9 Nisan 2007
HİÇ kuşkunuz olmasın, arayacak olanların başında da AKP’liler gelecek. Çünkü Cumhurbaşkanı Sezer rejimin güvencesi olduğu kadar, onların da güvencesiydi. Çünkü onların yaptıkları rejim karşıtı girişimleri, kararları, çıkardıkları yasaları, yaptıkları abuk subuk atamaları hep frenledi.
Rejime, cumhuriyetin temel ilkelerine ve değerlerine, hukuk devletine kalkan olduğu kadar, AKP iktidarının suç işlemesini de engelledi.
Yaşayanlar, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında bunun Türkiye için ne kadar önem taşıdığını görecekler.
Aynı durum, AKP’lilerin dışında Sezer’i sevmeyenler için de geçerlidir.
Onu katı, aşırı kuralcı, halktan kopuk, ülke yönetimini zorlaştırıcı bulanlar, bu yüzden de ondan nefret edenler Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte doğacak gerginlikleri, krizleri yaşadıkça Sezer’i çok arayacaklardır.
Onun için yazının başlığını hiç düşünmeden böyle koydum.
* * *
2002 yılının temmuzuydu.
İstanbul bunaltmayan, insanı sarıp sarmalayan sıcacık bir gün yaşıyordu.
Beşiktaş’ın Ümraniye’deki Nevzat Demir Tesisleri’nin açılış törenindeyiz...
Törene Cumhurbaşkanı Sezer ile eşi de katıldı.
Sezer tören alanına girdiği anda kalabalıktan yoğun bir alkış koptu.
Törene katılan halk, Cumhurbaşkanı’na "Hoşgeldiniz" diyordu.
Arkasından da hep bir ağızdan tempo tutmaya başladılar:
"Türkiye seninle gurur duyuyor... Türkiye seninle gurur duyuyor..."
Halkın attığı bu slogan dakikalarca dinmek bilmedi.
Oysa Sezer görevinin henüz ilk yıllarındaydı.
Hiç böyle bir sevgi gösterisi beklemiyordum. Kimse de beklemiyordu.
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından bu kadar sevildiğine şaşırmıştım.
O gün Türk insanının sezgisinin ne kadar güçlü olduğunu ve doğruyu yakaladığını bir kez daha anladım.
* * *
Şimdi Sezer’in yerine o koltuğa,
"Yargıyla, üniversitelerle, demokratik anayasal kurumlarla kavgalı olan...
Bu kurumları kendi kafasına uygun kurumlar haline getirmeyi düşleyen...
Laik, demokratik cumhuriyeti, onun temel ilkelerini ve değerlerini içine sindiremeyen...
Atatürk ilke ve devrimlerini değiştirmek isteyen...
Çağdaş eğitim yerine, imam hatip ağırlıklı eğitimi oturtmayı hedefleyen...
Bilgi çağını yakalamak için bilime, bilimin yol göstericiliğinin esas alınmasına inanmayan...
İslam yaşam tarzına özlem duyan...
Kadının örtünmesinden yana olan...
Kadın-erkek eşitliğini içine sindiremeyen...
Tarafsız olması, devletteki uyumu sağlaması mümkün olamayan..."
birisi oturacak.
İşte onun için diyorum ki, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i çok arayacağız.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
MACAR Milli Takımı 1950'li yıllarda bir efsaneydi. <br><br>Macar futbolcular sahalarda fırtına gibi esiyor, önlerine çıkanı dağıtıyorlardı. Bu efsane takımın kaptanı Ferenc Puskas (Puşkaş) dünyanın en ünlü futbolcusuydu.
Bu efsane futbolcuyu geçtiğimiz aylarda kaybettik.
Puskas Macar milletinin gururuydu.
Yine o yılların en ünlü ekibi İspanya'nın Real Madrid takımına transfer olmuş ve harikalar yaratmıştı.
Macarlar Puskas'ı devlet töreniyle uğurladılar.
Bu ünlü futbolcunun en önemli özelliği şöhretini uzun futbolculuk yaşamında sürdürebilme başarısı göstermiş olmasıydı.
Futbolu bıraktıktan sonra da saygınlığını yitirmemişti.
Puskas genç futbolculara her zaman şöyle nasihat etmişti:
"Bugün iyi oynuyorsun diye seni alkışlayan on binlerce el, unutma ki kötü oynadığın zaman birer yumruk olur ve sana doğru sallanır. Onun için sakın şımarma. Durmadan usanmadan çalış, kendini geliştir ve daha iyi oynamaya çalış."
* * *
Puskas'ın bu sözlerinin arkasındaki anlam şudur: "Şöhreti taşımak zordur. Onu taşımak için sürekli çaba harcayacaksın."
1950'li yıllarda Frank Sinatra şöhretin zirvesindeyken rock müziğin birden patlaması ve milyonları etkilemesi üzerine şöhretini yitirmekle karşı karşıya kalmıştı.
Bunun üzerine aylarca çalışarak şarkı söyleme konusunda yeni yöntemler deneyip buldu.
Bu yoğun çalışmaların sonunda nefesini daha iyi kullanmaya, şarkılarını daha etkili söylemeye başladı.
Bu çabanın sonucunda gözden düşen Frank Sinatra'nın şöhreti daha da büyüdü ve bunu yaşamının sonuna kadar sürdürmeyi başardı.
* * *
Şöhret durup dururken kazanılmıyor.
Yetenekli bir insan kazandığı şöhreti aklını kullanabilirse uzun süre taşıyabilir.
Şöhretin aldatıcı büyüsüne kapılan ise onun altında ezilmekten kurtulamaz.
Bunun da faturası çok ağır olur.
Şöhretini yitirip boşluklara sürüklenen, her şeyini tüketen ve sonunda yok olup giden çok insan gördük.
Hülya Avşar da bu türbülansa giren bir sanatçı.
Daha üç beş ay öncesine kadar medyanın gözbebeği olan bir sanatçıydı.
Gazete sayfalarında, TV ekranlarında en fazla yer alan stardı.
Bir zamanlar onu göklere çıkaran medya şimdi büyük bir çöküntü içinde olduğunu yazıyor.
Hülya Avşar yetenekli ve akıllı bir insandır.
Magazin malzemesi olmaktan kurtulup sanatsal ağırlıklı filmlerde oynarsa kendisine yeni bir yol bulabilir.
Şöhretli bir insan olarak sosyal konularda topluma sunduğu hizmetlerini daha etkili hale getirebilir.
Söylediği gibi gerçekten "güzel kadın olmaktan artık bıktıysa" işi çok daha kolaydır.
Yeniden çıkışa geçebilir.
Genç yaşında şöhreti yakalayan futbolcular, sanatçılar bunu uzun süre taşımanın hiç de kolay olmadığını bilmelidirler.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2007
EPEY zamandır Türkiye üzerinde sinsi ama çok etkili bir kampanya yürütülüyor. Bu kampanya, cumhuriyeti, cumhuriyetin değerlerini ve kurumlarını, toplumun duyarlılıklarını yıpratmayı amaçlıyor.
Siyasi partiler içinde en büyük hedef de CHP...
Bütün hesaplar, bu partinin, AKP karşısında iktidar alternatifi olmasını önlemek.
Kampanya hem içeriden, hem de dışarıdan yürütülüyor.
Bence amacına da ulaşıyor.
Geçen hafta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, çağrı üzerine İstanbul Sanayi Odası'nda bir konuşma yaptı.
Edindiğim bilgiye göre Baykal, konuşmasının tamamına yakınını ekonomiye ayırdı.
Önce dünya ekonomisiyle ilgili bir değerlendirme yaptı.
Daha sonra Türkiye'de uygulanan ekonomik modelle ilgili görüşlerini açıkladı.
İstanbullu sanayiciler, Baykal'ın saptamalarını doğru buldu.
Ondan da önemlisi, ileri sürdüğü çözüm önerileri, işadamlarını daha çok etkiledi.
Baykal, "Sıcak paraya dayalı bir ekonomiyi değil, üreten bir ekonomiyi hedefliyoruz" dedi.
Arkasından da şu güvenceyi verdi:
"Bunu sizlerle yapacağız."
***
Konuşmadan etkilenen bir sanayicinin değerlendirmesi ilginçti:
"Baykal dediklerinin yarısını bile yapsa bu çok önemli. Bugüne kadar Baykal'ı hiç böyle tanımamıştık. Ekonomi için parti olarak hazırlıkları çok doyurucuydu ve doğrusu bizleri şaşırttı."
Bir sanayici de Baykal'a şöyle dedi:
"Nedense bugüne kadar biz sizi hep muhalefette sevdik."
Baykal'ın yanıtı biraz sitemkárdı:
"Haklısınız; çünkü ben hiç iktidar olmadım ki..."
Dönelim kampanyaya...
CHP'nin seçimde iyi sonuç alabilmesi için bu kampanyayı aşması gerekiyor.
Bunun tek yolu da halka gitmek.
Baykal'ın gecesini gündüzüne katarak ülkeyi kent kent, kasaba kasaba, köy köy dolaşması şart.
Halkı kazanabilirse bu işi başarır, kampanyayı kırar.
***
Ecevit 1972'de CHP Genel Başkanı seçildikten sonra hakkındaki "komünist" kampanyasını, halka gidip onların gönlünü fethederek kırdı.
Özellikle de büyük kentlerin varoşlarını kazanarak başardı bunu.
Unutmamak gerekir ki, büyük kentlerin varoşları oy deposudur.
Ecevit 1973 ve 1977 seçimlerinde ortanın solundaki CHP'yi birinci parti yapmayı, varoşlardaki oyları toplayarak başardı.
Baykal da aynı şeyi yapabilir.
Bugün koşullar buna son derece elverişlidir.
Ezilen yığınların yüreğini ısıtacak, onlara umut verecek yeni sloganlarla varoşlarda güçlü bir rüzgár estirmek yeterlidir.
O insanların yüreklerini ateşleyecek bir heyecan yaratmak gerekir.
Türkiye'nin böyle bir heyecana belki de siyasi tarihinde hiç olmadığı kadar ihtiyacı var.
Su gibi... Hava gibi... Ekmek gibi...
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
ESKİŞEHİR’de anlatılanları dinlerken Erbakan’ın "ağır sanayi hamlesini" anımsadım. 1974 yılında kurulan CHP-MSP koalisyonunda Mücahit Erbakan Hoca kendi kendine başlatmıştı bu hamleyi.
Anadolu’yu baştan başa geziyor, aklının estiği yere dualarla, kurbanlarla fabrika temelleri atıyordu.
Oysa temellerini attığı fabrikalar için ne yatırım kararı, ne plan, ne finansman vardı.
Olsun, Mücahit Erbakan Anadolu’yu fethe çıkmıştı ya...
Sonuçta üç beş demir çubuk ve bir torba çimentodan oluşan o temeller zamanla toprağa karışıp gitti.
Hatta bunların ne kadar uydurma olduğunu kanıtlamak için o yıllarda CHP Erzincan Senatörü olan Niyazi Ünsal bu temellerden birini otomobilinin bagajına atıp Ankara’ya getirmiş, basına göstermişti.
Komedi filmlerini çağrıştıran Erbakan’ın ünlü "ağır sanayi hamlesi" sonunda fos çıkmıştı.
* * *
Eskişehir’de Başbakan Erdoğan temel atmadı, çoğu yıllar önce açılmış olan bazı tesislerin kurdelelerini kesti.
Davetiyeye göre bunların 61’i fabrika.
Ama Eskişehir’de yeni yapıldığı ilan edilen bu fabrikaları bilen, gören yok.
Yerel basın bunları günlerce "Sanal Tesisler" diye manşet yapmış.
Ulusal medyaya 200 küsur adet olduğu söylenen tesislerin arasında irili ufaklı depolar, okullar var. (Ama hepsi yıllar önce açılmış.)
Bunların dışında davetiyeye yazılan diğer tesislerden bazıları da şunlar:
Kent ormanı, Alaaddin Parkı, Genç Girişimciler Eğitim Merkezi, Teknoloji Geliştirme Merkezi, iş ve ticaret merkezi, lojistik merkez, Kobi-OSB, Köy yolları, köy içme suyu ve sulama projeleri, seracılık tesisleri, devlet yolları vs. vs...
Açılan bu tesisleri gazeteciler görmüyor, halk da görmüyor.
Çünkü Başbakan açılışları tesislerin bulunduğu yerlere giderek yapmıyor.
Vilayetin önündeki meydanda sahneye kurulan dev ekrana gelen görüntülerle uzaktan yapıyor.
O nedenle bazı tesislerin görüntüleri var, bazılarının ise yok.
* * *
Bu olayları dinledikten ve yerel gazeteleri gözden geçirdikten sonra merak ettim.
Acaba Başbakan Erdoğan bu tesislerin çoğunun yıllar önce açıldığı, bazılarının tesis bile denemeyecek kadar küçücük yatırımlar olduğu konusunda bilgilendirildi mi?
Yani Başbakan açılışını yapacağı tesislerin durumları konusunda yanıltıldı mı?
Örneğin Başbakan’ın uzaktan kumandayla kurdelesini kestirdiği okulları daha önce Milli Eğitim Bakanı Çelik’in açtığı kendisine söylendi mi?
Sanayi tesislerinin yıllar önce tamamlanıp çalışır halde olduğundan haberi var mı?
Bunları gerçekten merak ediyor insan.
Başbakan şu Eskişehir işini bir kurcalatsa ve gerçeği öğrense iyi olur.
Örneğin kentteki ciddi insanlara sorsa...
Yerel gazeteleri getirtip okusa...
Bu tesislerin çoğunun yıllardır çalıştığı, bir kısmının ise tamamen hayali olduğu konusunda resimli onlarca haber ve makale var.
Eğer Başbakan bunları biliyorsa ve bildiği halde bu şova izin veriyorsa o zaman söylenecek bir şey yok.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2007
HERHALDE siz de Türkiye’de olan biteni hayretler içinde izliyorsunuzdur. Çünkü AKP iktidarı ile Türkiye’de her şey tersyüz oldu. Örneğin insanın ülkesini sevmesi, laik demokratik cumhuriyetin değerlerine sahip çıkması suç sayılmaya başladı.
Atatürk’e, onun devrim ve ilkelerine bağlılık da öyle...
Aydınlık, çağdaş, uygar, modern Türkiye’yi savunmak da...
Dürüst, ilkeli insanlara "beceriksiz, çağdışı" dendi.
Denktaş vatan haini, Atatürk’ün kurduğu CHP faşist parti ilan edildi.
Vesaire... Vesaire... (Çünkü uzatırsak liste köşeyi doldurur.)
Anlayacağınız saçma sapan, değerlerin altüst olduğu bir acayip psikolojiye sürüklendi toplum.
İşte böyle bir ortamda yaşandı televizyondaki o acayip Emin Çölaşan-Melih Gökçek tartışması.
İşin akla, mantığa aykırı olan yanı şuydu:
Hakkında bir sürü iddia olan Melih Gökçek gazeteci Emin Çölaşan’ı sorguya çekiyordu.
Oysa normal bir toplumda bunun tersinin olması gerekiyordu.
* * *
Melih Gökçek, Emin’e "Servetini açıkla" diye bastırıyor, "Açıklamazsan istifa et, gazeteciliği bırak" diyordu.
Hazırladığı kendi mal varlığını okuyor bu kez de "Gel servetlerimizi değişelim" diyordu.
Emin kibarlık yapıp "Kardeşim benim servetimin her kuruşu alın teriyle kazanılmıştır. Seninkinin ne olduğunu bilmiyorum. Hakkında bir sürü iddia var. Onun için istemem" demedi.
Ben, mesleğe başladığı günden beri tanıdığım Emin’in kursağından bir kuruş haram girmediğini adım gibi biliyorum.
Bu tartışmanın, ülkenin bir vatandaşı olarak beni en fazla üzen yanı da şu oldu:
Televizyon ekranında her söylediğinin altı boş kalan, uydurma çıkan, zaman zaman mahalle dedikodularına sığınan bir insanın Türkiye’nin başkentinin belediye başkanı olmasıydı.
Dinlerken uzun uzun düşündüm. Türkiye böyle yöneticiler tarafından yönetilmeye layık mı?
Bu kadar oy alıp seçildiğine göre herhalde layık olmalı diye düşündüm.
İnanın içim sızladı.
Hükümete çağrı
GEÇEN günkü yazımda "Bireysel silahsızlanma"nın Türkiye için ne kadar yaşamsal olduğunu geçen hafta Ankara’da yaşanan olaydan sonra bir kez daha anladım.
Oğluna saldıranları durdurmak isteyen hamile anne saldırganın silahından çıkan kurşunun kalbine saplanması sonucunda yaşamını yitirdi.
Doktorlar kadının karnındaki çocuğu alarak kurtardılar.
Anne mezara gitti.
Anne sevgisinden yoksun büyüyecek olan bebek babanın kucağında kaldı.
16 yaşındaki katil olaydan sonra şöyle diyordu:
"Öldürmek istemiyordum ama öfkeme hakim olamadım. Kazayla annesini vurdum. Çok pişmanım."
Acaba o 16 yaşındaki çocuğun eline o silahı verenler de vicdanlarında ufacık bir pişmanlık duyuyor mu?
Başbakan ve ilgili bakanlara sesleniyorum:
Lütfen önlem alın, bebekler annesiz kalmasın, gepegenç çocuklar katil olmasın. Yazıktır, günahtır.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
DEMİREL’in muhalefette olduğu günler...<br><br>Yani altıncı gidişi ile yedinci gelişi arasındaki dönem... ANAP iktidarda...
Bir gezide Egeli tütün üreticisi köylüler, Demirel’in yolunu kesmiş.
Hepsi öfke dolu... Hükümete ateş püskürüyor.
Başlamışlar şikáyete.
"Bu hükümet bizi perişan etti. Gırtlağa kadar borç içindeyiz. Tütünümüze üç kuruş para verdi. Bizi ele güne rezil etti."
Demirel, köylünün durumunu en iyi bilen siyasetçilerden biri.
Önce sabırla dinlemiş, sonra da köylüleri teselli etmiş, her şeyin düzeleceğini söylemiş.
Ama köylülerin öfkesini yatıştıramamış.
Yaşlı bir adam, Demirel’e şöyle demiş:
"Sen en eyisi Ankara’ya dönünce Uğur Dündar’a söyle de bu hökümete bi vursun. Onların hakkından anca o gelir."
Demirel bu olayı anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Halk, ülkeyi yönetenlere güvenini yitirmiş. Onun sorunlarını çözeceğine inanmıyor. Uğur Dündar’dan medet umuyor..."
Sonra ekledi:
"Bu güveni yeniden kazanmak zorundayız. Halkın siyasete, siyasetçiye güvenmesi, derdini onların çözeceğine inanması lazım."
* * *
Bu olayın üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçti.
Dün Karadeniz’den gelen bir haber, halkın siyasete, siyasetçiye aynı güvensizlik içinde olduğunu gösteriyor.
Olay şöyle:
Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth, Başbakan Erdoğan’a bir mektup gönderiyor.
Roth mektubunda, "Lütfen Sürmene Çamburnu’nda çöplük yapmayın, çevre açısından risk taşıyor. Halk çok rahatsız..."
Başbakan mektubu okuyunca şaşırıyor ve hemen Çevre Bakanı Osman Pepe’ye gösterip "Bu nedir?" diye soruyor.
Pepe olayı inceliyor ve gazetecilere şöyle anlatıyor:
"Bizimkiler, taa Alman Yeşiller Partisi Başkanı Claudia Roth’a mektup yazmışlar, ’Bizim buralara çöplük yapılıyor, bu tesis çevre için risk oluşturuyor’ diye. Başbakan da mektubu ’gereğinin yapılması’ için bana gönderdi. Çağırdım hepsini, belediye başkanı, muhtarlar, sivil toplum örgütü yöneticilerini. Tesisi anlattım, ’Koku aktarma istasyonu yapılacak. Hiçbir şekilde koku olmayacak, çöp suyu şehre damlamayacak. Tesis son derece modern olacak’ dedim."
* * *
Hemşerilerinin tepkisini yatıştıran Pepe, önce Başbakan Erdoğan’a sorunun çözüldüğü konusunda bilgi arz etti.
Ardından da Roth’a bir mektup yazarak, yapılacak tesisin çevreye zararlı olmayacağı güvencesi verdi.
Böylece Erdoğan ve Pepe olayın çözüldüğünü sanıyor.
Gerçekten çözüldü mü?
Olayın vahameti bitti mi?
Bir ülkenin halkının, kendi hükümetine güvenmeyip bir Alman politikacısına başvurması...
"Bunlardan hayır yok. Sorunumuzu sen çöz" demesi...
Roth’un da Türkiye Başbakanı’na mektup gönderip sorunun çözülmesini istemesi...
Bir ülke için bundan daha onur kırıcı bir olay olabilir mi?
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
<br><br>BİZ bu alıştırmaları iki kez yaşadık. Biri Özal’ın seçiminde, ikincisi Demirel’in... İkisi de adaylıklarını açıklamadan önce uzun süre toplumu alıştırmak için çaba harcadılar.
Demirel’in seçilmesinde toplumdan fazla tepki sesi yükselmedi.
Ama Özal seçilince epeyce gürültü çıktı.
Hatta rahmetli kendisine tepki gösterenler için "Alışırlar, alışırlar..." demişti.
Ondan sonra da Çankaya’ya "Alışamadım" diye fakslar, mesajlar yağmış, sokakta bağıranlar olmuştu.
Özal’ın Çankaya’da rahat yüzü görmesini "Devletin zirvesinde kavga istemiyorum" diyerek Demirel sağlamıştı.
Şimdi Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı için alıştırma yapıyor.
Ama ülkedeki gerginlik, halkın Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına alışmayacağını gösteriyor.
Erdoğan bilsin ki Çankaya’ya AKP’nin cumhurbaşkanı olarak çıkacak ve toplumun büyük kesimi onun Atatürk’ün koltuğunda oturmasını içine sindiremeyecek.
* * *
Şimdi gelelim Avrupa Birliği konusuna...
AKP hükümeti Avrupa Birliği’nden görüşme tarihi alabilmek için büyük çaba harcadı.
Birliğin her istediğini yaptı... Yasaysa yasa, reformsa reform...
Ama bir şeyi yapamadı. Avrupa Birliği karşısında dik duramadı.
Görüşme tarihi için yapılan pazarlıklarda tam teslimiyetçi bir politika izledi.
Sonuç, hüsran oldu.
Başbakan’ın grupta kırgın bir üslupla yaptığı konuşma aslında AKP iktidarının Avrupa Birliği politikasının iflas ettiğinin itirafıydı.
Avrupa Birliği’ne "Yormayın kendinizi, bizi de yormayın. Bizi almayacaksanız verin kararınızı. Biz de yolumuza gidelim" diye seslendi.
Oysa Avrupa Birliği Berlin’deki 50. yıl kutlamalarına Türkiye’yi çağırmayarak kararını çoktan vermişti.
Acı ama gerçek bu.
Oysa Kızılay’da yapılan görkemli kutlamaları anımsıyorum da...
Erdoğan nasıl "Avrupa fatihi" ilan edilmişti.
O ne coşkuydu... O ne mutluluktu...
* * *
Aklı başında birtakım insanlar "Yahu yapmayın, etmeyin imzaladığınız metnin ucu açık. Üye olmamıza olanak tanımıyorlar. Boşuna halkı da umutlandırmayın" dedi.
Ama Avrupa Birliği karşıtlığıyla suçlanarak susturuldular.
Başbakan keşke o zaman Baykal’ın "Sakın o metni imzalama. Atla gel. Faturayı birlikte üstlenmeye hazırım" çağrısını dinleseydi.
Dinlemedi. Dinlemedi de ne oldu?
İşte bu günlere geldik.
Avrupa fatihi diye ilan edilen Başbakan grupta o hüzün dolu sözleri söylemek zorunda kaldı.
Şimdi ne olacak?
Türkiye bu davaya tam 44 yıl emek verdi.
En zor günlerinde Avrupa’nın yanında yer aldı.
Tam üyelik Türkiye’nin hakkıdır. Bu hakkı Avrupa yok sayamaz.
Savaşa devam...
Merkel’e, Sarkozy’ye rağmen Türkiye hakkını dik durarak aramalı.
Pes etmek Türkiye’ye yakışmaz.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
CAN güvenliği olmayan, korku dolu bir toplum haline geldik. Gün geçmiyor ki birileri birilerini öldürmesin, töre cinayetleri gepegenç kadınları delik deşik etmesin.
Buna bir çözüm bulmak zorundayız.
İçişleri Bakanlığı polis örgütünü ciddi olarak elden geçirmeli.
"Bireysel silahlanma" acilen durdurulmalı.
İnsanların silaha gereksinim duymayacağı bir huzur ortamı sağlanmalı.
Ben silahtan nefret ederim. Askerlik dışında da hiç elime almadım.
Çocukluğumda oyuncak silahla oyun oynadığımı anımsamıyorum.
Şimdi düşünüyorum da, silaha sıcak bakmamamın nedenini küçük yaşlarda yaşadıklarıma bağlıyorum.
Babam genel cerrahtı. Sürekli yaralılar gelirdi hastaneye, babamı hemen hemen her gece çağırırlardı.
Telefonu çoğunlukla babaannem açar, sonra da babamı uyandırırdı.
"Oğlum yine yaralı gelmiş, seni çağırıyorlar" derdi.
Babam hemen giyinir, hastaneye giderdi.
Afyon'un o buz gibi gecelerinde çoğunlukla fayton bulamaz, yürümek zorunda kalırdı.
Babamın her gece çektiği bu eziyete hepimiz çok üzülürdük.
Kavga edenlerden, birbirine kurşun sıkanlardan nefret ederdim.
Babam sabaha karşı yorgun argın dönerdi.
Bazen çok üzgün olurdu. Yaralının yaşama umudunun az olduğunu anlardım.
Silaha çocukken duyduğum nefret, büyüdükten sonra da azalmadı.
Ama bugün bakıyorum da insanlar birbirlerini daha kolay öldürmek için daha güçlü silahlar yapıyorlar.
Daha feci olanı "bireysel silahlanma" uygarlığa ters bir ivmeyle yükseliyor.
Önümde, silahlardan arınmış bir dünya yaratmak için çırpınan bir vakfın gönderdiği bilgiler duruyor.
Okudukça içim kararıyor.
Vakfın kurucusu, aslan gibi oğlunu "bireysel silahlanma"ya kurban veren acılı bir anne.
Nezire Dedeman, insanların silahsızlanması için yıllardır çırpınıp duruyor.
"Bireysel silahlanma yaşam hakkımızı tehdit etmeye devam ediyor" diyor.
İnsanı öldüren silahın kahramanlık, cesaret, yiğitlik gibi özendirici bir şekilde algılanmasının toplumun beyninden silinmesi gerektiğini haykırıyor.
"Bireysel silahlanma"ya karşı yasal önlemlerin yaşama hakkını güvenceye alacak, toplumsal huzuru sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi için herkesi göreve çağırıyor...
Bıkmadan usanmadan yapıyor bunu...
Umut Vakfı'nın verdiği savaşa katkıda bulunmak bir insanlık görevidir.
Özür ve kabahat
KÜLTÜR Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen aradı.
Rus bale yıldızlarının gösterileri sırasında Ankara'ya dönmek zorunda olduğu için salondan çıktığını söyledi.
İsen, "Sahnede dans sürerken değil, iki dans arasında çıktım" dedi.
Bu durumda ileri sürülen özür kabahati aştı gibime geliyor.
Kültür müsteşarı olan bir insan bir sanat gösterisinin yarısında salonu terk edemez.
Koşul ne olursa olsun.
Yarıda çıkacağına hiç gelmemesi daha doğru olurdu.
Yazının Devamını Oku