12 Şubat 2007
BENİM bu işe aklım ermiyor. Biliyorum, sizin de ermiyor. İşin ilginci bu işin uzmanlarının yazılarını okuduğumda onların da aklının ermediğini görüyorum. Hükümetin açıklamalarına bakarsanız rakamlar çok çok iyi.
Bu rakamlara, resmi rakamlar oldukları için uzmanlar da pek bir şey diyemiyorlar.
Ama herkes, hepimiz, bu rakamların 6 yıldır çile çeken, sıkıntı içinde yaşayan yoksul kesimlerin tenceresine bir katkı sağlamamasına bir gerekçe bulamıyor.
Örneklerle anlatalım:
Bugün çalışanların ücretleri, ülke ekonomisinin bu kadar büyümesine, kişi başına milli gelirin 5.300 dolara yükselmesine rağmen hálá 2000 yılı ücretlerinin altında.
Gelir dağılımında bir düzelme yok. Bu durumda büyüme artsa da milli gelirden en büyük payı hálá zengin kesim alıyor.
İşsizliğe bakıyorsunuz, o da felaket. Hele kentlerde oran çok daha yüksek.
Oysa hükümet vergi gelirlerini ciddi şekilde artırdı.
Özellikle de daha çok orta direk tarafından ödenen dolaylı vergiler... Bunlar vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturuyor.
Yani toplanan vergilerin yükünü orta gelirli insanlar çekiyor.
"Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi toplama" kuralı ciddi şekilde çiğneniyor.
* * *
İşin bir başka akıl ermeyen bir yanı daha var.
Enflasyon...
Yani bir ilan edilen resmi enflasyon var.
Bir de vatandaşın cebini yakan, yavrularına istediklerini alamayan anne-babaların boynunu büken enflasyon.
Bunun hangisi gerçek?
Kamu-Sen tarafından yapılan "Yoksulluk ve açlık sınırı araştırması" acı gerçeği bütün açıklığıyla gösteriyor.
Ocak ayı hesaplarına göre bir işçinin yoksul sayılmaması için ayda 1.107 YTL kazanması gerekiyor.
Bu rakam bir önceki aya göre yüzde 5.63 oranında artmış.
Yani sokaktaki enflasyon aylık 5.63...
Türkiye İstatistik Enstitüsü’nün ilan ettiği yüzde 1-2 arasındaki aylık enflasyonun neredeyse 5 katı.
Kamu-Sen bu araştırmayı Türkiye İstatistik Enstitüsü’nün rakamlarına göre belirliyor.
* * *
Rakamlara göre, enflasyon, faizler düşüyor, borcumuz azalıyor (bu da bir garip iş. AKP iktidara geldiğinden bu yana toplam borcumuz 150 milyar dolar artmış), kişi başına milli gelir iki kat artmış.
İyi güzel de, bütün iyi göstergelere karşın halk daha fakirleşmiş.
Çiftçi feryat ediyor, esnaf kepenk kapatıyor, memur, emekli geçinemiyor, küçük sanayici ağlıyor, tekstil, turizm girişimcileri, ihracatçı battık, bittik diyor.
Sokaklar işsiz dolu...
Soygun, kapkaç, hırsızlık, tecavüz ve cinayetler ürkütücü boyutlarda.
AKP’nin ne pahasına olursa olsun mücadele edeceğim dediği yoksulluk, yolsuzluk ve hukuksuzluk almış başını gidiyor.
Umut dağıtmak bir iktidarın uygulaması gereken psikolojik bir propagandadır ve doğrudur.
Ama bu gerçek bir umut olmalı, Kaf Dağı’nın arkasındaki umut olmamalı.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2007
KONUŞMACI olarak çağrıldığım her toplantıda aynı sorularla karşılaşıyorum: - Magazin ağırlıklı haberler ve programlar medyada yozlaşmaya neden olmuyor mu?
- Bugün ülkemizin içine düştüğü durumdan medya sorumlu değil mi?
Bu sorulardan anladığım, okur veya izleyici, yozlaşma olarak tanımladığı oluşumda kendisini suçlu olarak görmüyor.
Ben yazılı ve görsel basının bazı yanlışlar içinde olduğunu söylüyorum, ama bunun çok büyük oranda halkın tercihlerinden kaynaklandığını anlatıyorum.
Salondakiler önce tepki gösteriyorlar. Onun üzerine bazı örnekler veriyorum.
Bu, gerçekten komik olan örneklere önce gülüyorlar. Ama yüzlerinden bana hak verdiklerini anlıyorum.
Örneğin, tüm TV ekranlarını gece boyu dolduran dizilerin ne kadar reyting yaptıklarını anlatıyorum.
Şiddet içeren, duyguları sömüren bu dizilerin tek amacının yüksek reyting yakalamak olduğunu...
Yeniden başlayan "Kurtlar Vadisi", "Binbir Gece" gibi dizilerin reytinglerinin derbi maçlarınkileri bile geride bıraktığını...
Sabahları saatlerce süren kadın programlarının da özellikle kadın izleyicileri ekranlara kilitlediğini...
Bu programların içinde biraz düzeyli olanların ise tutmayıp hemen yayından kaldırıldığını...
Uzun uzun anlatıyorum. Pek itiraz olmuyor.
* * *
Yazılı basında en fazla okunan haberlerin, magazin ağırlıklı haberler olduğu konusunda yine örnekler veriyorum.
Örneğin, varoşlarda yaşayan insanların kendi sorunlarıyla ilgili haberlerle hiç ilgilenmediklerini, zenginlerin, artistlerin yaşamlarını okuduklarını anlatıyorum.
Gazetelerin internet sitelerine girenlerin, her gün en çok tıkladıkları ve okudukları haberlerin magazin haberleri olduğu konusunda rakamlar veriyorum.
"Hani o düzeyli beraberlikler var ya, işte onlarla ilgili haberler ciddi haberlerin üç misli fazla tıklanıyor" diyorum.
Biraz şaşırıyorlar.
Bazı davetlerde "creme de la creme"in (elitler) sürekli magazin haberlerinden şikáyet ettiklerini, ama o kesimin de en çok o tip haberlere ilgi duyduklarının araştırmalarla saptandığını vurguluyorum.
* * *
Medya Takip Merkezi'nin araştırmalarını, her toplantıda örnek olarak gösteriyorum.
Her ay yapılan bu araştırmaların hepsinde medyada en fazla yer alan ünlülerin artist, şarkıcı ve mankenler olduğuna ilişkin rakamları okuyorum.
Bu konudaki 1600'ü aşkın gazete, dergi, TV ve internet sitesi incelenerek hazırlanan ocak ayı bulgularına göre yapılan sıralamayı sizlerin de dikkatinize sunmak istiyorum:
Hülya Avşar basında 1861 habere konu oldu, 31 saate yakın ekranlarda kaldı.
İkinci olan Sezen Aksu, medyada toplam 1576 defa haber oldu ve 18 saat ekranlarda yer aldı.
İlk ona giren öteki ünlülerin sıralaması ise şöyle: Bülent Ersoy, İbrahim Tatlıses, Peker Açıkalın (Gaffur), Mehmet Ali Erbil, Gülben Ergen, Demet Akalın, Ebru Gündeş, Seda Sayan...
Son not: Medya okunmayan haberlere yer vermez.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2007
1984 yılının kış ayları... Dondurucu bir Ankara günü. <br><br>Rahmetli Erhan’la (Akyıldız) Ecevit’in OR-AN Sitesi’ndeki evine gidiyoruz. Ecevit her zamanki nezaketi içinde bizi karşılıyor.
O sıralarda Abdi İpekçi’nin yaşamı üzerinde çalışıyoruz.
Ecevit’le de bunun için görüşeceğiz.
Çok uzun bir görüşme olacağından kısa bir hoş beşten sonra hemen konuya giriyoruz.
Konuşma ilerledikçe Ecevit’ten almayı düşündüğümüz bilgiler konusunda hayal kırıklığına uğruyoruz.
Ecevit, Abdi Bey’e düzenlenen suikast konusunda fazla bir şey söylemiyor.
Oysa çok önemli sorular soruyoruz kendisine.
"Efendim acaba Abdi İpekçi cinayetinde büyük organizasyonların parmağı olabilir mi?"
"Bilemiyorum efendim. İşin içinde başka rufailer de olabilir."
Bunların kimler olabileceği konusunda ısrar ediyoruz. Şu yanıtı veriyor:
"Efendim, sizlerden çok özür dilerim ama ben üstlendiğim görevlerin gerektirdiği sorumluluk nedeniyle bu konuda daha fazla konuşamam."
Israr etmenin anlamı olmadığını bildiğimiz için teşekkür edip ayrılıyoruz yanından.
* * *
Her ikimiz de o gün, cinayetin işlendiği sırada Başbakan olan Ecevit’in bugünün moda deyimiyle "derin devlet"ten filan haberi olmadığı izlenimini ediniyoruz.
Peki "kontrgerilla"nın varlığını niye ortaya atmıştı? Onu da sormuştuk. Ona da tatmin edici bir yanıt verememişti Ecevit.
Önceki gün yıllarca bürokraside ve siyasette önemli görevler üstlenen bir dosta, Hrant Dink cinayetiyle yeniden gündeme gelen "derin devlet" iddialarını sordum.
"Yok öyle şey" dedi. Sonra da şöyle devam etti:
"Ne derin devleti, her şey darmadağınık. Böyle bir vıcıklık ben hiçbir zaman yaşamadım. Polisin çok büyük suçu var. Affedilemeyecek kadar büyük."
Bilgi kirliği için ne düşünüyordu bu deneyimli bürokrat-politikacı?
"Bir felaket. İpin ucu iyice kaçırılmış. Başta İçişleri Bakanı olmak üzere bu konuda sorumluluğu olan bütün bürokratların istifa etmesi gerekir."
"İyi güzel de Türkiye’de böyle bir müessese yok ki" diyorum.
"Haklısın. Sorun da bu ya..."
* * *
Devleti bilenlerin, tanıyanların hemen hepsinin söyledikleri aynı noktada birleşiyor.
Türkiye’de güvenlik güçleri yetersiz. Yetersizliğin ötesinde bir de iyi yönetilmiyor.
Polis, hiç zaman yitirilmeden devletin polisi haline getirilmeli.
Oysa bugün belli tarikatların ellerine teslim edilmiş.
Başbakan ciddi olarak bu işe eğilmek zorunda; çünkü bu olay bir bumerang gibi kendisine yönelebilir.
Gerekli önlemler alınmazsa polisteki bölünme devletin başını ciddi şekilde belaya sokar.
1970 ve 1980 öncesinde bunları yaşadık ve ağır faturalar ödedik.
"Derin devletttt..." nutukları atarak bu işlerin içinden çıkılamaz.
Bir an önce devlet kurumlarına yerleşmiş olan ve giderek yayılan, hukuktan yoksun, vatan adına kendilerine misyon biçen özel inanç ve niyetlerin tutsağı haline gelmiş zihniyeti söküp atmak gerekir.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül Washington’da iyi ağırlanıyor ve ilginç görüşmeler yapıyor. Gül’ün görüşmelerde edindiği izlenime göre önümüzdeki dönemde PKK ile ilgili önemli gelişmeler olacak.
Amerikalılar bugüne kadar yaptıkları gibi yine Ankara’yı oyalıyorlar mı, yoksa terör örgütü ile ilgili gerçekten etkin adımlar atacaklar mı?
Bakan, Amerikalı muhataplarının verdikleri sözlere inanmış gibi görünüyor.
O nedenle de kendisini izleyen gazeteci arkadaşlarımızın izlenimlerine göre yüzü gülüyor.
Eğer Amerika Gül’e verdiği sözleri tutar da, Türkiye’nin beklediği adımları atarsa, iki ülke arasındaki "sağırlar diyaloğu" haline gelen ilişkiler düzelebilir.
Washington, Türkiye’de Amerika ve Avrupa’ya karşı olan havanın keskinleşmesinden kaygılı.
Çünkü bu karşıtlık dengeleri bozacak düzeye yükseldi.
Washington’u endişelendiren bir başka gelişme de Türkiye’nin varoşlarında kabaran ırkçı ve şoven milliyetçi dalga.
Sanırım bu havanın olağanüstü gelişmesinde kendileri ile Avrupa ülkelerinin önemli bir rolü olduğunun farkındadırlar.
Eğer bunu hálá anlayamadılarsa bunun da bizi ciddi şekilde kaygılandırması gerekir.
* * *
Washington’daki uzmanlara göre, Türkiye’deki şoven unsurlar, İslam ve demokrasiyi kucaklamış pozitif milliyetçilik sınırlarını zorluyor.
Bu olumsuz gelişmede, ABD ve AB kadar, ülkenin değerlerini aşağılayan, onları hiçe sayan moda akımın da rolü var.
Bu tür davranışlar, varoşlardaki cahil insanları tahrik ediyor.
Washington, Türk toplumunun esas geleneklerinin İslam ve demokrasi olduğuna inanıyor.
Amerikalılara göre, bunu kucaklayan tek parti de AKP...
O nedenle Washington, 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden sonra AKP konusunda düş kırıklığına uğramasına rağmen yine de bu partiyi destekliyor.
Çünkü ABD’nin güven duyacağı bir başka parti yok.
Özellikle ana muhalefet Partisi CHP’ye hiç de sıcak bakmıyor Washington.
1 Mart’taki Amerika’ya karşı duruşun en büyük aktörünün CHP olduğunu biliyor.
Öteki partileri ise güçlü görmüyor.
* * *
O nedenle Abdullah Gül’ün umutla yakında PKK konusunda Amerika’nın etkin adımlar atmasını beklemesi de boş olmayabilir.
Örneğin AKP’ye bir jest olsun diye seçimden önce bir iki PKK liderini paketleyip Türkiye’ye postalayabilirler.
Bu, AKP’yi güçlendirebilir.
(1999’da Ecevit’e yapıldığı gibi...)
Ancak Amerika ne yaparsa yapsın bazı gerçekler değişmez.
PKK olayı bitirilmezse...
Irak bölünüp Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurdurulursa...
Kerkük Kürtler’e verilirse...
Ermeni Soykırımı Yasası geçerse...
Washington ağzıyla kuş tutsa Türkiye’de kabaran Amerika nefreti azalmaz, çok daha artar.
Bunu ikinci kez iktidara gelse bile AKP de engelleyemez.
Amerika bunu hálá anlayamadıysa, Türkiye’deki diplomatları, gizli açık istihbarat görevlileri burada boşuna oturuyorlar demektir.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2007
ZOR bir maç olacağı belli, hava gergin. Futbolcular birbirlerine diş biliyorlar.Herkes büyük bir olay çıkacağını görüyor, onun için de endişeli. Üstelik hakem de yok ortada.
Tribüne çıkmış, maçı bir seyirci gibi oradan izliyor.
Derken futbolcular tekme tokat birbirine giriyor.
Biraz sonra yedek kulübesindekiler de sahaya girip arkadaşlarının yanında kavgaya katılıyorlar.
Sahada olması gereken hakem çevresindekilere sahada kavgayı çıkaranları şikáyet ediyor.
Kavgayı önlemesi gereken ama sağa sola koşuşturmaktan başka bir şey yapmayan polisi de suçluyor.
Tribündekiler "Yahu şikáyet edeceğine sahaya in, görevinin başına geç de kavgayı önle. Önleyemiyorsan maçı iptal et" diyorlar.
Kızıyor, "Bu kavgalar sizin zamanınızda da oldu. O zaman neden durdurmadınız da şimdi ahkam kesiyorsunuz" diyor.
Kavga giderek büyüyor. Kafalar, gözler yarılıyor.
Tribündeki seyirciler de atlıyorlar sahaya, onlar da katılıyor kavgaya.
İş çığırından çıkıyor, kavga kontrol altına alınamayacak boyutlara ulaşıyor.
İpin ucu iyice kaçıyor.
* * *
Hükümetin durumu yukarıdaki tabloyu andırıyor.
Başbakan hakem gibi sorumlu olduğu bütün olayları seyirci gibi izliyor ve durmadan şikáyet ediyor.
Hrant Dink cinayetinin soruşturmasında devletin emniyet güçleri arasındaki çekişmeye müdahale edeceğine "Kendi kutsal değerlerini öne çıkarıp, hukukun üstünlüğünü hiçe sayarak çeteleşenler"den şikáyetçi oluyor.
Ama polisteki tarikat yapılanmalarını dağıtmıyor.
Polisi, devletin polisi yapmak için parmağını kıpırdatmıyor.
Sonra da "derin devlet"ten yakınıyor.
"Yakınacağına kaldır" diyen muhalefete tıpkı tribündeki hakem gibi "Sen görevdeyken niye kaldırmadın?" diye hesap soruyor.
"Yandık, bittik" diyen çiftçiye "Artistlik yapma" diye kızıyor.
"Battık, mahvolduk" diye ağlayan esnafa, "Sen işini bilmiyorsan ben ne yapayım" diye çıkışıyor.
Yeşil sermaye tarafından milyarlarca dolar dolandırıldığı için feryat eden insanlara "Bana mı sorup verdin, vermeseydin" diyor.
Bir zamanlar Ankara’ya gelip saygı ve bağlılık sunan, şimdi ise Amerika’ya sırtlarını dayayıp kafa tutan, tehditler savuran Kürt liderlere gereken yanıtı vereceğine sitem etmekle yetiniyor.
* * *
Başbakan’ın olaylar karşısındaki bu tutumu bilinçli.
Kenara çekilip üçüncü kişi rolünü oynuyor.
Olaylara ülkenin sorumlusu olarak yaklaşıp yıpranmamaya çalışıyor.
Çünkü efendim Başbakan şu anda resmen "seçim kampanyası" yürütüyor.
Üstelik hem cumhurbaşkanlığı, hem de genel seçim için çifte kampanya götürüyor.
Dün İzmir’deki yol açılışı törenini TRT 2 naklen verdi.
Başbakan törende yaptığı konuşmada 4 yıllık iktidarının bir tür hesabını verdi.
Rakamları allayıp pullayarak ne kadar başarılı olduklarını dakikalarca anlattı halkımıza.
Haydi hayırlısı...
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2007
RİZE Vakfı Başkanı Orhan Keçeli, geçen gün vakıf merkezinde Rizelileri topladı. <br><br>Pınar Türenç Rizeli olduğu için ben de gözlemci olarak katıldım toplantıya. O gece Karadeniz insanının kıpır kıpır coşkusuna, pırıltılı zekásına bir kez daha şapka çıkardım.
Her söz alan, "Biz iki başbakan çıkarmış bir iliz" diye Trabzonlu Atalay Şahinoğlu’na takıldı.
Vakıf Başkanı Orhan Keçeli, toplantıda Rize’nin sorunlarının masaya yatırılıp çözümler aranacağını anlattı ve toplantıyı bunun için düzenlediklerini söyledi.
3 ay önce Kadıköy Kaymakamlığı’ndan Rize’ye atanan Vali Kasım Esen, yaptığı konuşmada tam iki saat Rize’nin bütün anatomik yapısını gözler önüne serdi.
Bazı ilginç başlıklar şöyle:
Rize’de intiharlar Türkiye ortalamasının çok altında ama teşebbüsler çok üstünde.
Suçlar ağırlıklı olarak ocak ve mayıs aylarında işleniyor.
Aile yapısı çok sağlam ama aile bireyleri arasında iletişimsizlik felaket.
Eğitimde durum iyi sayılabilir. Örneğin, kızını okula göndermeyen aile yok.
Vali Kasım Esen, silah ruhsatı almak için başvuranlardan kızını liseye göndermeyen varsa onun başvurusunu kabul etmiyor.
Okullaşma da iyi durumda. Hedef yüzde yüze ulaşmak.
* * *
Rize sağlık hizmetlerinde 22. sırada. Hedef 20’nin altına inmek.
Ekonomi çok parlak değil. Çay var. Biraz da fındık... Sanayi çok az.
O nedenle kayak ve yayla turizmi geliştirilmeye çalışılıyor.
Örneğin, Ohit Dağı’nda ekimden hazirana kadar kar var. Bunu değerlendirmek için çalışmalar yoğunlaştırılmış.
Toplantının sonunda Rizeli işadamı, fıkra üstadı Halim Mete geldi kürsüye.
İlk fıkra şöyle:
Manş Tüneli yapılacak. İhale için üç firma teklif vermiş. Alman firması, "Tünelin Manş’ın ortasında buluşması konusunda 1 metrelik bir hata olabilir, onu da hallederiz" demiş.
Japonlar ise yarım metre hata olabileceğini söylemişler.
Türk firmasının adına konuşan Temel, "Buluştuk buluştuk, buluşamazsak iki tünel yapmış oluruz" demiş.
Rize’ye üst düzey bir yönetici gelmiş. Herkes şikáyet etmeye başlamış. Adam şaşırmış, "Yahu, küçücük bir ilsiniz, niye bu kadar çok şikáyet ediyorsunuz?" diye sormuş.
Bu söz Rizelileri bir anda germiş:
"Ne deysun sen? Bizim her yanimuz tepedir da. Sen bizi bir ütülersen Konya’dan büyük olduğumuzu görürsün."
Dedim ya Rizelilerin zekálarına, coşkularına, girişimciliklerine ve de cesaretlerine şapka çıkarmamak olanaksız.
Soruşturmayı bıraktık
HRANT Dink cinayetinin aydınlatılmasını bir yana bıraktık, "Tetikçinin fotoğrafını jandarma mı çekti, polis mi çekti" tartışmasına daldık.
Tartışacağımıza, suçluya suçlu gibi hareket etmesini bilmeyen polis ya da jandarma görevlileri hakkında yasal işlem yapılmasını istememiz gerekmez mi?
Cinayeti planlayanlar, kesin kahkahalarla gülüyorlardır.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2007
ABDİ İpekçi’nin mezarı başında her yıl olduğu gibi yine içimi karartan düşüncelere daldım gittim. <br><br>Ünlü gazetecinin katledilişinin üzerinden tam 28 yıl geçmiş... Geçmiş ama Türkiye demokratik düşünce çizgisini, kendisi gibi düşünmemeye tahammül etme olgunluğunu bir arpa boyu ileri götürememiş.
Hálá gazeteciler özgür düşüncelerinden, inançlarından ve kimliklerinden dolayı kurşunlanıyor.
Son kurban da Hrant Dink...
Daha geçenlerde sokak ortasında, ilkel bir dinci ve ırkçı anlayış tarafından delik deşik edildi.
1909’dan günümüze kadar tam 62 gazeteci aynı ilkel kafa tarafından katledildi.
Abdi İpekçi bunların 15’incisiydi.
Bu hesaba göre Türkiye 70 yılda 15 gazeteci şehit vermiş.
Abdi İpekçi’den günümüze kadar geçen 28 yılda ise tam 47 gazeteci aynı nedenle şehit edildi.
Hepimizin düşünmesi gereken acı bir tablo...
* * *
Neden öldürülmüştü Abdi İpekçi? Suçu neydi?
Kimler vardı tetikçilerin arkasında?
Onu neden susturmak gereğini duydular?
Abdi İpekçi dürüst, ülke çıkarlarını daima kendi çıkarlarının önünde tutan bir gazeteciydi.
Meslek yaşamını hiçbir zaman kendi çıkarları için kullanmamıştı.
Doğru, ilkeli bir gazetecilik yapmış, kimseye hakaret etmemiş, yönettiği gazetede kimseye hakaret ettirmemişti.
Gazetede yayınlanan haberlerin tarafsız olması konusunda aşırı titiz davranmıştı.
Ama bunun yanında ülke bütünlüğü, laik, demokratik cumhuriyet ve demokrasi konusunda son derece duyarlı davranmış, hiçbir zaman ödün vermemişti.
Sosyal demokrat dünya görüşüne sahipti.
Refahın yaygınlaştırılmasını, gelir dağılımının adil olmasını savunurdu hep.
En ilginç ilkelerinden biri de özel yaşamı ile gazetecilik yaşamını birbirine asla karıştırmamasıydı.
Kendi yakın arkadaş grubunun dışında özel yaşamını kimseyle paylaşmazdı.
* * *
Öldüğü zaman ailesine babadan kalma bir kat ile Bodrum’da bir kooperatif arsasından ve sigorta emekli maaşından başka bir şey bırakamadı.
Hatta daha ilginci, çektiği avanslar nedeniyle özel otomobilinin bile gazetenin malı olduğunun anlaşılmasıydı.
Abdi İpekçi kadar ünlü bir gazetecinin geride ailesine hemen hemen hiçbir şey bırakmaması inanılacak gibi değil.
Hrant’ın da kurşunlanıp kaldırımda boylu boyunca yatarken ayakkabısının delik olduğunu fark ettik.
Buna dayanamayıp ağlayanlarımız oldu.
Bu ülkenin yazgısı bu olmalı diye düşündüm mezarı başında Abdi Bey’in...
Toplum olarak karanlık güçlerin, çıkar çevrelerin yarattığı şiddeti, vahşeti bir türlü yenemedik.
Biz, toplum olarak bu ilkel anlayışla savaşacağımıza birbirimizle sivrilik yarışına girdik.
Bu anlamsız yarışı inatla sürdürdük.
Onun için bugün onların karşısında aciz durumdayız.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2007
ÖNCEKİ gün gazetelerde tam sayfa garip ilanlar vardı.<br><br>Bu garip ilanlar bir teşekkürdü. Önce ilanı okuyalım: "Son 4 yıl içersinde % 137, 2006 yılında ise % 16.7 artırarak, 85.7 milyar dolarlık büyüklüğe ulaştıran ihracat ailesine, bu sürece katkıda bulunan tüm kişi ve kuruluşlara teşekkür ediyor, 2007 hedeflerinde başarılar diliyoruz."
İlanın altında 3 imza var.
Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.
Onun altında Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, yanında da Türkiye İhracatçılar Meclis Başkanı Oğuz Satıcı...
Öğrendiğimize göre ilanı gazetelere Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) vermiş.
İyi güzel de neden Başbakan ile ihracattan sorumlu bakanın imzasını koyma gereğini duymuşlar?
Eğer ihracat ailesine teşekkür etmesi gerekiyorsa Başbakan ve Devlet Bakanı bunu bir yerlerde yaptıkları konuşmalarda belirtirlerdi.
Onların adına bu kadar pahalı ilanlar vermenin mantığı nedir?
* * *
Aydın Ayaydın’ın köşe yazısından öğrendiğimize göre, ilanda önemli bir yanlış da yapılmış.
Meğer bu % 137’lik ihracat artışı son 4 yıllık değil, son 5 yıllık artışmış.
Anlaşılan TİM bu ihracat başarısını tamamıyla AKP’ye mal etmek istemiş.
Bence önemli değil. Önemli olan kazanılan başarıdır. Kime ait olursa olsun.
Ben TİM gibi önemli bir kuruluşun iktidara yaranmak için böyle bir kampanya düzenlemesini yadırgadım.
Bir de işin bir başka sakat tarafı var ki bana göre o çok daha vahim.
Tamam ihracatta kazanılan başarıyla hepimiz övünelim.
Ama madalyonun öteki yüzünü de halktan saklamayalım.
Evet ihracatımız % 137 arttı ama ithalatımız da % 160 arttı.
Yani dış ticaret açığımız daha büyümüş oldu.
2006’da 85.7 milyar dolarlık ihracata karşılık 134.3 milyar dolarlık ithalat yaptık.
İkisi arasındaki fark 45.6 milyar dolar. Bir başka vahim rakam da şu: Türkiye 1 dolarlık mal satabilmek için 70 sentlik ithalat yapmak zorunda.
Yani bir liralık mal satabilmek için yurtdışından 70 kuruşluk mal satın alıyoruz.
Öyle ilanlarla milanlarla Türkiye bu olumsuz dengeyi taşıyamaz.
Çankaya gönüllerde
BİR gariplik de Meclis Başkanı’nın yaptığı son açıklamalarda.
Bülent Arınç cumhurbaşkanı adayını Başbakan’ın, kendisinin ve Abdullah Gül’ün belirleyeceğini söylüyor.
Ama Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıkmaması gerektiğini belirtiyor. (Kendi için değil, ülke için istiyor bunu!)
Arınç’ın gönlünde kendi ismi yatıyor. Ama politik bir bağlama da yapıyor:
"Biz makamlar için kavga etmeyiz. Başbakan’ın kararını destekleriz."
Arınç anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı’nın geniş bir uzlaşmayla seçilmesi gerektiği gerçeğini ya göremiyor, ya da görmek istemiyor.
Görmediği bir şey de şu:
"Kendileri veya kendilerinin dünya görüşünde olan bir kişi, ülkede geniş bir uzlaşmayı temsil edemeyeceği için ciddi rahatsızlık yaratır."
Yazının Devamını Oku