmuyor, birbirine kin beslemiyor.

Ve birbirini seviyor.

Çünkü aynı toprakların ürünü olan bu iki millet yüzyıllardan beri aynı yazgıyı paylaşmışlar.

Ondan da önemlisi aynı kültürün, aynı çilelerin içinde yoğrulmuşlar.

Diplomatımızı katleden Ermeni fanatikler bile başaramadı bu milleti birbirine düşürmeyi...

Atalarının hoşgörü geleneğine ihanet eden bu milletin içinden çıkmış fanatik ırkçılar da başaramayacak.

Bu iki millet birbirini sevmeye devam edecek.

* * *

Hrant Dink cinayetinin bizi en fazla düşündürmesi gereken yönü Trabzon’daki endişe verici oluşumlardır.

Burada Trabzon polisinin ihmali akıl almayacak ve kabul edilmeyecek kadar büyüktür.

Bu güzel kenti, cinayetler üreten bir karargáh haline getirenler nasıl bu kadar başıboş bırakılmış.

Yasin Hayal McDonald’s’ı bombalayıp 6 kişinin yaralanmasına neden olmuş.

Çeçenistan’a gidip bomba eğitimi almış.

Bir yerlerden aldığı talimatlar doğrultusunda gepegenç çocukları toplayıp onları önce eğitmiş, sonra ellerine silah verip cinayete yönlendirmiş.

Trabzon’daki hücreyi oluşturan ve yöneten Yasin Hayal bu kadar suçu olmasına rağmen nasıl başıboş bırakılmış?

Bağlantıları bile merak edilmemiş.

Kent yöneticilerinin bu ilgisizliği basit bir ihmal olarak görülemez.

* * *

Trabzon Valisi, Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı bunca yıl ne yapmışlar?

Kentte olup biteni nasıl bu kadar görmezden gelebilmişler?

Bunu nasıl başarmışlar?

Ülkeyi yönetenler bunu ciddi olarak düşünmek zorundadır.

Yasin Hayal’in babasının söyledikleri aslında bu hücrenin arkasında birilerinin olduğunun mantıksal ipucunu veriyor.

Baba Hayal şöyle diyor:

"Biz yoksul insanlarız. Yasin’in cep telefonu bile yok. Tabanca parasını nereden bulsun da ona tabanca versin?"

Geçen gün de yazdım, bir kez daha vurgulamakta yarar var.

Emniyet güçleri Trabzon’daki rahip cinayetini ciddi bir şekilde ele almadılar.

Dahası olayı basite indirgeyip dosyayı kapattılar

Cinayetin perde arkasındakilere ulaşılabilseydi bugün Hrant Dink yaşıyor olabilirdi.

İşin esas endişe verici boyutu da aynı tehlikeli anlayışın bazı yöneticiler tarafından da paylaşıldığıdır.

Emniyet örgütünü bu anlayıştan temizleyemezsek hepimizi üzen, ülkemizi yaralayan cinayetlerden kesinlikle kurtulamayız.
Yazının Devamını Oku

Trabzon’daki hücre mutlaka çözülmeli

22 Ocak 2007
BELLİ ki Trabzon’da bir cinayet hücresi oluşturulmuş ve bu hücre bugüne kadar dağıtılmamış. Kentte çeşitli eylemler yapan, rahip Andrea Santoro’yu 16 yaşında bir çocuğa kurşunlatan bu hücre, Hrant’ı da 17 yaşında bir çocuğa öldürtmüş.

Hedeflerine bakıldığında hücre elemanlarının "Türk-İslam sentezi" düşüncesine yakın oldukları kuşkusu doğuyor.

Eylemlerini de bu sentezin hedefleri olabileceklere karşı gerçekleştiriyorlar.

Hedefler İslamiyet’e ve Türklüğe zarar verdiğine inandıkları misyonerler, azınlıklar ve yabancılar...

Bunlarla mücadele şekli de seçilmiş: Şiddet kullanarak bu kesimlerden seçilen kişileri yok etmek.

Rahibin de, Hrant Dink’in de katledilmesinin aynı hücrenin işi olduğu tartışmaya gerek kalmayacak kadar açık.

Hücrenin karargáhının Trabzon olduğu da aynı şekilde kesin.

Eğer Rahip Santoro cinayetine, "Vuran meczup bir çocuk... Kişisel bir eylem... Rahibi para vermediği için öldürmüş..." gibi olayın önemini ve vahametini örtbas eden bir anlayışla yaklaşılmasaydı bugün Hrant Dink yaşıyor olabilirdi.

Bu açıdan değerlendirildiğinde güvenlik güçlerinin affedilmez bir hata yaptığı ortada.

* * *

Trabzon’daki cinayetin ve olayların üzerine ciddiyetle gidilmedi.

Oradaki hücre yapılaşması irdelenmedi. Bu yapılaşmayı oluşturanlar, finanse edenler ve eylemlere yönlendirenler ortaya çıkarılmadı.

Bugün bunun faturalarını toplum olarak, ülke olarak ödüyoruz.

Her iki cinayet için seçilen tetikçiler çocuk denecek yaşta.

Cahiller, yoksullar ve işsiz güçsüzler.

Okulla ilişkileri olmayan bu çocuklar, internet kafe bağımlısı.

Hücrenin buluşma yeri de internet kafeler.

Anlaşıldığı kadarıyla bu hücre, internet kanalıyla bir yerlerden talimat alıyor ve o talimatları uyguluyor.

Bu çocukları kim eğitiyor, bunlara silahı kim temin ediyor ve bunları kim finanse ediyor?

Tetikçinin yakalanması yetmez, bu soruların yanıtlarını bulmak gerekiyor.

Bu hücreyi kimlerin yönettiğini ortaya çıkarmak gerekiyor.

Hrant Dink cinayetinin de, Rahip Santoro’nunki gibi havada bırakılacağından endişe ediyorum.

Başbakan bu cinayet soruşturmasını kana bulaşmış bütün eller ortaya çıkarılıncaya kadar bizzat izlemeli.

Türkiye’nin dünya gözünde aklanmasının başka yolu yok.

* * *

İki önemli noktaya daha dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi 301’inci madde...

Bu maddeye dayanarak açılan davalar ve yapılan yargılamalar bazı insanların hedef olarak ortaya atılmasından başka bir işe yaramadı.

Bu anlayış sürer, 301’inci madde saçmalığı düzeltilmezse daha birçok aydının, yazarın, çizerin hedef olarak ilan edilmesi kaçınılmaz olur.

Hükümet acilen bu konuda gerekeni yapmalı.

İkincisi, bu MOBESE kameraların çok önemli olduğu bu cinayette görüldü. Bunları daha yaygın hale getirmek gerekiyor.

Eğer tetikçinin görüntüsü MOBESE kameralar tarafından saptanıp kamuoyuna gösterilmeseydi Hrant Dink’in katili hálá aramızda dolaşıyor olabilirdi.
Yazının Devamını Oku

Kurşunlar hem Hrant’a hem Türkiye’ye sıkıldı

20 Ocak 2007
HRANT Dink’e sıkılan kurşunlar onun ölümüne yol açtı ama aynı kurşunlar Türkiye’yi de ağır yaraladı. Bu saldırı için öyle bir zamanlama seçildi ki, Ermeni iddialarına karşı Türkiye’nin bütün haklı tezleri çürütüldü.

Türkiye’nin soykırım iftiralarına karşı sürdürdüğü mücadele gücünü yok etti.

Sanırım Türkiye’yi soykırım suçlusu olarak damgalatmayı amaçlayan Ermeni diasporasının işini çok kolaylaştırdı.

Hiç kuşku yok ki, Ermeni soykırım iddiaları artık Amerikan Kongresi’nde hiç tartışmasız geçer.

Bununla da kalmaz, Batılı ülkelerin bütün parlamentolarında art arda bu iddialar yasalaşır.

Türkiye’nin bugüne kadar yaptığı mücadelelerin ve alınan sonuçların tümü paramparça olup gitti.

Bu suikastı planlayan alçaklar hiç kuşkusuz en büyük fenalığı Türkiye’ye yaptılar.

Bu konuda Hrant’tan daha önemli bir hedef olamazdı.

Onun için onu katlettiler.

* * *

Hrant Dink Türkiye’ye aklıyla, gönlüyle bağlı bir vatandaştı.

Tıpkı ataları gibi milleti sadıkanın yürekli bir temsilcisiydi.

Her zaman, her yerde Türk-Ermeni kardeşliğini savunur, bu iki milletin birbirinin parçası olduğunu söylerdi.

Bunu her platformda korkusuzca yapardı.

Onun için fanatik Ermeniler onu Türkiye yanlısı olduğu gerekçesiyle suçlarlardı.

Son suikast, iki halkın kardeşliğini savunan Hrant’ın her iki tarafın fanatiklerinin hedefi haline geldiğini gösteriyor.

Onun için ona kurşun sıktılar.

Hem onu susturdular, hem Türkiye’yi sesi soluğu çıkamaz hale getirdiler.

Ermeni diasporasının hazırlattığı Ararat filmi piyasaya sürüldüğünde çılgına dönmüştü.

O günlerde bir konserde karşılaşmıştık.

Çok üzgündü. Ağzını bıçak açmıyordu.

Duyduğu öfkeyi şöyle dile getirmişti:

"Hepsinin Allah belasını versin. Bunların hepsi sersem. İki halkın kardeşliğini torpilliyorlar. Atom’a (filmin yönetmeni), yapımcılara, destek verenlere hepsine bağırdım çağırdım, belalar okudum."

* * *

Onu teselli etmek durumunda kalmış, şöyle demiştim:

"Üzülme. Göreceksin amaçlarına ulaşamayacaklar. O filmin bir etkisi olmayacak. Türklerle Ermenilerin birbirini sevmelerine kimse engel olamaz."

Hrant Dink
genel yayın yönetmeni olduğu gazetede de daima fanatiklere karşı çıkar, onları eleştirirdi.

Şimdi Türkiye bütün olanaklarını seferber edip bu kanlı cinayeti işleyeni ve onun arkasındakileri en kısa zamanda ortaya çıkarmalıdır.

Eğer bundan öncekiler gibi bu cinayetin de suçluları bulunmazsa Türkiye’nin aldığı yaralar daha da derinleşir.

Türk güvenlik güçlerine çok büyük bir görev düşüyor.

Hükümet, Dışişleri bütün dünyaya bu cinayetin Türkiye’yi yasa boğduğunu anlatmalı.

Türk halkı Hrant’ın cenazesinde cinayete karşı duyduğu nefreti gösterecek bir katılım gerçekleştirmeli.
Yazının Devamını Oku

Bırakın konuşsunlar

19 Ocak 2007
"BEN konuşan Türkiye’yi arıyorum..."<br><br>Bu slogan Demirel’in yasaklı olarak dört duvar arasında oturduğu günlerdeki feryadıydı. "Konuşan Türkiye"nin, yani demokrat Türkiye’nin değerini konuşmasının yasak olduğu yıllarda herkesten daha fazla anlamıştı Demirel...

Daha sonra yasaklar kalktı ve Türkiye daha fazla konuşur hale geldi.

Ama hálá tam anlamıyla konuşamıyor Türkiye.

Bazı konular hálá ambargolu.

Oysa herkes, ama herkes aklındaki, vicdanındaki sesi hiç sakınmadan söyleyebilmeli.

Herkes de bu konuşmaları olgunlukla ve sabırla dinleyebilmeli.

Öfkelenmeden, bağırmadan...

Konuşanı şiddet kullanarak susturmaya kalkmadan...

Söylenenlere katılsak da katılmasak da, işimize gelse de gelmese de konuşmanın kutsallığına saygılı olmalıyız.

Eğer saygın, demokrat bir toplum olacaksak "Konuşan Türkiye"yi inançla yaratmalıyız.

* * *

Benim çocukluğum hep yasaklarla geçti.

Biz komünist sözcüğünden öcü gibi korkardık.

Bizi öyle koşullandırmışlardı.

1961 Anayasası sayesinde bu korku azaldı.

Birdenbire o güne kadar alışmadığımız, bilmediğimiz bir özgürlük havası doldu ciğerlerimize.

Ama bu güzel günler 12 Mart 1971’deki müdahale ile kapkara bir kabusa dönüştü.

Bir gecede binlerce insan evlerinden alınıp cezaevlerine tıkıldı.

Ben gepegenç bir gazeteci olarak İlhan Selçuk, Çetin Altan ve daha pek çok yazar ve aydının yargılanmalarını izlemek zorunda kaldım.

Uzun, çok uzun yıllar "Susan Türkiye"yi yaşadık.

Tam biraz nefes alır gibi olduk, bu kez de 12 Eylül 1980 darbesi geldi vurdu.

Yine susmak zorunda kaldık.

Bütün bu suskunluk dönemleri Türk demokrasisinin cılız ve bodur kalmasına neden oldu.

Onun için diyorum ki şiddeti içermedikçe bırakın isteyen istediğini söylesin.

Herkes, ama herkes kafasındakileri açıklasın, yüreğindekileri döksün.

* * *

Konuşulanları beğenmeyenler de konuşsun. Onlar da düşüncelerini açıklasın.

Onlar da karşıt görüşlerini ileri sürsünler.

Bağırmadan, saldırmadan yapsınlar bunu.

Sadece kendimiz gibi düşünenlerin konuşmasına izin veren bir demokrasi demokrasi olmaz.

Bu olgunluğa ulaştığımız zaman aramızda kemikleşen sorunların yumuşadığını görürüz.

Çözülemez sandığımız anlaşmazlıkların giderek azaldığına tanık oluruz.

Bu bizi daha hoşgörülü, daha uygar bir toplum haline getirir.

Kavgalar, itişmeler, kakışmalar son bulur.

Toplumun itici gücü daha da güçlenir, insanlarımız daha üretken, daha yaratıcı olur.

O zaman Türkiye dünyada daha saygın bir yer elde eder.

"Konuşan Türkiye"ye ambargo koymak bu ülkeye yapılan, yapılacak en büyük kötülüktür.

Aynı zamanda tarihin hoşgörü imbiğinden süzülüp gelen bu topluma karşı en büyük haksızlıktır.
Yazının Devamını Oku

İstanbul artık bir dipsiz kuyu

17 Ocak 2007
YILLARDAN beri sürdürülen baştan aşağı yanlış ve popülist yönetimler nedeniyle perişan hale getirdiğimiz İstanbul’u artık hiçbir önlem kurtaramaz. Ne vize, ne de plaka sınırlaması...

Her şeyden önce İstanbul’a devleti getirip oturtmak gerekir.

Kenti talan etmek isteyenlere...

Dağa taşa gecekondu konduranlara...

Ormanları yok edip kaçak villalar, siteler yapan ve bunları milyon dolarlara satanlara...

Kaçak apartman, kaçak gökdelen dikenlere...

Güzelim Boğaz’ı betona dönüştürenlere...

Ve de her türlü yasadışı işi elini kolunu sallayarak yapanlara...

İşte bunların tümüne dur diyen, yakasına yapışıp hesap sorabilen devleti egemen kılmak gerekir.

Çünkü İstanbul’da devlet yok.

Daha acısı devleti takan yok...

* * *

Ben çocukken İstanbul surlarda biterdi.

Karşı taraf da Kadıköy ve Üsküdar’dan ibaretti.

Fenerbahçe ile Kızıltoprak’tan ilerisi yazlıktı. Oralara misafirliğe gece yatımına gidilirdi.

Boğaz’ın her iki yakasının sadece kıyılarında küçük yerleşimler vardı.

Bugünkü varoşların hiçbiri yoktu. Oralar göz alabildiğine çayır, bağ bahçeydi.

O zamandan bu yana İstanbul neredeyse yirmi misli büyüdü.

Şimdi artık yönetilemez, uçsuz bucaksız ve kanunsuz bir metropol oldu.

Bir yerden bir yere gitmek işkence haline geldi.

Vizelerle, sınırlamalarla filan bu işin altından kalkılamaz.

İstanbul’u tek rahatlatacak olay metro ile yeni yollar açmak.

Belediye metro inşaatına bütün olanaklarıyla yüklenip bir an önce ağı genişletmeli.

Yeni yollar açıp ulaşım seçeneklerini çoğaltmalı.

Deniz ulaşımını daha verimli hale getirmeli.

İnsanlar bir yere ulaşmak için otomobillerini kullanmak zorunda kalmamalı.

Bugün, uygar ülkelerin metropolleri arasında metrosu olmayan bir tek kent yok.

Vize, sınırlama çözüm olamaz.

Çünkü demokrasi yasaklarla bağdaşmaz.

Aziz Nesin’e saygısızlık

NEDENSE toplumumuzda ilkel hoyratlıklar hiç bitmiyor.

Aziz Nesin Vakfı’ndaki olayın tamamen iftira olduğu ortaya çıktı.

Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Aziz Nesin kimsesiz çocukların yetişmesi için kurmuştu o vakfı.

Varını yoğunu kendisi ve ailesine değil, o vakfa bağışlamıştı.

Kitaplarından gelen paraları kuruşuna kadar vakıftaki çocuklara harcardı.

Birileri nedense kutsal amaçlarla kurulmuş bu vakfı karalamak için bir tecavüz iftirası atıyor, devlet de hoyratça üzerine gidiyor.

Bu düşmanlık niye ve kime?

Devletteki bu bitmeyen anlamsız kinin nedenini anlamak imkánsız.

Bu olay Türkiye’nin hálá bir hukuk devleti olamadığını bir kez daha gösterdi hepimize.
Yazının Devamını Oku