26 Şubat 2007
TÜRKİYE ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde ciddi kriz var. Avrupalılar, "Türkiye’yi önce uyutacağız, sonra da unutacağız" planını devreye soktular. Şu anda görüşmeler resmen olmasa bile fiilen askıya alınmış durumda.
Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımadığımız için 8 dosya zaten hiç açılmıyor.
Açılacak bir iki göstermelik dosyanın eğer görüşülmesi başlarsa onların da Kıbrıs şartı yerine getirilmeden kapatılması söz konusu değil.
Beni esas endişelendiren Türk tarafının, yani iktidarın takındığı tutum.
Müzakere tarihi alınana kadar AKP iktidarının gösterdiği "cevvaliyet"ten bugün eser yok.
Başbakan Avrupa Birliği’ni dilinden düşürmez, bütün muhalefeti AB karşıtı olarak suçlarken, şimdi AB’yi ağzına bile almıyor.
Bu konuda iktidarda ciddi bir yorgunluk ve bıkkınlık var.
Halbuki Türkiye 50 yıldır emek verdiği bu davadan kopmamalı. Tersine daha dirençli bir mücadele içinde olmalı.
* * *
Avrupa Birliği’nin patronu Almanya ile yardımcısı Fransa Türkiye’nin üyeliğine kesin olarak karşılar.
Her iki ülke bir "Akdeniz Birliği" kurup Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne değil, buraya almak istiyorlar.
Türkiye’nin buna kesinlikle razı olmaması ve Avrupa Birliği konusunda hakkını araması gerekir.
Ne Almanya’nın ne de Fransa’nın 50 yıl bu birliğe emek vermiş, her kurumunda görev almış bir Türkiye’yi dışlamaya hakkı olabilir.
Bunu her fırsatta Avrupalıların başlarına vurmalıyız.
"Bizi almak zorundasınız. AB’ye üye olmak sizin kadar bizim de hakkımız. Bu birliğe biz de sizin kadar emek verdik" diye ağırlığımızı koymalıyız.
Diyorlar ki: "Aramızda din ve kültür farkı var. Sonra Türkiye çok büyük bir ülke, üyeliği dengeleri bozar."
Onlara "Peki 50 yıldır aklınız neredeydi?" diye sormalıyız.
Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye’nin hakkıdır. Bu hakkı sonuna kadar aramalıyız ve tam üyelikten kesinlikle vazgeçmemeliyiz.
Bakan Koç söz verdi
LÜTFEN bütün sanatçılar ve sanatseverler bir yerlere kaydetsinler. "AKP, AKM’yi yakacak" başlıklı yazımı okuyan Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç aradı.
Söze "Sayın Türenç sizin aklınıza neler gelmiş öyle" diye sitemle başladı.
Ben de aynı şekilde sitemli bir yanıt verdim:
"Sayın Bakan aslında onlar benim aklıma gelenler değil. Sanatçıların ve sanatseverlerin endişeleri..."
Koç isyan etti:
"Hiç olur mu öyle şey? Ben operanın, balenin yaygınlaşması için uğraşıyorum. Böyle düşünmek bana haksızlıktır."
Sonra da şöyle devam etti:
"Kesinlikle söylüyorum, oraya kültür merkezinden başka bir şey yapılmayacak. Zaten Ayazağa’daki kültür merkezini bitirmeden burayı yıkmamız söz konusu değil."
Bunu bir söz olarak kabul ettiğimi ve aynen böyle yazacağımı Bakan’a söyledim.
Bakan şöyle dedi:
"Yazın... Ben hayatımda yalan söylemedim. Projede opera, bale oyunları ve konserler için 2500 kişilik bir salon yer alacak. Bir de yanına 1500 kişilik bir tiyatro salonu yapılacak. Böylece yeni AKM’nin izleyici kapasitesini üç kat artıracağız."
Sözü aldık. Bekleyip göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2007
EVET yanlış okumadınız Adalet ve Kalkınma Partisi Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkacak.<br><br>Bunun için AKM’nin üzerindeki "kültür varlığı" tescil kararının kaldırılması gerekiyor. Kültür Bakanlığı bu tescilin kaldırılması için Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Müdürlüğü’ne başvurdu.
Tescil kararı, 1999 yılında İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından alınmıştı.
Kurul bu kararı, kimsenin Erbakan gibi "Taksim’e cami yaptıracağım" diye tutturmaması için İstemihan Talay’ın Kültür Bakanlığı döneminde yapılan başvuru üzerine almıştı.
Kültür Bakanlığı bu kez Atilla Koç’un talimatıyla AKM’yi yıkabilmek için 2 No’lu kurula başvurdu.
Kurul toplandı ve binanın depreme karşı dirençli olup olmadığının belirlenmesini istedi.
Büyük olasılıkla bakılmadığı için dökülen bina yıkılacak.
Yıkılacak da yerine ne yapılacak?
* * *
Bakana bakarsanız yepyeni bir AKM yapılacak.
Ama buna kimse inanmıyor.
İşin kötüsü şeytan insanın aklına neler sokuyor neler:
AKP iktidarı AKM’yi yıktıktan sonra bu altın değerindeki yere yeniden opera ve balenin sergilenebileceği bir kültür merkezi yapmayacak.
AKM’nin yerini satacak. Alan buraya büyük bir alışveriş merkezi ve otel konduracak.
Yandaki garajın yerine ise birkaç salonlu (Lütfü Kırdar gibi) bir kongre binası inşa edilecek.
Büyük olasılıkla bir tepki çekmemek için adı yine AKM konulacak.
Burada kesinlikle opera ve bale oynanamayacak. İşin ilginç yanı İstanbul’da opera ve bale oynanacak başka bir salon da yok.
Ayazağa’da yapımı yıllardan beri sürdürülen ve bir türlü bitirilemeyen kültür merkezi ise opera ve bale oynanmasına uygun değil.
Burada sadece konserler verilebilecek.
Böylece efendim koca İstanbul opera ve balesiz kalacak.
İşte bazen insanın aklına böyle şeyler geliyor.
Sahi ben neler uyduruyorum böyle.
Barlas’ın Başbakan sevgisi
NE var bunda bu kadar eleştirilecek?
Bir gazeteci arkadaşımız baba şefkatiyle Başbakan’ın yanağını okşamış.
Hepsi bu.
Yağcılık mı? Canım olur mu öyle şey?
Ah Fenerbahçe
KARADENİZLİ ırmaktan geçecek ama bakmış ki köprü selden yıkılmış. Çaresiz karşıdaki gençlere bağırmış:
"Ha uşaklar ben karşıya nasul geçeceğum?"
Gençler de yanıt vermişler:
"Emice geçup ne yapacasun? Sen zaten karşıdasun da..."
Fenerbahçe de böyle... Zico, Volkan ve bu alaturka kafayla yönetildiği sürece sittin sene boğazlardan karşıya geçemez. Geçip de ne yapacak? O zaten karşıda.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2007
BUNDAN 41 yıl önce, 8 Eylül 1966 günü Ankara’da işine gitmek için dolmuş bekleyen bir gazetecinin önünde Buick marka siyah bir araba durdu. Arabadan inen iki kişi, gazeteciyi ite kaka içeri soktu ve Buick hızla hareket etti.
Kaçırılan gazeteci, Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi ve köşe yazarı İlhami Soysal’dı.
Siyah Buick, büyük bir süratle kent dışına doğru yöneldi.
Ortalık tenhalaşınca arka koltukta İlhami Soysal’ı aralarına oturtan iki kişi, gazeteciyi yumruklamaya başladı.
Saldırganlar bir yandan yumruklarını İlhami Soysal’ın suratına indirirken, bir yandan da "Büyüklerimiz aleyhine yazarsın ha! Sen komünist misin" diye bağırıyorlardı.
Kan revan içinde kalan gazeteci suratını korumaya çalışıyor ama bunu başaramıyordu.
Dakikalarca süren bu dayaktan sonra Buick marka siyah otomobil, kentin epeyce dışında durdu ve feci şekilde dayak yiyen İlhami Soysal yol kenarına bir çuval gibi fırlatıldı.
Siyah Buick hızla olay yerinden uzaklaştı ve kayıplara karıştı.
* * *
Bir gazetecinin güpegündüz zorla bir otomobile bindirilip feci şekilde dövülmesi, bir anda bütün ülkede duyuldu ve büyük tepkilere neden oldu.
Kısa bir süre sonra 34 EH 612 plakalı siyah Buick, Ankara yakınlarında Yahşiyan Köyü’nde bulundu.
Polis arabanın, Kıbrıs Değiştirme Birliği’nde görevli Yarbay Salih Raci Tekin’e ait olduğunu belirledi.
İlhami Soysal, yazılarında dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ı ağır dille eleştiriyordu.
Her şey açığa çıkmış, İhami Soysal’ı Cemal Tural’ın dövdürdüğü anlaşılmıştı.
Olayı planlayan da Yarbay Tekin’di.
İlhami Soysal’ı döven iki kişinin ise astsubay oldukları belirlendi.
Sonra iş yargıya götürüldü ama pek önemli bir sonuç alınamadı.
Bu olaydan sonra ne oldu? Dayak olayı İlhami Soysal’ı Türkiye’nin en popüler yazarı haline getirdi.
Rahmetli İlhami Ağabey, okur sayısını üçe, beşe, belki de ona katladı.
Yazıları daha da sertleşti.
* * *
Şimdi aynı oyun, bir başka yöntemle sahneye konuyor.
İktidar, kendisine muhalefet eden bir kanalı dayakla değil başka yolla susturmaya çalışıyor.
Kanaltürk yeni kurulmadı. Yaklaşık 3 yıldır yayında.
Bu kanalın hesaplarını kontrol etmek iktidarın şimdi mi aklına geldi? Amaç belli...
İktidar, siyasi gücünü kullanarak bu kanalı kapatmak istiyor.
Etrafta bir sürü kısa sürede büyüyüp birer dev haline gelen kuruluş var.
Ama iktidar, kendisine yakın olan bu kuruluşların hiçbirine karşı aynı duyarlılığı göstermiyor.
AKP, Kanaltürk’ü susturayım derken daha çok izlenmesine neden oluyor.
Bu olaydan önce Kanaltürk izlemeyenler bile her gece buraya takılıyorlar.
Demokrasilerde muhalefet yapmak suç olamaz.
Hele içinde bulunduğumuz iletişim çağında, bir yayın organını susturmaya kalkışmak akılsızlıktır.
Anlaşılıyor ki AKP kendine göre bir Türkiye kurmak istiyor.
Ama bilmiyor ki bu çıkmaz bir yoldur.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2007
AKP’nin 2007 stratejisi netleşmeye başladı. Önce Cumhurbaşkanlığı seçimi kotarılacak.
Çok büyük olasılıkla Erdoğan cumhurbaşkanı olacak.
"Olmayacak" diyenler de var.
Ancak unutmamak gerekir ki, AKP uzlaşmaya aldırmayıp kendi dünya görüşündeki bir kişiyi Çankaya’ya çıkarmak istiyorsa bu kişi Erdoğan’dan başkası olamaz.
Çünkü... Erdoğan kendisini cumhurbaşkanı yapacak siyasi güce sahipken bunu niye başkası için kullansın?
Cumhurbaşkanlığı seçimi istendiği gibi sonuçlanırsa ondan sonra hemen bir baskın seçim yapılacak.
Erdoğan ve arkadaşlarının cumhurbaşkanlığı zaferini genel seçimde kullanmak istemeleri akıllıca olur.
Eğer cumhurbaşkanlığı zaferinin pırıltısının etkisi azaldıktan sonra seçim yaparlarsa tek başına iktidar riske girebilir.
O zaman Çankaya’ya çıkan Erdoğan’ın orada rahat oturma olanağı kalmaz.
O nedenle baskın seçim için en ideal tarih Ağustos’tur.
* * *
Erdoğan bu strateji doğrultusunda iki seçim kampanyasını da başlattı.
Parti örgütü ise çoktan sahaya çıktı... Harıl harıl çalışıyorlar.
Alışveriş çekleri, hediye paketleri, yüz binlerce ton kömür dağıtılıyor.
Başbakan önüne ne konulursa kurdelesini kesip açılışını yapıyor.
Bu arada kamuoyu yoklamaları birbiri ardına piyasaya sürülüp AKP’nin yükseldiği havası pompalanıyor.
Medya’da ekonominin çok iyi olduğu konusunda yorumlar yapılıyor.
Muhalefet (örneğin Kanal Türk) susturulmaya çalışılıyor.
AKP’nin seçim kampanyası, belli iç ve dış odaklar tarafından her açıdan destekleniyor.
Muhalefeti (Özellikle CHP ve Baykal) ve ulusal değerleri (Özellikle Atatürk) karalama kampanyaları yoğun bir şekilde sürdürülüyor.
* * *
Oysa gerçekler yapılan propagandaların tam tersini söylüyor.
AKP’nın dış politikadaki dağınıklığı nedeniyle başarısız olması ve sürekli mevzi kaybetmesi usta yorumlarla gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor.
Avrupa Birliği ile ilişkilerin çıkmaza girdiği halktan saklanıyor.
İçerde işsizlik artıyor.
Yoksulluk ve açlık sürekli tırmanıyor.
Yolsuzluk, hırsızlık ve talan inanılmaz boyutlara ulaşıyor. Her ilde "Ali Dibo"lar ortaya çıkıyor.
Halk birbirine yolsuzlukları masal gibi anlatıyor.
Kentlerde insanlar güvenlik içinde dolaşamıyor. Kapkaç olayları özellikle kadınların korkulu rüyası haline geliyor.
İnsanlar evlerinde güvenle oturabilmek için kapılarına demir parmaklıklar yaptırıyorlar.
Halk geçim sıkıntısı içinde kıvranıyor.
Çiftçi’nin hali perişan. Toprağa attığı tohumun bedelini bile çıkaramıyor.
Memur, işçi, dul ve yetim açlığa terk ediliyor.
Ama Başbakan her yerde çıkıp Türkiye’nin güllük gülistanlık olduğunu ilan ediyor.
Enflasyonu düşürdüklerini, ihracatı, konut yapımını, sanayi yatırımlarını patlattıklarını, yabancı sermayeye kucak açtıklarını, borçları azalttıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor.
Ardından da "Daha ne istiyorsunuz?" diye soruyor?
Ne isteyeceğiz, "Türkiye seninle gurur duyuyor!"
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2007
ORTALIK durulsun da sakin kafayla yazarım diye düşündüm. Onun için bugüne kadar bekledim.<br><br>Şimdi beni taa başından beri rahatsız eden vicdan borcumu ödemek istiyorum: Bana bugüne kadar Aydın Doğan’dan herhangi bir baskı gelmedi.
Baskıyı bırakın bir ima bile gelmedi.
Ben Hürriyet’te Aydın Bey’i en eski tanıyan insanım.
O Milliyet’i satın aldığı zaman ben Milliyet’in yazı işleri yöneticilerinden biriydim.
Abdi İpekçi’den sonra herkesin "Abdi’siz Milliyet olmaz..." dediği o zor günlerde gazetenin saygınlığına gölge düşürmeden bu işi götürmüştük.
O günlerde Aydın Doğan’ın kırk yıllık Babıali patronu gibi olgun ve soğukkanlı davranmasının ve Milliyet’in sorumluluğuna sahip çıkmasının büyük rolü olmuştu.
Hep "Ben yayın işine karışmam. Siz Milliyet’i Milliyet gibi çıkarmayı herkesten daha iyi bilirsiniz" derdi.
Gerçekten de yayına hiçbir zaman karışmadı.
Yazı işleri kadrosu olarak büyük bir güven duygusu içinde gazeteyi çıkardık.
* * *
Sonra ben Güneş’e geçtim. Oradan da Hürriyet’e geldim.
6-7 yıl sonra bir gün Aydın Doğan’ın gazeteyi aldığını öğrendim.
Yeniden birlikte olduk.
Aradan tam on bir yıl geçti.
Bu zaman içinde Aydın Doğan’ın bir gün bile yazı işlerine müdahale ettiğine tanık olmadım.
Köşe yazarlarına ise hiçbir zaman değil karışmak, imada bile bulunmadı.
Bu gerçeği yazmak benim için bir vicdan borcudur.
Şunu da belirtmeliyim; Aydın Bey askeri dönemlerde bile bu ilkesinden ödün vermedi.
O en zor dönemlerde hem gazetelerine, hem de yazarlarına daima kol kanat gerdi.
Zaman zaman baskılar geldi ama onlara karşı daima dik durdu, en ufak bir ödün dahi vermedi.
Babıáli’ye geldiği ilk gün söylediği "Ben yayına ve köşe yazarlarına karışmam kardeşim" sözünden aradan geçen 28 yılda hiç dönmedi.
Zaten benim bu söylediklerimin doğruluğunun kanıtı, hálá gazetede yazmamdır.
Aydın Bey dik durmasını bilen, kesinlikle eğilmeyen, dürüst bir patrondur.
Türkiye bir hukuk devleti değil
BEN Kurtlar Vadisi’ni izlemem. Bir fikir edineyim diye zaman zaman bakarım.
Bana göre kötü bir dizi. Halkın milli duygularını istismar ederek reyting yapmaktan başka bir şey düşünmeyen bir kadro tarafından yapılıyor.
Ama Kurtlar Vadisi’nin yayından kaldırılması için yapılan baskıyı da kabul etmem.
Bu tür müdahaleler, Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığının, demokrasiye ise henüz ulaşamadığının acı bir göstergesidir.
İktidar bu ayıbı düzeltmelidir.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2007
LÜTFEN yukarıdaki fotoğrafa çok dikkatli bakın.<br><br>Çünkü bu fotoğraf, Türkiye’nin nerelerden nerelere geldiğinin önemli bir belgesi. 1930’lu yılların ortalarında çekilmiş olmalı.
Fotoğrafta görülenler,
Hasan Tahsin Şenyuva ve ailesinin bireyleri...
Hasan Tahsin Bey, Konya Koçhisarı’nda
"Tuz Fen Mümeyyizi" olan küçük bir memur.
Fotoğrafta benim ilgimi çeken en önemli nokta, bir tek kadının, evin annesi
Hatice Zahide Hanım’ın başının örtülü olması.
Öteki kadınların tümünün başları açık, giysileri o dönemin modasına uygun ve çağdaş.
Hasan Tahsin Bey ile 15 yaşlarındaki günümüzün başarılı işadamlarından oğlu
Zühtü Şenyuva takım elbiseli ve kravatlı.
Bu fotoğrafı değerlendirirken küçük bir Anadolu kasabasında yaşayan ve geçim sıkıntısı çeken bir memur ailesine ait olduğunu unutmayın.
Şimdi günümüzde aynı koşullarda küçük bir Anadolu kasabasında yaşayan, geçim sıkıntısı çeken küçük bir memur ailesini getirin gözlerinizin önüne.
Bu koşullar içinde olan bir ailenin böyle bir fotoğrafını düşünün.
Çok büyük olasılıkla kadınların, hatta kız çocuklarının çoğunun başları örtülüdür.
İşadamı
Zühtü Şenyuva’nın ilginç yaşamını anlattığı kitabını okurken bu fotoğraftan çok etkilendiğimi söylemeliyim.
Zühtü Bey böyle yoksul bir ailenin çocuğu, liseyi bitirmiş ve tıbbiyeye girmiş, ancak babası ölünce okulu yarıda bırakıp hayata atılmış.
Çocukluğundan itibaren ticarete karşı büyük bir yeteneği olduğu için hemen kolları sıvayıp ne bulursa alıp satmaya başlamış.
Ticarette üç ilkesi var:
"Dürüstlük, çok çalışmak, kazanç ne olursa olsun Allah’a şükretmek." Bu üç ilkeye sıkı sıkıya sarılarak girdiği her işte başarılı olmuş ve önemli bir servet kazanmış.
1975 yılında
Banat’ı alıp modern makinelerle donatarak büyütmüş. Ağız ve diş hijyeni için ürün üreten bu kuruluşu Türkiye’nin lideri yapmış.
Banat bugün 36 ülkeye mal satan dev bir kuruluş haline gelmiş.
Zühtü Şenyuva’nın yaşam dersleriyle dolu olan kitabının adı, kendisinin yaşam felsefesinin de anahtarı:
"Hüner, servete sahip olmak değil, ona layık olmaktır."Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2007
ERDOĞAN’ı izleyen gazeteci arkadaşların izlenimlerine göre Başbakan çok yorgun görünüyormuş. Ben de fotoğraflardan aynı izlenimi ediniyorum.
Hani yabancı bir gazetecinin yazdığı gibi "Bıraksalar halının üzerine uzanıp uyuyacak" kadar değil ama yine de ciddi şekilde yorgun.
Bana göre Başbakan’ın yorgunluğunun nedeni ayrıntılarla gerektiğinden fazla uğraşması.
Örneğin, açılışını yapmaması gereken tesislerin, altüst geçitlerin kurdelelerini bizzat kesmek istemesi.
Başbakan bunu bir seçim kampanyası aracı olarak görüyor olmalı.
Ama bu tutum kendisini bile üzen bazı eleştirilere yol açıyor.
Bakın bu konuyla ilgili olarak gazetecilere ne diyor Başbakan:
"Medya konusunda çok dertliyim. 750 tesis demediğim halde bir gazete 750 tesis açtı diye yazıyor."
Erdoğan bazı illerdeki sıradan yapıların bile açılışına katılırsa bunların kendisini bile rahatsız edecek kadar yanlış algılanması normaldir.
* * *
Şimdi ne anlatmak istediğimizi bazı örneklerle açıklamaya çalışalım.
AKP hükümeti ilk dört yıllık iktidarı süresinde yaklaşık 440 milyar dolarlık bütçe yönetti.
Yani bu 4 yılın ortalama yıllık bütçesi 110 milyar dolar.
Demirel ise 1965-71 arasında, yani 5 yılda 20 milyar dolarlık bir bütçe ile ülkeyi yönetti.
Özal döneminin (1983-86) 4 yıllık bütçe tutarı ise 44 milyar dolar.
Bu üç dönem de Türkiye’nin tek parti iktidarı ile yönetildiği dönem.
Bu üç iktidar ellerindeki bütçelerle neler yaptılar ona bakalım.
AKP dört yıllık iktidarında tek büyük proje bitirip hizmete açmadı.
440 milyar dolarlık bütçe ile bir baraj, bir santral, bir kilometre otoyol, bir liman yapılmadı.
Bu dönemde tek yatırım, İstanbul Boğazı’na tüp geçit inşaatlarının başlatılması oldu. Onların da ne zaman tamamlanacağı belli değil.
Oysa hem Demirel hem de Özal döneminde çok büyük yatırımlara imza atıldı.
Boğaz köprüleri, otoyollar, dev barajlar, santrallar, limanlar, büyük sanayi yatırımları yapıldı ve hizmete açıldı.
Hem de AKP’nin kullandığı bütçenin yirmide biri kadarıyla Adalet Partisi, onda biri kadarıyla da ANAP bu işleri kotardı.
* * *
Bir de İstanbul’a bakmakta yarar var.
Türkiye’nin vitrinindeki en değerli mücevher olan bu dev ilin yönetimi 13 yıldır (1994-2006) Recep Tayyip Erdoğan damgasını taşıyor.
Bu dönemde İstanbul Belediyesi’nin bütçesi ortalama 3.5 milyar dolar.
Yani 13 yılda kullanılan bütçe 50 milyar dolar.
İstanbul’da da 50 milyar dolarlık bütçeye göre kentin mozaiğini değiştirecek bir büyük yatırım yapılmadı.
(Metro tamamlandı ama bu konuda alınan yol bir arpa boyu olarak tanımlanabilir.)
Bir çarpıcı örnek de şu: Tayyip Erdoğan İstanbul’u devraldığı tarihte müthiş bir susuzluk vardı.
Aradan on üç yıl geçmesine rağmen bu yıl kent yine susuz kalma tehlikesiyle karşı karşıya.
Yeniden Türkiye geneline bakarsak şunu söyleyebiliriz.
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gerçekler ışığında Başbakan’ın açılışlarını yaptığı ve büyük çoğunluğu özel sektöre ait olan bu yatırımlar pek fazla heyecan verici değil.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2007
TARİHLERE göre Roma İmparatoru II. Claudius zalim bir diktatördü. <br><br>Halkın ondan ödü kopardı. Ama bu zalim imparatorun da bir sıkıntısı vardı. Romalı erkekler ailelerinden ve sevdikleri kadından ayrılmak istemediği için ordusuna savaşacak asker bulmakta zorlanıyordu.
Sonunda Claudius Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri yasakladı.
Bu karara papaz Valentine dışında kimse karşı koyamadı.
Aziz Valentine kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice sevgilileri evlendirmeye devam etti.
Bu durumu öğrenen imparator çılgına döndü.
Aziz Valentine tutuklanıp sopa ile dövülerek öldürüldü ve 270 yılının 14 Şubat günü toprağa verildi.
O gün bugündür, 14 Şubat "Sevgililer Günü" olarak kutlanıyor.
14 Şubat birbirlerini seven insanlar için kutsal ve anlamlı bir gün.
Sevgililer birbirini mutlu etmek için romantik ortamlarda baş başa oluyorlar ve sevmenin mutluluğunu yaşıyorlar.
Sevgilisi olmayanların ya da ayrı olan sevgililerin bugün boynu bükük kalacak.
Ama unutmasınlar ki her yeni gün, yeni bir sevginin doğmasına gebedir.
Bugün sevenler için, sevgiyi taşıyabilenler için anlamlı bir gün.
Şimdi sizlere çok ünlü bir şairin başından geçmiş ilginç bir öykü anlatmak istiyorum.
* * *
Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek tikleri olan yakışıklı sayılmayan bir insandı.
Bir gün güzel bir genç kız şaire áşık olmuş. Buluşmak için randevulaşmışlar.
Necip Fazıl randevuya gitmeden önce büyük bir heyecanla giyinmiş kuşanmış ve saçlarını taramak için ayna karşısına geçmiş.
Ama aynada kendisini görünce kızı hayal kırıklığına uğratacağından korkarak randevuya gitmekten vazgeçmiş.
Sonra da oturmuş şu şiiri yazmış:
AYNALAR
Aynalar, bakmayın yüzüme
dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!
Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsi emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.
Günah, günah, hasad yerinde demet;
Merhamet, sucumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh Tufanı’na denk?
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
Yazının Devamını Oku