Paylaş
Elazığ’da bir kış zamanı. Ama kış demeye bin şahit ister, kar yok, yağmur yok, güneş var, masmavi gökyüzü var.
Salı pazarına koşuyorum uçaktan iner inmez, pazarları severim, bilirsiniz. Arabayı nereye bırakacağız derken, 3 duvar kalmış bir kilise bahçesinden dönüşen otoparka arabayı park ediyoruz. Ne güzelmiş eskilerde bu sokaklar, keşke yıkılan bu kilise de onarılsaymış da şehir kültürüne kazandırılsaymış diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Pazarda çoğu tezgah kurulmuş, daha da kurulanlar var, saat 11 civarı halbuki. Terlikçi 10 metrelik tezgahına hala terlik diziyor, sanırsın Elazığ’da kimsenin terliği yok. Ama ne özene bezene, hoşuma gidiyor, boş kalan yerlere de çoraplar gelecek. Tam teşekküllü servis anlayacağınız.
Narenciyelerden gözlerini alman mümkün değil, zaten güneş ışıl ışıl, parlıyor o limonlar, kan portakalları, pembe greyfurtlar, yaprakları üstlerinde. Hepsi Adana’dan. Bahçeden kopmuş da gelmiş, üzerine sürülen mumu filanı bırak, o kadar ki kabuğu ile yemezsen aklın kalır, öğle böyle güzeller.
Marullara ise çok imreniyorum. Herhalde bir tanesi bir kilo gelir, al oracıkta yemeğe başla. Yan tezgahtan limonla. Tereler, maydanoz, roka büyük tepsilerde boy gösteriyor. Bir de su teresi var, tezgahtaki amca ben yetiştiriyorum bunu diyor, zirai kimse uğraşmaz bununla. Şifa bu, Amerika’ya kadar gönderdim diyor. Su teremiz de Amerika gördüğüne göre devam edebilirim.
Tezgahlarının başında duranların öyle bir sert ifadesi var ki, konuştuğum zaman gördüğüm samimiyet ve espritüellik karşısında şaşırıyorum. Güleryüzün açmayacağı kapı yok zaten. Pazar bir - iki ara sokak ve bir meydanda kurulmuş, aşağı yukarı hepsinde aynı ürünler var. Çarşıya doğru yürürken, bir bakkal dükkanının vitrininde parmak kalınlığında kaymak görünce içeri dalıp biraz tadıyorum, kalınca bir yoğurt kaymağı hayal edin, o tatta. Kahvaltılıklar porsiyonlamış, dolapta alıcısını bekliyor. Ama Elazığ’da kahvaltıda onların değişiyle kuru kuru peynir zeytin yok sadece, gömme börek, patila (gözleme) var, köylerde çorba da var.
Şire Meydanı, Buğday Meydanı, Kadayıf Pazarı, Kapalı Çarşı, Bit Pazarı, Peynirciler Çarşısı, Leblebiciler Çarşısı, Bakırcılar sokağı gibi anılıyor çarşılar, hepsi yan yana sokaklardan oluşuyor, ama hepsinde hayat yok. Leblebicilerde bir dükkan kalmış. En işleği Kapalı çarşı, balıkçılar, kuruyemiş, kasaplar ne alacaksan evine hepsi orada, kadayıfçılardan geriye kalanlar da.
Ağın leblebisi, yerli nohut, Ovacık fasulyesi, yerli susam -Elazığ ağzıyla küncü- menceki buğdayından yapılan bulgur, kara nohut, yerli barbunya, pul mercimek alışverişi yapıyorum, Buğday Meydanı’ndan, Harputlu Ahmet yazan dükkandan. Sekizgen şapkası ile Ahmet Bey ve oğlu Yavuz Bey dükkanda müşterilere yetişiyorlar. Ne kadar çok yerli yazdım farkındaysanız, burada bile ithal mercimek var, barbunya var…
O özlediğim ekşi acı tarhanayı da Elazığ’da buluyorum. Gürbüzler’de, sahibi Kenan Bey’in kardeşi yapıyormuş o tarhanaları. Döğmeli, yoğurtlu, şeker pancarı yapraklı, domates, biber ve arnavut biberli.
Elazığ demek üzüm demek, Öküzgözü demek, pekmez demek, orcik demek, pestil demek… Ve şarap demek. Bağbozumu zamanında gittiğimde aldığım Öküzgözü pestilini bulamıyorum, kalmamış, orcikler de bitmiş. Başka üzümlerden yapılan pestiller, orcikler tezgahlardan taşıyor, Mardin’den bile pestil var. Kapalı Çarşı’da Tuğra’dan alıyorum eksiklerimi, kavun çekirdeğimi, şavak tulumumu.
Çarşı olur da fırın olmaz mı! Fırınlarda hala birçok yemek pişiyor, güveçler, tavalar, kabak tatlısı da… Lahmacunlar açılıyor, şekerli peynirli pideler pişiyor. Ekmekler harika Elazığ’da. Fodula var mesela, Antep’in küpbanına benziyor, onun büyüğü, sıcakken içini açıp yağ sürüp yemesi makbulmüş. Mercimek ekmeği, tandır ekmeği, tırnaklı, saç ekmeği, fetir ekmeği, bazlama diye gidiyor. Tadına doyulmuyor o tırnaklıların, çıtır çıtır, kurabiye sanırsın.
Sokak yemekleri gene aynı, döner, kebap, bir de köfteciler sokağında ufak ufak köfteciler var. Ama bastırıyorlar kağıt gibi oluyor köfteler. Onun yerine et konusunda usta olan Emin Usta’nın şehir içinde yeni açtığı yeni et lokantasına hayırlı olsuna uğruyoruz. Yoğurtlu kavurma ve kıyma kebabı yani Adana’sı leziz, ama o tezgahaltı yok mu! Tezgahaltı dediğim toklu koyunundan çıkan inciğin biber ve domates ile sekiz saat pişmesi sonucu ortaya çıkan bir incik yemeği ki, müthiş.
Öğle yemeğini çarşıda yiyeceksen etrafında sadece erkekler oluyor. Elazığ’da kadınlar ev işleri yapıyor ve genelde çalışmıyorlar. Yeni nesil geldikçe bu da değişiyor tabii ki. Kuruyemiş tepelerinden anlaşıldığı üzere akşamları evlerde vakit geçiriliyor, yatsılıklar çıkartılıyor, yeniyor. Zaten akşam yediye kalmadan dükkanların çoğu kapanmış oluyor, ara sokaklar da tenhalaşıyor, ana caddeler dışında. Güneş batınca Elazığ evlere çekiliyor.
Elazığ’a gelip de bir evde konuk olmadan, hanımının sofrasında oturmadan, Elazığ’ı anlattırmadan Elazığ’daydım demek eksik kalıyor. Şeyda Hanım, Neşe Hanım ve Burhan Bey’in kurduğu sofrayı ve sohbeti belki başka sefer yazarım. Damağımda, aklımda o sofrada geçirdiğim saatler ve o patlıcan salamuranın hayali ile yola koyuluyorum. Elazığ, daha doğrusu evdeki Elazığ beni kendine hayran bırakıyor.
İLLA Kİ!
Çarşı yemekleri yenecekse, öğlen ise, Elazığ’da Nefis Köz Döner.
Çarşıda ara sokakta, sabahları 11’den sonra ufak ufak başlıyor kalabalık. Döneri kömürde pişiriyor usta. Etler kemiğe yakın yerden ve yağ oranı tam. Terbiyesinde biraz pul biber kullanıyorlar, soğansız olmaz zaten.
Pırıl pırıl bir dükkan. Masadaki yeşil örtülerin ortalarında ufak dantel mendiller ar, üzerlerinde de cam. İçim açılıyor masaya oturunca, kadın eli değmiş gibi. Tezat bu ya, müşterilerinin hepsi erkek. Ama kimse ters ters bakmıyor sana. Tam tersi Mehmet Çelik, hep etrafında tüm müşterilerin. Abisi Mustafa Çelik siparişlere koşturuyor. Babaları Ahmet Bey ise kasada müşterileri ile ilgileniyor. Hem ailecek çalışıyorlar hem de ailedenmiş gibi hissediyorsun.
Sıcacık tırnaklı pideler yakındaki fırından geliyor. Döneri incecik kesiyor, üzerine sumaklı soğan koyup yavaş yavaş keyfine varıyorsun.
Elazığ’a yolu düşenlerin aklında olsun.
Paylaş