Paylaş
“Bir vadinin içi. Bir taraf taşlık, bir taraf ağaçlar.”
“Yolu yok, dört çekerlerle gideceğiz.”
Gün sayıyorum Cappadox’a, halbuki o kadar festivale, konsere, açık alan etkinliğine gittim bunca sene, ama bu çocuğun heyecanı bulaşıcı; Şef Mustafa Otar, Cappadox’ta üç gün süresince düzenleyeceği ‘Doğada Açık Ateşte Pişirme’ yemeğini anlatıyor bana, dedim ya, heyecanı bulaşıcı!
Yiyeceğimiz yemekten dolayı heyecanlanmıyorum ben, Mustafa’nın doğa ile olan ilişkisini bildiğimden, ateşin onun için ne demek olduğuna tanık olduğumdan, Kilimanjaro’nun ilk gününden beri hazırladığı yemekleri büyük bir beğeni ile yediğimden, onu ateşin başında, tabiri caiz ise, kendi ortamında göreceğimden heyecanlanıyorum!
Devam ediyor anlatmaya, “Ateşin her hali var. Tandır, odun fırını, çırpı ocakları, kapalı fırınlar…” Tam da ateşle oynamayı seven bir şef için biçilmiş kaftan. Zaten alanı görünce tamam demiş, burası. Eski usul ateşin üzerinde de yemeğimiz pişecek, külde de, çırpı ocağında da, isleme usulüyle de…
Yemekler 16.30’da başlayacak, yaklaşık dört saat sürmesini planlamışlar. Belli bir yere kadar transfer var, sonrasında patikadan yürüyerek ulaşacağız alana, kayaların doğanın içinden saklı bir yemeğe gideceğiz gibi geliyor bana Mustafa anlattıkça. Anlatırken gözleri parlıyor heyecandan ya!
“Ateşi festivalden önce yakacağız ve Cappadox’un sonuna kadar o ateş hiç sönmeyecek.”
Gazın, ocağın olmadığı zamana gideceğiz, eskiye ve doğallığa döneceğiz, belki de kontrolü insanın elinden alıp doğaya geri vereceğiz o gece için…
Gecenin soğuğuyla ekmeklerimiz soğuk fermantasyon ile mayalanacak, ateşin küllerine patatesler gömülecek, Şef Mustafa Otar’ın önderliğinde Kilimanjaro ve MSA’dan oluşan ekip ateş başında bize bu deneyimi yaratmak için çalışacaklar. Belki dahil olacağız Mustafa’nın pişirmesine, belki odun keseriz, belki yardıma çağırı bizi, işin ucundan tutarız.
Yaklaşık 15 çeşit yemek planlamış bizim için Mustafa. Ateş, et demek sizin için belki. Ama Mustafa’nın yemeğini yediyseniz, sebze yemeklerini ne kadar ustalıkla hazırladığını, sebzeye minimum işlem uygulayarak, onları gerçek lezzetlerinde sunduğunu biliyorsanız, sebzelerle o ortamda neler yaratacağına daha da heyecanlanırsınız bence. Eti pişirmek daha kolay zaten, o da var merak etmeyin ama ben esas pişireceği sebzeleri merakla bekliyorum!
Mevsim ilkbahar, bölgede yetişen ne varsa o olacak masamızda, ama enginar Karaburun’dan gelecek mesela. Yemeğin yapılacağı alanın sahibine de yemeklerde kullanılmak üzere birşeyler ektirmiş Mustafa, iklim ne elverdiyse yetişenleri menüsüne dahil edecek. Her yemekte yerel bir malzeme kullanmaya özen göstermiş zaten.
Bu yemekleri tasarlamak için bölgeye gerçekleştirdiği seyahatlerde yöre halkıyla tanıştı, yerel malzemeleri inceledi, daha festivale kadar gidip gelir zaten, duramaz. Kapadokya halkını fantastik olarak tanımlıyor Mustafa, tanıştığı herkese hayran kalmış, topraklarına sahip çıkan, taşın değerini bilen, toprağın içinden gelen, hepsi şahsına münhasır diyor onlar için. Eminim, iki taraf da doğaya bu kadar hayransa harika bir iletişim olmuştur aralarında.
Belki Mustafa’nın da orada hazırlayacağı yemekleri, kullandığı malzemeyi görünce kendi ellerindeki malzemeyi başka şekillerde kullanmaya da karar verirler, turistlerin gerçekten onları yemeğine, değerine aç olduklarını görürler.
Bu festivalin bir çıktısı da, yöre halkına bizim kattığımız şeyler olur belki, hem Cem Yegül’ün Cappadox’u anlatırken hep belirttiği gibi, Cappadox’taki en önemli unsurlardan biri, yöre halkının katkısına değer veren bir oluşum yaratmak, o halkın bu festivali sahiplenmesini sağlamak.
Ateşin etrafında büyük masalarda oturacağız, sofraya gelen yemekleri paylaşacağız, büyük bir aile gibi, kimimiz tanıdık olacak belki, belki de herkes birbiriyle yeni tanışacak, yemek üzerinden buluşacağız, yemek bizi birleştirecek, sohbet edeceğiz, plak dinleyeceğiz, gölgeler uzayacak, güneş batacak, üşüyeceğiz, hatta ısınmak için ateşin yanına gideceğiz…
Gençken, batının, büyük şehrin daha iyi olduğunu düşünüp aşçı olmak için büyüdüğü Edremit’i bırakıp İstanbul’a gelen bir şefin, arkasında bıraktıklarının değerini anlaması uzun sürmemiş, benim hissettiğim bu yemek onun köklerini bıraktığı doğaya döndüğü, kendini evinde hissettiği bir ortam onun için…
Mustafa, bizi evinde ağırlar gibi ağrılayacak eminim, ilk evinde, taşın, toprağın, ateşin yanında, gökyüzünün altında, güneş üzerimizden akar, yıldızlar kendini göstermeye başlarken… 4 saat yetmez ki o deneyime…
İLLA Kİ!
Kitap, kafamı kitaplardan kaldıramıyorum bu aralar, yutarcasına okuyorum, bahar açlığımı bastırıyorum.
Başucumda her daim duran bir iki kitap vardır, gece halime göre bir tanesini çeker okurum, ama hiçbirini ilk kez değil. Mesela büyük hayranı olduğum M.F.K. Fisher’ın bir yazısı olabilir bu, mesela bir Asteriks macerası olabilir, veya hadi sizi şaşırtayım biraz veya hastası olduğum Osamu Tezuka! (Hayır, hep yemek ile ilgili şeyler okumuyorum, tabii ki!)
Mangayı çok severim, özellikle de Tezuka’yı. Çizimleri zaten harika ama hikayeleri insanı harika işler, Tezuka insanı çok iyi tanır. En sevdiğim karakteri Black Jack’tir. MW, Ode to Kirihito’yu, Black Jack’i kaç kez okudum bilmiyorum.
Uzatmayayım, şu aralar Triton’u okuyorum, tam bir masal, Poseidon, deniz, kurgu, harika.
Bir de Refik Halit Karay var elimde, az kaldı bitmesine. Yezid’in Kızı. Karay’ı çok severim ama Yezid’in Kızı’nı okumamıştım, çok sevdiğim, kendisi de harika bir yazar olan arkadaşım Berrak Yurdakul önermişti, elimden bırakamıyorum. Zeli’yi tanıdığıma çok seviniyorum…
Paylaş