Tufan Türenç

Aradan 57 yıl geçmiş değişen bir şey yok...

12 Mart 2007
BEŞ yaşındaki Dilara'nın kapağı olmayan rögardan kanalizasyona düşüp boğularak ölmesi hepimizi etkiledi. Bu çağda, İstanbul gibi bir megapolde böyle bir facianın yaşanması, uygar bir ülkede belediye başkanını götürür, iktidarı da ciddi şekilde sallardı.

Ama Türkiye'de hiçbiri olmadı.

Ne belediye başkanı istifa etti, ne de hükümet sallandı.

Üzerinden bir hafta bile geçmeden zavallı Dilaracık unutulup gitti.

Bu ne duyarsızlık?

Hani nerede çevreciler?

Mimarlar Odası...

Sivil toplum örgütleri nerede?

Yok, yok, yok...

Duyduğumuz üzüntü ve öfke içimizde kaldı.

Sadece Dilara'nın annesinin belediye başkanının özür dileme isteğini onurlu bir kararlılıkla reddetmesi, bu öfkemizi dindirecek küçük bir teselli oldu.

İşin bir başka acı yanı, bu olaydan sorumlu olan belediye başkanının zeytinyağı gibi üste çıkmaya çabalayarak medyayı tehdit etmesi.

* * *

Şimdi 57 yıl önceye dönelim.

1950 yılında ünlü şairimiz Orhan Veli Kanık 36 yaşında en verimli çağında yaşama veda etmişti.

Bu hazin vedanın öyküsü de hazindir.

Orhan Veli, Fransız düşünür ve yazarı Jaen Paul Sartre'ın Yosma adlı eserini Türkçe'ye çevirmişti.

Eser sahneye konacaktı.

Bunun için birkaç günlüğüne Ankara'ya gitmişti.

Ünlü şair, 10 Kasım gecesi Ankara'da kaldığı yere dönerken belediyenin açtığı kanalizasyon çukuruna düştü.

Düşerken başını çarpan, ayağından yaralanan şair bir süre kendinden geçmiş halde çukurda kaldı.

Sonra kendi gayretiyle çukurdan çıkarak yoluna devam etti.

İki gün sonra da işlerini tamamlayıp İstanbul'a döndü.

14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken aniden fenalaştı.

Hemen hastaneye kaldırdılar.

Önce alkol zehirlenmesi teşhisi kondu ve buna göre tedavi yapıldı.

Ancak sonradan beyin kanaması geçirdiği anlaşıldı.

Aynı gece Türk şiirinin unutulmaz şairi, gece saat 23.20'de 36 yaşında hayata veda etti.

* * *

Evet Türk şiirine yepyeni bir soluk getiren, özgür, başına buyruk dizelerle dillerden düşmeyen şiirler yaratan bu ünlü şairin ölümü böylesine hazin olmuştur.

Bir gece vakti düştüğü kanalizasyon çukuru onun sonunu getirmişti.

Aradan geçen 57 yıla karşın değişen bir şey yok.

Yine kentlerimizde insanlar belediyelerin açtığı kanalizasyon çukurlarına düşüp ölüyorlar.

Şairin "Vatan İçin" adlı şiiri ne kadar anlamlı:

"Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik."

Devran, hálá aynı devran...

Kimimiz ölüyoruz, kimimiz ise nutuk söylüyoruz.

Bu şiiri Dilara'nın ölümünden sorumlu olanlara armağan ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Kuğu Gölü, La Bayadere ve de Kaçamak...

10 Mart 2007
SON bir hafta içinde insanı kendinden geçiren birbirinden güzel üç sanat etkinliğine katıldım. Önce birincisinden başlayalım.

St. Petersburg M. Mussorgsky Devlet Akademik Opera ve Balesi'nin sergilediği Kuğu Gölü Balesi hiç abartmadan söylüyorum büyüleyiciydi.

Çaykovski'nin ölümsüz müziği, harika bir koreografi, nefis bir dekor ve kostümlerle bütünleşince muhteşem bir bale yapıtı ortaya çıkmış.

Dünyaca ünlü balenin sanatçıları sahnede dans etmiyorlar, sanki uçuyorlardı.

Dansçıların birbirleriyle uyumları kusursuzdu.

Dünyaca ünlü topluluğun sanatçıları en zor figürleri hiç zorlanmadan dansın içinde eritiyorlardı.

Rize'nin kurtuluşunu bu eşsiz gösteri ile kutlayan Rize Vakfı Başkanı Orhan Keçeli ve yönetim kurulunu kutlarım.

Gerçekten eşsiz bir gece yaşadık.

* * *

İkinci sanat olayı Ludwing Minkus'un İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından sergilenen La Bayadere (Tapınık Dansçısı) balesi.

Klasik balenin en ünlü yapıtlarından biri olan La Bayadere'in Türk sanatçıları tarafından bu kadar büyük bir başarı ile sergilenmesi insanı gururlandırıyor.

Danslar, Elşad Bagirov'un yönettiği orkestra ve Osman Şengezer'in dekor ve kostümleri balenin güzelliğini tamamlıyordu.

Dansçılara gelince...

Ayşem Sunal muhteşemdi. Küçücük fiziği dans ettikçe akıl almayacak kadar büyüyor, büyüyordu.

Artın Zirek, Zuhal Balkan, Cem İndere ve öteki dansçılar çok başarılıydılar.

Tümünü büyük bir hayranlıkla izledik.

Beni en çok sevindiren ise AKM'nin büyük salonunun tıklım tıklım olmasıydı.

* * *

Gelelim üçüncü olaya... Metin Serezli'nin yönettiği ve başrolünü oynadığı Kaçamak komedisi... Kaçamak insanı kahkahaya boğan sıcacık bir oyun.

İstanbul Tiyatrosu'nda oynanan komediyi izlerken iki saatin nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

Metin Serezli ömrünü tiyatroya vermiş eşsiz bir usta... Gepegenç oyuncularla harikalar yaratıyor.

Ben Metin Serezli'yi 50 yıldır aralıksız izlerim. Tiyatroyu ciddiye alan ve kendisi için yaşam biçimi haline getiren sayılı aktörlerden biridir.

Kaçamak hoş sürprizlerle dolu, görülmeye değer bir Fransız komedisi.

Metin Serezli'nin başarısını, ustalığını anlatmaya gerek duymuyorum.

Serezli'nin o genç kadroya verdiği emeğin önünde de Türk tiyatrosu adına saygıyla eğiliyorum.

İki konu

BU kadar güzel sanat etkinliklerinden sonra iki konudaki görüşlerimi yazmam gerekiyor.

Birincisi andıçlar... Onlar beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Ben bildiğimi, inandığımı yazarım. Benim tek sorumluluğum okurlarımadır.

İkincisi Bülent Arınç'ın gecikmeli kararı... Arınç AKP Grubu'nda yapılan ve TBMM'nin geleneklerine aykırı olan gösterileri nihayet yasakladı. Yine de gösterilere kızan "Bülent Abi" doğru olanı yapmış.
Yazının Devamını Oku

'Bülent Abi' çok kızdı ama işe yaramadı...

9 Mart 2007
MİLLETİN iradesinin temsil edildiği TBMM'nin kuralları ve gelenekleri vardır. Bu kutsal kurumun kural ve geleneklerine herkes saygı göstermek zorundadır.

Ama bugünlerde AKP'nin cemiyet anlayışı nedeniyle bu kural ve gelenekler ciddi şekilde yara almıştır.

Partilerin grup toplantıları, yasama çalışmalarının yapıldığı yerlerdir.

Buralardaki dinleyicilerin bırakın "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye avaz avaz bağırmayı, lafa karışmamaları, konuşmaları alkışlamamaları gerekir.

Partilerin grup toplantıları, miting yapılan yerler değildir.

Bunun tersini yapmak, TBMM'nin kutsallığını hiçe saymaktır.

Bu duruma Meclis Başkanı Bülent Arınç bile karşı çıktı. Ama takan olmadı.

Hatta Dışişleri Bakanı Gül, coşku gösterilerini gülerek "Bülent Abi kızacak" diye yorumladı.

Zaten "Bülent Abi" de partisiyle ters düşmemek için gereğinin yapılması konusunda emir vermedi.

Arınç, türbanlıların alındığı Meclis'e şapkalı kadınların girmesinin engellemesine ise büyük demokrat(!) olarak ses çıkarmadı.

Bindirilmiş kıtaların grup salonunun balkonundan, "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye slogan atmaları Erdoğan'a hiçbir şey kazandırmaz.

***

Başbakan, parti grubundaki bu gösterilerden çok etkilenmiş olmalı.

Bu coşkunun moraliyle CHP'yi eleştirirken bağırıp çağırmanın ötesinde iddialı bazı söylemlerde de bulundu.

Sanırım bunları düşünmeden taşınmadan söyledi.

"Türkiye seninle gurur duyuyor" sloganları kulakları çınlatırken Erdoğan şu iddiada bulundu:

"İlk kurulan parti biziz diyorsunuz. İlk kurulan parti sizsiniz de acaba kadınlarımıza bu ülkede neler kazandırdınız?"

Erdoğan bu sözleri söylerken kadınların bugün elde ettiği hakların tamamının CHP'nin kurucusu Atatürk ve arkadaşları tarafından verildiğini unutmuş olmalı.

Hem de bu hakların önemli bir bölümünün Avrupalı ülkelerin çoğundan daha önce Türk kadınına tanındığını da bilmiyor.

Başbakan'ın, kendi partisinin kadınlar için yaptıklarının CHP döneminde yapılanların yanında ne kadar cılız kaldığını anlamak için yakın tarihimizi şöyle bir karıştırması yeterli.

***

Bir konuya daha değinmek istiyorum.

İki veya üç tane avukat çıkıyor ve Abdullah Öcalan'ın ağır ağır zehirlendiğini iddia ediyor.

Bu iddiaya temel olarak da yurtdışına gönderilen 6 saç telinde bulunan maddeler gösteriliyor.

DTP'nin Genel Başkan Yardımcısı da bu iddia doğruymuş gibi basın toplantısı düzenleyip Türkiye'ye tehditler savuruyor.

Bütün bunlar ciddiye alınacak şeyler değil.

Ama AKP hükümeti nedense bunu ciddiye alıyor ve iddiaların incelenmesi için İmralı'ya üç bilim adamı gönderiyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin böyle saçma sapan bir iddiayı ciddiye almasını çok yadırgadım.

Devletin, ömür boyu hapis cezasına çarptırılan bir suçluyu zehirlemesi düşünülemez.

Adalet Bakanlığı'nın, böyle bir iddianın dikkate bile alınmasına gerek olmadığını açıklaması yeterli olurdu.

Türkiye gibi koca bir devlet, böyle bir zibidiliği ciddiye almaz.
Yazının Devamını Oku

Halk efsunlanıyor

7 Mart 2007
DOSTLARLA sohbet ederken ne kadar kaçarsanız kaçın söz dönüp dolaşıp siyasete gelir. Şunu hemen belirteyim ki, Türkiye'de herkes birer parti lideridir.

Onun için siyaset konusunda herkes görüşlerinin yüzde yüz doğru olduğuna inanır.

Geçenlerde bir arkadaş toplantısında yine koyu bir siyaset sohbetine dalındı.

Bir işadamı muhalefeti suçlamaya başladı. Görüş açısı şöyleydi:

"Muhalefet yanlış yapıyor. İktidarı ekonomik açıdan eleştiriyor ve Tayyip Bey'e pas atıyor. O da bunu gole çeviriyor."

Bir arkadaş bu fikre karşı çıktı, "Yani ekonomi eleştirilemeyecek kadar iyi mi?"

"İyi ya.
.. Enflasyon, faizler düştü... Rezervler çok yüksek... İhracat rekor düzeyde arttı... Büyüme müthiş... Daha ne olsun..."

***

Bunun üzerine işadamına tepkiler yağdı:

"İthalat ihracatın iki misli... Türkiye 1 dolarlık mal satmak için 70 sentlik ithalat yapıyor...

Bu iktidar 4 yılda, 80 yılda yapılan kadar borçlandırdı Türkiye'yi...

Maaşların satın alma gücü 2002 öncesinin gerisinde.

Cari açık 36 milyar dolar, dış ticaret açığı ise 56 milyar dolar...

İktidar bir tek büyük proje gerçekleştiremedi. Örneğin bir kilometre otoyol, bir baraj, bir liman, bir santral yapmadı. Türkiye en geç iki yıl sonra elektriksiz kalacak...

Başbakan bir ile gidip sembolik bir kurdele kesiyor ve 100 fabrikanın temelini attık veya 130 fabrikayı hizmete soktuk diye propaganda yapıyor.

Hani nerede bu fabrikalar? İşsizlik neden rekor düzeyde? İstihdamda neden artış yok?

Yüksek faiz vererek sıcak para çekmekle ekonomi yürür mü? Bu sürdürülebilir mi?"

İşadamı bu sorulara bir yanıt veremedi, "Muhalefet neden bu söylediklerinizi sormuyor?" dedi.

Soruluyor ama dinleyen kim?

***

Bu uygar tartışmadan şu sonucu çıkardım.

Türkiye'de öyle bir kampanya sürdürülüyor ki, bir işadamı bile bunun etkisinden kurtulamıyor.

Dıştan da desteklenen bu kampanyanın halk üzerindeki etkisinin ne kadar güçlü olduğunu düşünün.

Kampanyadan bazı başlıklar:

- Bu iktidarın alternatifi yok. Bunlara oy vermeyelim ama kime verelim?

- CHP sosyal demokrat ilkelerden uzaklaştı. Hatta faşist çizgiyi savunur hale geldi. Baykal klikçi, onunla bir şey olmaz.

- Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasinin önünde engel, Türkiye'nin AB'ye girmesini istemiyor.

- Cumhuriyetin temelinde militarizm var. Cumhuriyetin değerleri önemini yitirdi.

- Atatürkçülük, demokrasiye, çağın gelişimine karşı.

- Atatürk diktatör.

- Milliyetçilik, ulusalcılık faşistliktir.

- Ermeni soykırımı yapılmıştır, Türkiye Kıbrıs'ta işgalcidir. Vs...


Kampanyanın amacı nedir?

AKP iktidarının sürmesi, ılımlı İslam rejiminin Türkiye'ye egemen olması ve Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi'nin gerçekleşmesi...
Yazının Devamını Oku

Üniter devlet yapısını bozmak intihar olur

5 Mart 2007
TÜRKİYE içinde bulunduğu çetrefilli coğrafyada "üniter devlet" yapısını bozarsa Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi bölünmekten kurtulamaz. O nedenle "üniter devlet" modeli Türkiye için yaşamsaldır.

Bazen birileri çıkıyor bir fikir atıyor ortaya, o fikri anlamak istediğimiz gibi eğip büküyoruz, sonra da günlerce tartışıyoruz.

Bir süre sonra da tartışmanın içinde boğulup kalıyoruz.

Günlerce havanda su dövmüş oluyoruz.

Kimse kusura bakmasın ama Evren Paşa "bayram haftası" dedi.

Hepimiz "mangal tahtası" anladık ve kıran kırana bir tartışma başlattık.

Millet işi birbirini vatan hainliği ile suçlamaya kadar götürdü.

Hatta Muğla Cumhuriyet Başsavcısı da Evren Paşa'nın söylemlerinin vatan hainliği, bölücülük içerip içermediği konusunu açığa çıkarmak için inceleme başlattı.

Halbuki Evren Paşa hiç de böyle bir niyeti olmadığını açıkladı. "Benim söylediklerim yanlış anlaşıldı. Ben eyalet meyalet istemedim" dedi.

Dedi ama dinleyen kim?

Kaynatılmaya başlayan cadı kazanlarının altına koca kütükler atılmaya devam ediliyor.

* * *

Şimdi gelelim "üniter devlet" yapısının neden Türkiye için yaşamsal olduğunu irdelemeye.

Ülkemizin kuzeydoğusunda Türkiye'den tazminat ve toprak isteyen bir Ermenistan var.

Burada açlık içinde yaşayan insanlarla dünyanın çeşitli ülkelerindeki tuzu kuru olan Ermeniler Türkiye'den koparacakları topraklarla büyük Ermenistan kurma hayali peşinde koşup duruyorlar.

O nedenle Batı parlamentolarından Türkleri soykırım suçlusu ilan ettirmek için savaş veriyorlar.

Güneydeki iki komşumuz Irak ve Suriye...

Dostumuz, stratejik müttefikimiz Amerika Irak'ın kuzeyinde Kürt devletini kurdurdu ve koruması altına aldı.

Artık Amerika'nın bölgedeki stratejik ortağı Türkiye değil, bu yeni devlettir.

Bu devletin de Türkiye'nin topraklarında gözü var. Büyük Kürdistan hayali haritalara bile yansıdı.

Bu hayal yurtiçinden de destekleniyor.

Suriye'nin ise gönlünde Hatay'ı geri almak yatıyor. Suriyeli'nin bu hayalden vazgeçmesi olanaksız.

Ancak Türkiye güçlü olduğu sürece bu hayalin peşinde koşmazlar.

* * *

Batı'ya dönersek karşımıza "megalo idea" çıkar.

Bu büyük hayal bütün Yunanlıların beynine kazınmıştır.

Siz söylenen dostluk şarkılarına, el ele oynanan sirtakilere sakın aldanmayın.

Yunanlı Kıbrıs'ı, Ege'yi Türklerle paylaşmayı aklının ucundan bile geçirmez.

Onların gönlünde Batı Ege, Trakya ve İstanbul bile var.

Bu gerçekler ortadayken Türkiye'de eyalet sistemine geçilmesi bir intihar olur.

Türkiye "üniter devlet" yapısını bozmamak zorundadır.

Ancak hızla bu yapıyı işler hale getirmek için gerekli reformlar yapılmalıdır.

Yerel yönetimlerin yetkileri artırılarak Ankara'ya bağımlılık azaltılabilir.

Böylece Türkiye'nin yönetimi kolaylaştırılabilir.

Ama Türkiye'nin "üniter devlet" yapısını bozmak, eyaletlere ayırmak akıl ve mantıkla bağdaşmaz.
Yazının Devamını Oku

İçler acısı bir durum

3 Mart 2007
KAYSERİ'de yerel bir TV muhabirinin yaptığı sokak röportajlarını izleyince yüreğimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Ülke olarak içinde bulunduğumuz acıklı durumun nedenini anladım.

Muhabir, Kayseri Cumhuriyet Meydanı'nda gelen geçen gençleri çevirip sorular soruyor.

İnternete yeni düşen bu röportajları geçen yıl Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü olan 18 Mart günü yapıyor.

Üniversite sınavlarına hazırlandığını söyleyen bir gence soruyor:

- Bugün 18 Mart Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü. Çanakkale'de düşmanları denize dökmüştük, hatırlıyor musunuz?

- Evet hatırlıyorum. Yunanlıları denize dökmüştük.

Bir başka genci durduruyor ve ona soruyor:

- Çanakkale'de Ruslara karşı mı, Japonlara karşı mı dövüştük?

Genç kendinden gayet emin yanıt veriyor:

- Japonlara karşı...

Bu kez saçları jöleli bir genci çeviriyor.

- Çanakkale Savaşları sırasında cumhurbaşkanı kimdi hatırlıyor musunuz?

- Valla ben sayısalcı olduğum için bu konuda fazla bir bilgim yok...

* * *

Sıra top sakallı, entel havalarda bir gence geliyor.

- Bugün Çanakkale Zaferi'nin 70. yılı (91. yıl, muhabir şaşırtıyor).

Genç soruyu beklemeden konuşmaya başlıyor:

- Biz Türküz abi... Kanımız bu vatana helal olsun. Orada 250 bin şehit verdik. Şimdi aynı şey olsa 1 milyon can helal olsun.

- Peki, Çanakkale'de Amerika'ya mı, Rusya'ya karşı mı savaştık?

- Rusya'ya karşı...

- Bize karşı savaşan ANZAK'lar Japon askerleriydi biliyorsunuz değil mi?

- Tabii biliyorum.

- Peki o zaman cumhurbaşkanı kimdi?

- Kenan Evren'di galiba...

Bu kez güneş gözlüklü, şık bir genci çeviriyor muhabir ve soruyor:

- Merhaba çok şıksınız... 18 Mart günü size ne ifade ediyor?

- Ben hep böyle giyinirim, özel bir gün diye değil.

- Bugün Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü. Biz Çanakkale'de Japonlarla mı, Çinlilerle mi savaştık.

- Zannediyorum Japonlarla...

- Peki başkomutan kimdi?

- Valla şimdi ismi aklımda değil, ama resmini görsem tanırım...

Uzun uzun yazmaya gerek yok hali pür melalimizi... Röportajlar böyle sürüp gidiyor işte...

Macbeth mucizesi

SALI akşamı Macbeth'i izledim. Shakespeare'e bir kez daha hayran oldum.

Çağlara meydan okuyan bir deha çünkü. İnsan ruhunun yarattığı çirkinlikleri, tutkuları Shakespeare kadar güçlü bir şekilde anlatan ikinci bir yazar yok.

İşte onun için ölümsüzdür Shakespeare.

Macbeth'i izlerken Verdi'nin operanın tanrısı olduğunu bir kez daha anladım.

Ve bu yapıtı sahneye koyan Yekta Kara'nın nasıl bir mucize yarattığını da...

Operanın bu ölü döneminde Yekta Kara ve arkadaşları imkánsızı başarmış.

ÖZÜR- Dünkü yazımın son satırında iki sözcük teknolojik sistemin kurbanı olup uçmuş. Okurlarımdan özür dilerim. Cümlenin tamamı şöyledir:

"Artık masada kazanmayı öğrenmek zorundayız."
Yazının Devamını Oku

Hálá papatya falıyla avunuyoruz

2 Mart 2007
BÖLGEMİZDE bu kadar hızlı oluşumlar yaşanıyor ama biz öyle bir kış uykusuna yatmışız ki bir türlü uyanamıyoruz. Yöneticilerimiz hálá Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devletini kurulmamış farz ediyor.

Oysa bakın neler oluyor.

Barzani
çıkıp "Çoktaaan kurduk. Kendinizi alıştırsanız iyi olur" diye açıklamalar yapıyor.

ABD Dışişleri Bakanı Condaleezza Rice PKK ile ilgili değerlendirmeler yaparken açık açık "Kürdistan" diyor.

Biz ise hálá tartışıyoruz, "Efendim henüz bir Kürt devleti kurulmadı. Türkiye buna izin vermez. Kurulmaya kalkılırsa Türkiye gerekeni yapar..."

Oysa her gün tanık oluyoruz ki atı alan çoktaaan Üsküdar’ı geçti.

Kürt devleti kuruldu, tıkır tıkır işliyor.

Parlamentosu var, hükümeti var, parası var...

Vergi kesmeden Türk TIR’larını Irak’a sokmuyor.

Biz ne kadar "Olmaz, kabul etmeyiz" desek de yakında Kerkük’te referandum yapılacak ve kentin Kürtlere ait olduğu da tescil edilecek.

Amerika ise yıllardan beri "Merak etmeyin, Irak’ın toprak bütünlüğü korunacaktır" diye güvence üstüne güvence veriyor.

Kürt devletinin gözetiminde sınırımızın dibinde üstlenen PKK için parmağını bile oynatmıyor.

"Kaynaklarını keseceğim" masalıyla Avrupa’da bir iki göstermelik operasyon yaptırıyor hepsi o.

Türkiye rahatsızlığını dile getirdikçe de "Irak hükümetiyle birlikte çözüm arayın" diye akıl veriyor.

***

Kuzey Irak bu durumda da, Ermeni konusu nasıl?

Aynı aymazlık orada da devam ediyor.

Hálá "Acaba geçer mi, geçmez mi?" diye papatya falı açmayı sürdürüyoruz.

"İnşallah geçmez" diye kendimizi avutuyoruz.

Ermeni soykırımı yasasının kongreden geçmemesi için elimiz kolumuz bağlı bir mucize bekliyoruz.

Bakın ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz Washington’da bulunan TESEV heyeti için "Açık Toplum Enstitüsü"nün düzenlediği bir toplantıda neler diyor:

"Türkiye, ABD’de tarih savaşını kaybetti. Kongre’yi ikna etmek mümkün değil. Bu konudaki temel argüman, Türkiye’nin ve Türkiye ile ilişkilerin ne denli önemli olduğunu anlatmak. Kongre üyeleri bunu anlamalı. Bence tek makul argüman budur."

Abramowitz
Washinton’u iknaya giden TBMM heyetine de aynı şeyleri söylüyor.

***

Kendimizi avutmayı bırakalım.

Hiç zaman yitirmeden hükümet ilgili kurumların, muhalefetin görüşlerini de alarak yeni duruma göre politikalar oluşturmalı ve kararlılıkla bunları uygulamalı.

Bu konuda sivillerle askerler arasında görüş ayrılıkları da olmaması gerekir.

Bu Türkiye’nin elini zayıflatır.

Şunu unutmayalım, Amerika, artık stratejik müttefik gibi davranmıyor ve bizim için çok yaşamsal olan konularda gerekli destekleri vermiyor.

Hem Kürt devleti hem PKK hem de Ermeni soykırımı konusunda artık yanımızda değil.

Batılıların "Türkler savaş meydanında kazandıklarını masada verirler" söylemlerini haklı çıkarmamak için daha gerçekçi olalım.

Artık masada kazanmayı öğrenmek zorundayız.
Yazının Devamını Oku

Hem muhafazakár hem reformcu nasıl olunur

28 Şubat 2007
DEMİREL cumhurbaşkanlığına seçildikten (1993) sonra DYP’de genel başkanlık yarışı başlamıştı. <br><br>Parti örgütü, Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’u istiyordu. Cindoruk ise aday olmamak için direniyordu.

İşte tam o günlerde Cindoruk aday olmama kararının nedenini şöyle anlatmıştı:

"Sayın Demirel bana ’Ben cumhurbaşkanıyım, sen Meclis başkanısın, iyi bir başbakan bulursak memleketi gül gibi idare ederiz’ dedi. Bu bana aday olmama mesajıydı. Ben Demirel’e rağmen aday olamam."

Gerçekten de bütün ısrarlara rağmen Cindoruk aday olmadı ve Tansu Çiller DYP genel başkanlığına seçilerek başbakan oldu.

Çiller’le yıldızı barışmayan Demirel’in memleketi gül gibi idare etme hayalleri de gerçekleşmedi.

Tersine Çiller’in başbakanlığı döneminde de, daha sonra Erbakan’la kurduğu koalisyon hükümeti döneminde de epeyce başı ağrıdı.

Rejimin bir kazaya uğramaması için olağanüstü çaba harcadı.

* * *

Günümüze dönersek...

Yine zor ve çetrefilli günlerden geçiyoruz.

Cumhuriyete 11’inci cumhurbaşkanı seçilecek.

Sanırım şimdi de Tayyip Erdoğan partinin ikinci adamı Abdullah Gül’e Demirel’in söylediklerine benzer şeyler söylüyordur:

"Ben cumhurbaşkanı, Bülent Bey Meclis başkanı, sen başbakan... Memleketi gül gibi idare ederiz."

Bakalım bu hayal gerçekleşecek mi? Gerçekleşirse bu üçlü memleketi gül gibi idare edebilecek mi?

Erdoğan’ın sadece AKP’li milletvekillerinin oylarıyla Çankaya’ya çıkması toplumun içine sinecek mi?

Halkın yüzde 70’inin karşı olduğu bir isim Çankaya’da rahat oturabilecek mi?

Hele bu kişi rejimle sorunları olan bir dünya görüşüne sahipse...

Başbakanlık yaptığı süre içinde Silahlı Kuvvetler’le, yargıyla, üniversitelerle, devlet bürokrasisiyle ve medyayla sürekli didiştiyse...

Seçim meydanlarında verdiği sözlerin çoğunu tutmadıysa...

Yoksulluk ve yolsuzlukla mücadelede başarılı olamadıysa...

* * *

Ama bütün bu endişeleri Erdoğan ve arkadaşları pek önemsemiyor.

Çünkü cumhurbaşkanı adayını belirlemek için bir uzlaşma aramıyorlar, "Biz seçeceğiz" diyorlar.

Pazar akşamı Dengir Mir Mehmet Fırat Haber Türk’teki Basın Kulübü’nde sorularımızı yanıtladı.

Sayın Fırat cumhurbaşkanı kimin olacağı sorusunu "Samimi olarak söylüyorum, bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü bu konuları konuşmuyoruz" diye yanıtladı.

Ama Sayın Fırat, "Ülkenin geleceği açısından çok önemli olan bir seçim için neden uzlaşı aramıyorsunuz?" sorusuna ise "Arıyoruz" diyor.

İnsan merak ediyor, partinin en üst düzeyinde konuşulmayan bir konu için nasıl bir uzlaşı aranıyor acaba?

Zaten AKP’nin mantığını, yaptıklarını, tuttukları yolları da anlamakta zorlanıyoruz.

Başbakan dünkü grup toplantısında muhalefete bağırıp çağırırken bakın ne dedi:

"Zihnen statükocu olan, uygulamada değişimci olamaz..."

AKP kendini dünyaya "muhafazakár demokrat" diye ilan etmedi mi?

Peki o zaman zihnen muhafazakár olan bir parti, uygulamada nasıl reformcu olabiliyor?

Gelin çıkın işin içinden.
Yazının Devamını Oku