26 Mart 2007
TÜRKİYE'yi Avrupa Birliği'ne almak istemeyen Avrupalılar Yunanistan maçını izledikten sonra acaba vicdanlarında bir rahatsızlık duydu mu? O gece "Aramızda kültür farkı var... Siz Avrupalı değilsiniz" diye kapılarını kapattıkları Türkiye ile Yunanistan arasındaki uygarlık farkını sanırım utanarak izlemişlerdir.
Şimdi oturup düşünsünler: "Türkler mi Avrupalı, yoksa Yunanlılar mı?"
Kazandığımız başarı ve oynadığımız şahane futbol hepimiz gibi beni de çok mutlu etti kuşkusuz.
Ama ondan daha çok futbolcularımızın, teknik adamlarımızın Avrupalılara ders verecek kadar uygar hareket etmeleriydi.
Türkiye'nin kazandığı gerçek zafer de buydu o gece.
Saldırgan Yunanlılara karşı sahada bu kadar efendi kalabilmek...
Hiçbir futbolcumuz ne seyircinin terbiyesizliğine yanıt verdi.
Ne Yunanlı futbolcuların kendilerini kırıp dökmesine aldırdı.
(İki futbolcumuzu sakatladılar.)
Ne de hakeme en ufak bir itirazda bulundu.
Bu maç bizim futbolcularımıza çok büyük bir ders olmalı.
Demek ki seyirciyle, hakemle oynamadıkları zaman gerçek yeteneklerini ve güçlerini ortaya koyabiliyorlar.
Avrupa Şampiyonu takımı eksik olmalarına rağmen perişan edebiliyorlar.
Bunlar benim açımdan alınan sonuçtan çok daha önemli.
***
Avrupa'nın şımarık çocuklarının neydi o hali, o ilkelliği...
Önce milli marşımızı yuhaladılar.
Sonra maç boyu ellerine ne geçtiyse attılar sahaya.
Futbolcularımıza küfürler ettiler...
Ama bizim çocuklar hiç oralı olmadı, futbollarına baktılar.
Kendilerine ölümüne giren Yunan futbolcularıyla hiç itişmediler, onlara karşılık vermediler.
Hatta yaptıkları faullerde rakiplerinden özür dileyerek büyüklüklerini gösterdiler.
Bunların hiçbirine aldırmayıp tıkır tıkır oynadılar ve gollerini sıraladılar.
İkincisi, her zaman yaptıklarını yapmadılar.
Hakeme hiç itiraz etmediler.
Örneğin durum 1-0'ken Tuncay'ın girdiği yüzde yüz gollük pozisyon ofsayt değildi.
Ona bile ses çıkarmadılar.
İşlerine baktılar. Bu akıllıca tutum onları hakları olan zafere taşıdı.
Hepsi efendice, uygarca ve yürekleriyle mücadele ettiler.
***
Bence bu gecenin yaratıcısı Fatih Terim'di.
Biraz da onun hakkındaki düşüncelerimi yazmak istiyorum.
Hep söylerim, o bir başka adam.
Çok iyi bir futbol adamı bu bir...
Yürekli, hırslı, kendine güvenen bir insan.
Ama ondan da önemlisi müthiş bir psikolog.
Futbolcularını bu kadar kısa zamanda bu zor maça her yönden eksiksiz hazırlamış.
Onun ve yardımcılarının hazırladığı takımımız bütün şanssızlıklara karşın Avrupa Şampiyonu Yunan takımını darmadağın ettiler.
Göğsümüzü gere gere bir kez daha söyleyelim:
"O gece Avrupalı bizdik, Yunanlılar değil..."
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
SKANDAL sözcüğünü hiç sevmem ve kullanmamaya özen gösteririm. <br><br>Ama sizlere anlatacağım olay lamı cimi yok tam bir skandal. Onun için yazının başlığını hiç düşünmeden "Balede yaşanan skandal" diye koydum.
Okuyunca sizin de bana hak vereceğinize inanıyorum.
Gelelim şimdi olayımıza...
Geçtiğimiz hafta Türkiye'de çok önemli bir sanat etkinliği yaşandı.
"Türkiye'de Rus Kültür Yılı" etkinlikleri kapsamında Rusya'nın en ünlü bale yıldızları Ankara ve İstanbul'da iki temsil verdi.
Bu büyük sanat olayını iki ülkenin kültür bakanlıkları birlikte düzenledi.
Ankara'daki galayı Kültür Bakanı Atilla Koç da izledi.
Gazetelerde gözüme çarpmadı ama sanırım bakan bu gösteriyi çok beğendi.
İstanbul'daki gala ise 17 Mart Cumartesi gecesi Atatürk Kültür Merkezi'ndeydi.
Bu büyüleyici gösteriyi İstanbullu sanatseverler büyük bir beğeniyle izlediler.
O gece salonda olanlar gerçekten şanslıydı.
* * *
Bolşoy ve St. Petersburg balesinden 13 ünlü bale sanatçısı birbirinden zorlu dansları sergilediler.
Korsakov, Minkus, Rahmaninov, Armsgeymer, Drigo, Vivaldi ve Ober'in müziği ile uçarcasına dans ettiler.
Salonun en öndeki sırası her zaman olduğu gibi protokole ayrılmıştı.
Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen, Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürü Ahmet Emre Bilgili, AKM Müdürü Hayrullah Cengiz ve İstanbul Kültür Müdürü yan yana oturuyor ve protokolü oluşturuyorlardı.
Doğal olarak Rusya Federasyonu İstanbul Başkonsolosu ve konsolosluk görevlileri de protokol sıralarında yer almışlardı.
Herkes mutluluk içinde bu güzel gösteriye dalmış gitmişti.
İşte ne olduysa 4'üncü dans gösterisi sürerken oldu.
Minkus'un La Bayadere Balesi'nden Pas de Deux dansı sırasında birden salonda bir hareketlenme oldu.
* * *
Protokol sırasında oturanlardan bir grup ayağa kalktı ve paldır küldür salonu terk etti.
Terk eden grubun başını da Kültür Bakanlığı Müsteşarı, yani bakanlığın ikinci adamı çekiyordu.
Arkasından da Kütüphaneler Genel Müdürü, İstanbul Kültür Müdürü ve AKM Müdürü ile mahiyetleri.
6-7 kişilik bu grup, dansın sona ermesini bekleme, arada çıkma özenini bile göstermeye gerek duymamıştı.
Salonda buz gibi bir hava esti.
Sanatseverler şaşkınlık içinde bu insanların salonu terk etmelerini izlediler.
Sanırım opera ve balede veya klasik müzik konserinde ilk kez yaşanan bir olaydı bu.
Üstelik bu olayın kahramanları da Kültür Bakanlığı sorumlularıydı.
Görevleri kültürün toplumda yaygınlaşmasına ve yerleşmesine hizmet etmek olan bu insanlar bir bale gösterisine gösterilmesi gereken saygıyı hiçe sayarak salonu terk etmişlerdi.
Sanırım bu işe en fazla da Rus Başkonsolosu şaşırmıştır.
Ve eminim ki Başkonsolos Bey, Kültür Bakanlığı Müsteşarı ile bakanlık yetkililerinin dansın bitmesini bile beklemeden kalkıp gitmesinin nedenini hiç ama hiç anlayamamıştır.
Sizce kültürün başındaki insanın bu davranışına "skandal" demekte haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2007
BAŞBAKAN kürsüye her çıkışında, ekonominin ne kadar iyi olduğunu uzun uzun anlatır. Bir işadamı, Başbakan'ın bu konuşmalarından birinden sonra telefon etmiş ve şöyle demişti:
"Türkiye bu kadar iyi de, neden herkes kötü?"
Şimdi uzmanların bilgilerine dayanarak Başbakan'ın söyledikleri ne kadar gerçek ona bakalım.
Evet, Türk ekonomisi büyüyor ama istihdam yaratamıyor.
Türkiye'de çalışabilir nüfus oranı 2000'de yüzde 49.3 iken, 2006'da bu oran yüzde 45.8'e düştü.
Sanayi istihdamı ise 2000'de yüzde 11.9 iken, 2006'da 11.6'ya geriledi.
Tarımda da oranlar aynı.
Bu oranlarla Türkiye'nin AB'yi yakalaması olanaksız.
Burada insanın aklını kurcalayan soru şu:
Peki yatırım olmadan, istihdam yaratılmadan ekonomi nasıl ayakta duruyor?
Uzmanlar bunu şöyle anlatıyorlar:
Dünyada ellerinde nakit para olan kişi ve kurumlar, bunu yüksek faiz veren ülkelere götürüyorlar.
Paralarını tahvillere, hisse senetlerine yatırıp büyük kazanç sağlıyorlar.
Eğer parasının riske girdiğini görürse hemen dövize dönüyor ve dolarını veya Euro'sunu riski olmayan ülkeye taşıyor.
Bulunduğu ülkede risk olmadığını düşünelim. Buna rağmen daha yüksek faiz bulursa yine parasını dövize çevirip o ülkeye götürüyor.
***
İşte ekonomide bu paraya "sıcak para" deniyor.
"Sıcak para", faiz ve temettü geliri iyi olduğu sürece girdiği ülkede kalıyor, koşullar bozulduğu zaman anında bulunduğu ülkeyi terk ediyor.
Ocak ayı sonunda Türkiye'ye giren "sıcak para"nın 71 milyar doları bulduğu biliniyor.
Başbakan'ın kürsülerden yabancı yatırım diye övündüğü, işte bu "sıcak para".
"Sıcak para"nın Türkiye'ye geliş nedeni ise kara kaşımız, kara gözümüz için değil.
Dünyada en yüksek faizi veren ülke olduğumuz için.
Ekonomimizi işte bu "sıcak para" ayakta tutuyor.
Şunun için: Cari açığımız çok yüksek, 32 milyar dolar. Bu alarm ötesi bir durum.
Eğer döviz gelirleriniz, döviz giderlerinizden daha azsa aradaki farka "cari açık" deniyor.
Türkiye, cari açığını "sıcak para"yı kullanarak kapatıyor.
"Sıcak para"nın üzerine titrememizin, faizleri düşüremememizin nedeni de bu.
Eğer sıcak para kaçar, ya da gelişi durursa ekonomimiz krize girer.
***
Türkiye'nin "cari açığını" artıran etkenlerin başında gelen olgu, dış ticaret açığıdır.
İhracatımız 85 milyar dolarlara yükseldi.
Bu, Başbakan dahil hepimizi sevindiriyor.
Ama Başbakan, ithalattaki durumu söylemiyor.
İthalatımız 137 milyar dolar. Açık 52 milyar dolar.
Daha da önemlisi, Türkiye ihracatını, üretimini büyüterek değil ithalat yaparak artırıyor.
Yani Türkiye, 100 dolarlık ihracat yapabilmek için 70 dolarlık ithalat yapmak zorunda kalıyor.
Uzmanlar, bu ticaret açığı ve bu cari açıkla ekonominin sürdürülemeyeceğini vurguluyorlar.
Hükümetin zaman yitirmeden ciddi önlemler almasını istiyorlar.
Ama hükümet bunların hiçbirini ciddiye almıyor.
Peki bu durum nereye kadar gider?
Uzmanların yanıtı: "Duvara toslayıncaya kadar..."
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
SİZE bir ülkeden bazı ilginç notlar vereceğim. <br><br>Bu ülkede türbe, yatır yok. Çünkü yasak. Bunlar olmayınca doğal olarak ziyaretler de söz konusu değil.
Yıl içinde özellikle de ramazan aylarında sözde yatırlara kısmeti açılsın diye genç kızlar, sağlığı için dua edenler, dallara ağaçlara çaput bağlamazlar, mum dikmezler.
Bu ülkede bu tip ilkel görüntüler yaşanmaz.
Böyle davranışlar gericilik, putperestlik olarak kabul edilir.
Peygamberimize ait olduğu söylenen Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif, Dendan-ı Şerif gibi ziyaretler de yoktur.
Böyle davranışlar da gericilik sayılır.
İmam, müezzin gibi din görevlileri devlet memuru statüsünde değildir, devlet bütçesinden bu kişilere maaş ödenmez.
Allah için yapılan görevin karşılığında para almak ayıp sayılır ve yasaktır.
Bu ülkede biri çıkıp da medyum olduğunu iddia ederse büyük cezaya çarptırılır.
Tarikatçılık ve tarikatlar yoktur.
Şeyhler, müritler de...
Bunların kurduğu cemaatler de yoktur.
***
Devam edelim:
Kız imam hatip lisesi diye bir öğretim kurumu açılamaz.
Çünkü İslamiyet'te kadından imam olmaz.
Nazar boncuğu, okunmuş su, nazara karşı geyik boynuzu, yani büyü kesinlikle yasaktır.
Bunun cezası çok ağırdır. Bu suçu işleyenlere yıllarca hapis cezası verilir.
Aynı cezalar üfürükçülük yapanlara da uygulanır.
Cami gibi ibadet yerlerinin altına, market, dükkán yapılamaz.
Bu, din ticareti olarak kabul edilir ve buna kesinlikle izin verilmez.
Bu bilgileri Basın-Yayın ve Enformasyon eski Genel Müdürü Cemil Ünlütürk yolladı.
Bu ülkenin neresi olduğunu bilmenize, hatta tahmin etmenize imkán yok.
O nedenle sizleri daha fazla merakta bırakmadan bu ülkeyi açıklayalım.
Bu ülke şeriatla yönetilen Suudi Arabistan.
***
Şimdi dönüp laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne bir bakın.
Türkiye'de türbeden, yatırdan geçilmez.
Günün her saatinde insanlar buraları ziyaret edip kurban keserler, çaputlar bağlarlar, mumlar dikerler.
Türkiye'de her taraf medyumlarla doludur.
Bunlar gazetelerde yazarlar, TV'lerde boy gösterirler.
Tarikatlar, cemaatler Türkiye'yi yönetirler.
Bugün iktidarda olan partinin önde gelenlerinin çoğunun tarikatlara mensup olduğunu da biliyoruz.
Türkiye'de kız imam hatip liseleri vardır.
Büyü yapmak, büyü bozmak serbesttir.
Üfürükçülük yapana kimse karışmaz.
Bunlara kimse engel de olmaz.
Türkiye'de camiler birer rant kapısı haline getirilmiştir. Camilerin altı kira getiren ticarethanelerle doludur.
Sonuç: Orada şeriatçı Suudi Arabistan...
Burada Atatürk'ün laik demokratik cumhuriyeti...
Gelin çıkın işin içinden.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2007
KEŞKE, Recep Tayyip Erdoğan ile AKP milletvekilleri tutkularından sıyrılıp Köksal Toptan'ı Çankaya'ya gönderseler. Keşke böyle bir sağduyuyu gösterebilseler.
Kendileri de rahat eder, ülke de...
Ama ben gerek Tayyip Bey'in gerekse AKP grubunun böyle bir olumlu tutum içine girebileceklerini sanmıyorum.
Erdoğan'ın gözetiminde yapılan nabız yoklamalarının göstermelik olduğuna adım gibi eminim.
Biz bu sürecin aynısını Özal'ın seçimden önce de yaşadık.
Özal günlerce nabız yokladı. Ona danıştı, buna danıştı, sonunda kafasındaki kararı uyguladı.
Kendisi cumhurbaşkanı oldu, başbakanlığa da Yıldırım Akbulut'u oturttu.
Bu süreci birebir yaşayan bir sürü ANAP'lı şu anda AKP içindeler.
İnanıyorum ki onlar da bu göstermelik demokratçılık oyunlarına bıyık altından gülüyorlardır.
* * *
Neden "Keşke Köksal Toptan seçilse" diyorum?
Şunun için; Köksal Toptan'ın cumhurbaşkanlığı kimseyi rahatsız etmez.
Çünkü devlet deneyimi olan, devlet yönetimini bilen bir politikacıdır.
Uzun yıllar Süleyman Demirel'le birlikte politika yapmıştır. Onun yakınında olmuştur.
Bakanlıklar yapmıştır.
Politika dünyasında sevilen, sayılan bir insandır.
Hepsinden önemlisi DYP-SHP koalisyon protokolünün hazırlanmasında önemli rol oynamıştır.
O koalisyonun demokratik açılımlarını belirlemede sosyal demokratlarla uyum içinde çalışmıştır.
Olaylara sağduyuyla yaklaşır, soğukkanlıdır, daima uzlaşma arar.
Üslubu son derece yumuşaktır.
Bağırıp çağırmaz, kimseyi incitici sözcükler kullanmaz, insanları azarlamaz.
Dürüsttür, kesinlikle yalan söylemez.
Demokratik laik cumhuriyete, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlıdır.
Muhafazakárdır ama çağdaş ve uygar Türkiye'den yanadır.
Onun için diyorum ki: "Keşke seçilse..."
Olay, Mine Acar'ın oyunu
KÜLTÜR Bakanı Atilla Koç kültür sanat derneklerine laf çakacağına Devlet Tiyatroları'na bir genel müdür atasa daha iyi olur.
Çünkü Devlet Tiyatrosu oyuncularının TV dizilerinde rol alamama durumu Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne sanatçı kadrosunda olmadığı için atanamayan ve halen bu kurumu vekaleten yürütmek zorunda kalan Mine Acar'ın başının altından çıkıyor.
Dramaturg olan, bu nedenle de sanatçı kadrosuna giremeyen Mine Acar hanımefendi, genel müdür olarak atanabilmesi için yönerge değiştiriyor ve kendisini, yani dramaturgları sanatçı kadrosuna alıyor.
Kültür ve sanat dernekleri de Danıştay'a başvuruyor.
Danıştay Mine Acar'ın yönergesinin yürütmesini durduruyor.
Kabak da sanatçıların başına patlıyor. Karar nedeniyle sanatçıların tiyatro dışında sürdürdükleri çalışmalar engelleniyor.
Bakan Koç isterse sorunu iki saniyede çözer. Genel Müdürlüğe bir sanatçı atar, olur biter.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2007
VALİ Muammer Muşmal ve kadrosu, Türkiye için çok önemli bir adım attı. Elazığ’da kalıcı okuma alışkanlığı yaratmak için "Elazığ okuyor" kampanyasını perşembe günü resmen başlattılar.
Başta vali olmak üzere bu kampanyaya aklını, yüreğini katan herkesi kutluyorum.
Türk toplumunun okumamasının acısını çeken bir yazar olarak bu törene büyük bir mutlulukla katıldım.
Genç Vali Muşmal’ın yaptığı açış konuşmasında beni en çok etkileyen söylemleri yazmak istiyorum.
Muşmal sözlerine, "Okuyan insan yaşayan insandır" diye başladı, sonra da şöyle dedi:
"Kitap, insanımızın hep saygı duyduğu ama hep uzak kaldığı bir varlık olmuştur. Bunu bu kampanyayla aşacağız."
Kampanyanın hedefi, her okula öğrenci sayısı kadar kitap dağıtmak, okuma saatleri koymak, açık oturumlar düzenlemek, Elazığ halkını yazarlarla buluşturmak...
Vali sözlerini şöyle bitirdi:
"Bu kampanya ile geleceğimizi kazanacağız."
Vali haklı; çünkü okumayan toplumun bilgi çağını yakalaması olanaksız.
* * *
Törende yaptığım kısa konuşmada, Elazığlılara okuyan ile okumayan toplumların gelişmişlik farklarını anlatmaya çalıştım.
Araştırmalara göre Türk toplumu ne yazık ki okumuyor, sadece seyrediyor.
Bulgular şöyle:
Ülkemizde yetişkinlerin yüzde 95’i, gençlerin ise yüzde 70’i kitap okumuyor, TV seyrediyor.
Öğretmenlerin bile ancak yüzde 65’i okuyor.
Nüfusun geneline bakarsanız, okuma oranı binde bir olarak görülüyor.
Bundan daha vahim bulgu ise şöyle:
Türkiye’de kitap okuma oranı giderek azalıyor. Araştırmacılar, bunda TV’nin rolünün büyük olduğu kanısındalar.
Gelişmiş ülkelerde durum nasıl? Şimdi ona bakalım.
Okuma konusunda Batılı ülkeler ile Türkiye arasındaki uçurum giderek derinleşiyor.
Batılı bir insan, kitap almak için yılda 500 dolar harcıyor.
Türk insanının harcadığı para ise sadece 45 sent, yani yarım dolardan az.
Ders kitaplarında kullanılan sözcük ve kavram sayısı Amerika’da 70 bin, Japonya’da 44 bin, Suudi Arabistan’da 13 bin.
Buna karşılık Türkiye’deki ders kitaplarında kullanılan sözcük ve kavram sayısı sadece 7 bin.
İnsanlarımızın düzgün Türkçe konuşamamasının ve yazamamasının nedeni de bu.
* * *
İşte onun için Elazığ’da başlatılan kampanya çok önemli.
Ülkemiz için de yaşamsal.
İnsanları okumaya zorlamak ve onları kitapla yakınlaştırmak.
Vali Muammer Muşmal gibi Elazığ halkının bu kampanyaya sahip çıkacağına inanıyorum.
Belki kendisi için değil ama çocukları için, bilgi çağını yakalayabilecek nesiller yetiştirilmesi için...
Öteki illerin de bu kampanyayı örnek almasını diliyorum.
"Elazığ okuyor"u "Türkiye okuyor"a çevirebildiğimiz zaman bilgi çağının toplumu olmayı başarabiliriz.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
FENERBAHÇE, kuruluşunun 100. yılında adına senfoni bestelenen Türkiye’nin ilk spor kulübü oldu. Fenerbahçe Senfonisi, kendisi de tutkulu bir Fenerbahçeli olan dünyaca ünlü sanatçımız Fazıl Say tarafından bestelendi.
Bu güzel senfoni, Fazıl Say’ın yüreğinden kopup gelen Fenerbahçe sevgisinin sesleriyle oya gibi örülmüş bir yapıt.
Önceki gece bu senfoninin ilk sunumu oldu.
Dünya müzik tarihini inceleyenler iyi bilirler, birçok senfoni ilk sunumunda beğenilmemiştir.
Ama bunlardan birçoğu zamanla halk tarafından çok sevilip ölümsüzleşmiştir.
Oysa Fenerbahçe Senfonisi, daha ilk sunumunda salondaki insanları etkiledi.
Konserden sonra Fenerbahçeli dostlara sormadım beğenip beğenmediklerini.
Beşiktaşlı, Galatasaraylı dostlara sordum.
Bazıları çekingen çekingen "Güzel" demekle yetinirken, bazıları da "Tüylerim diken diken oldu" diyerek coşkusunu saklamadı.
Gerçekten de senfoni, insanın tüylerini diken diken edecek bir coşkuyla son buluyordu.
* * *
Bu bir ilktir.
Bu ilki Fenerbahçe’ye yaşatan başta dünyaca ünlü virtüöz ve kompozitör Fazıl Say olmak üzere, orkestra şefi İbrahim Yazıcı’yı, Bilkent Senfoni Orkestrası’nı, Kültür Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu’nu, solistler Tuğba Mankal’ı, Bilge Yılmaz’ı, Arda Doğan’ı ve Serhat Konukman’ı kutluyorum.
Senfoniyi çok güzel seslendirdiler.
Senfoni önümüzdeki dönemde birçok kentte çalınarak halka tanıtılacak.
Ayrıca FIFA’nın merkezi Zürih’te de verilecek bir konserle dünyaya sunulacak.
Fazıl Say’ın yüzüncü yılda Fenerbahçe’ye eşsiz bir armağanıydı bu güzel senfoni.
Son sözüm, gecenin sunucusu Halit Kıvanç’a...
Hey koca delikanlı hey!..
Tertemiz Türkçenle yaptığın sunum muhteşem ve duygu doluydu.
Sen konuşurken Milliyet spor servisindeki başta Namık Sevik, İslam Çupi, Necmi Tanyolaç olmak üzere spora damgasını vuran o eşsiz kadro, o sevgili dostlarımız bir film şeridi gibi geçiverdi gözlerimden.
Baykal’dan vahim iddialar
BAYKAL, Başbakan Erdoğan için salı günkü grup toplantısında çok ciddi iddialar ortaya attı.
Parasal konuları içeren bu iddialar, Türkiye’den başka bütün ülkelerde kamuoyunu ayağa kaldırır.
Ama Türkiye’de kimsenin kılı bile kıpırdamadı.
Bakana kimse güvenmiyor
KÜLTÜR Bakanı Atilla Koç’un Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkıp yerine yeni bir kültür merkezi yapacağına söz vermesi, sanatçıları tatmin etmedi.
Tiyatro, opera ve bale sanatçıları, 26 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nde AKM önünde toplanıp bir açıklama yapacaklar.
Sanatçılar ve sanatseverler, AKM’nin yerine alışveriş merkezi ve kongre salonu yapılacağına inanıyorlar.
Protesto bunun için.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi için ortalık kızışmaya başladı. <br><br>Ortam, 1989 yılındaki Turgut Özal’ın seçim öncesine benziyor. O zaman ekim ayında yapılan seçim tartışmaları nisan-mayıs aylarında başlamıştı.
Özal her zamanki taktiğini kullanıyor, ortaya bazı sözler atıyor, sonra da toplumun nabzını ölçüyordu.
O günlerde de tıpkı şimdi olduğu gibi "Turgut Özal aday olacak mı, olmayacak mı?" tartışmaları yapılıyordu.
Sanırım haziran ayıydı, Cumhurbaşkanı Kenan Evren yaz dönemi çalışmalarını sürdürmek için Kalender’deki Huber Köşkü’ne yerleşmişti.
Ana muhalefet partisi DYP’nin lideri Süleyman Demirel’i de olağan görüşme için orada kabul etmişti.
Görüşme sırasında Evren Demirel’e "Sizce Turgut Özal aday olacak mı?" diye sordu.
Demirel şu yanıtı verdi:
"Kendisini cumhurbaşkanı seçtirecek siyasi güce sahip olan bir politikacı bunu kullanmamazlık etmez."
Evren hafif gülümseyerek "Anlaşıldı " dedi ve konu kapandı.
* * *
Tayyip Bey’in aday olup olmayacağını merak eden okurlarımıza Evren ile Demirel arasında geçen bu konuşmayı anımsatmak istedim.
Ben Demirel’in söylediklerinin bugün için de geçerli olduğuna, Erdoğan’ın adaylığını 16 Nisan’da ilan edeceğine inanıyorum.
Sürpriz olamaz mı?
Kuşkusuz olur. Burası Türkiye. Ama bana zor görünüyor.
Şunun için; eğer Tayyip Bey aday olmazsa bunu kendi isteğiyle yaptığına kimseyi inandıramaz.
Hem kendi tabanı hem de kamuoyunun büyük bölümü bu olayı "Derin devlet izin vermedi de ondan olamadı" diye yorumlar.
Bu da Erdoğan’ın karizmasını epeyce aşındırır.
İkincisi, Erdoğan 11. cumhurbaşkanı olmanın kıyısından dönmeyi ve işaret ettiği adamı seçtirmek zorunda kalmayı içine sindirebilecek mi?
Bunun ruhunda yaratacağı fırtınaları nasıl aşacak?
* * *
Madalyonun öbür yüzüne bakarsak...
Erdoğan’ın seçilmesinin yaratacağı ciddi riskler var.
Kendisinden sonra partisi karışırsa...
AKP genel seçimlerde tek başına iktidar olamazsa...
Bunlar gerçekleşirse Erdoğan Çankaya’da kolay kolay rahat yüzü göremez.
Böyle bir durumda kendi tabanından yönelecek suçlamalara nasıl karşı koyacak?
Kendisine karşı olan kesimlerin (halkın yüzde 65’i) ona duyduğu öfkeyi nasıl göğüsleyecek?
Bu koşullarda Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturması zorlaşacak.
Diyelim ki Erdoğan seçildikten sonra AKP’de bir rahatsızlık olmadı.
Hatta AKP iktidarı yine tek başına kazandı.
Buna rağmen Tayyip Bey’in sorunları bitmeyecek, çünkü o her zaman AKP’nin cumhurbaşkanı olarak kabul edilecek.
Kendisine karşı olan geniş halk kitleleri ve laik demokratik cumhuriyetin kurumları onun indirilmesini sürekli gündeme getirecek.
Bu tepkiler zaman zaman onur kırıcı olacak.
Bunlara tahammül edebilecek mi?
Hepsinden önemlisi de Çankaya’daki varlığı, icraatı rejimi ve ülkeyi sürekli gerecek.
Yazının Devamını Oku