Paylaş
12 yıllık bir hikâyenin perdesini aralayacağız şimdi. Geçen ay, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bir açıklamasıyla alevlenen bir tartışmanın, okyanus ötesindeki ipuçlarını kovalayacağız. Konu, Balyoz ve Ergenekon soruşturmaları. Balyoz’da Türk ordusunu hedef alan ve sahte belgelere dayandığı sonunda mahkeme tarafından da kabul edilen... Ama bu arada yüzlerce subayın, onların ailelerinin hayatlarını altüst eden... Hatta bazılarının ölümlerine neden olan cumhuriyet tarihinin en tartışmalı davaları. Hepsi çıktılar. Ne Balyoz’dan ceza alan 325 muvazzaf ve emekli ordu mensubu kaldı hapiste ne de Ergenekon’dan, 28 Şubat’tan suçlananlar. Ve Balyoz sanıkları için yeniden yargılama başladı. İşte tarihin yeniden yazıldığı, bu yüzden mahkemelerin de yeniden görüldüğü bir dönem Başbuğ beklenmedik bir şey söyledi. Ve geçen ay, bu davaların arkasında Bush yönetimi ve ‘neocon’ların olduğunu iddia etti. Başbuğ’a göre her şey, Türkiye’de askerin temsil ettiği derin devleti tasfiye etmek isteyen Amerikalıların içinde yer aldığı bir komploydu. Peki öyle olabilir mi gerçekten? Hikâye yine dönüp dolaşıp Washington’da mı düğümleniyordu? İşte bu yazıda Başbuğ’un iddialarının nelere dayandığını ve buna Amerikalıların nasıl cevap verdiklerini okuyacaksınız. Dönemin önde gelen neocon’ları Paul Wolfowitz ve Doug Feith’in sözlerini, o kritik dönem Ankara’da görev yapmış eski Amerikan büyükelçileri Robert Pearson ve Eric Edelman’ın açıklamalarını göreceksiniz. Başbuğ’un iddiaları doğru olabilir mi, okuyup siz karar verin. Ancak ondan öte... Kim bilir, belki tarihçilerin değil de filozofların yorumu doğrudur. “Sadece güçlü kişilikler tarihe dayanabilir, zayıf olanlar silinip gider” diyenler. Zira Başbuğ’un haklı olup olmadığı bir yana, onun ve silah arkadaşlarının bugün ayakta kalanlar olduklarını inkâr edemezsiniz.
Öyle ağır sözler ediyordu ki... Karşısında Türk gazeteciler Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar... Irak işgali öncesi Amerikan askerlerinin Türk toprağını kullanmasına müsaade edecek 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’te oylanıp reddedilmesinden iki ay sonra Washington’dan Ankara’yı sallayacak laflar söylüyordu. “Düş kırıklığına uğradım” diyordu. “Çünkü Türkiye, Irak’ın özgürleşmesini zorlaştırdı. Dünyanın en kötü diktatörlerinden biriyle anlaşmaya yanaştı. Ama eğer yeni bir sayfa açacaksak, Türkiye ‘Evet, biz bir hata yaptık’ demeli.”
Özür bekliyordu örneğin. Bunu yaparken de, kendince sorumluları işaret etmeyi ihmal etmiyordu: “Asker tezkeresine askerler sahip çıkmadılar. Ama asıl hayal kırıklığı Türk kamuoyu ve hükümetinde Irak’ta olanı anlayamayanlar oluşuydu.”
Çok konuşuldu o dönem bu mülakat. Irak Savaşı’nın en büyük mimarlarından, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un iki numarası Paul Wolfowitz’in Mayıs 2003’teki bu açıklamaları çok tartışıldı. Ve işte ondan 12 yıl sonra... Tezkerenin faturasının Washington’dan özür dilemeyen askerlere kesildiğini düşünenler de Wolfowitz ve onun gibi düşünenlerin o dönemki bu tavırlarına bakarak bu kanıya vardı.
Sözüm ona liberal entelijansiya da sorumlu
Biliyor musunuz hatırlamıyor. Çünkü Başbuğ’un iddialarını sorduğumuzda... Türk askerinin tezkere yüzünden o dönem Washington’da suçlanıp suçlanmadığını öğrenmek istediğimizde... Wolfowitz şimdi sadece şunları söylüyor:
“Orgeneral Başbuğ’un darbe teşebbüsü suçlamalarının uydurulmasından ABD’yi sorumlu tutmasını duyduğuma çok üzüldüm. Onunla olan karşılıklı ilişkimde Orgeneral Başbuğ’a karşı büyük bir saygım vardı. Ve yanlış yere 26 ay hapiste tutulmasından, birçok arkadaşının da yine haksız biçimde hapse atılmasından dolayı duyduğu acıyı anlayabiliyorum. Ancak ABD’ye yönelik suçlamaları bir temelden yoksun. ABD’nin, ülkenin bağımsız biçimde aldığı karardan dolayı Türkiye’den kimseyi cezalandırma gibi bir niyeti ya da bu yönde bir gereksinimi olmadığı gibi, böylesine inanılmaz ve acayip bir kanıtı uydurmak için yolları da yoktu. Ailesi bu davadan yakalanan saygın ekonomist Dani Rodrik’in son derece ilgi uyandırıcı çalışmasını okudum. Onun “Erdoğan ve Gülenciler, tüm bunların arkasındaki asıl suçlulardır” yönündeki çıkarımına katılmak zorundayım ama sözüm ona liberal entelijansiya üyeleri dahil birçokları da Rodrik’in ‘Kafka’yı utandıracak bir sahte yargılama’ dediği şeye karşı seslerini yükseltmediklerinden, sorumluluk taşıyorlar. Obama yönetiminin de adaletin yerine getirilmemesi, bu açıdan, Türkiye’de bugün yaşandığı biçimde gazetecilerin keyfi olarak hapse atılmaları gibi sivil özgürlüklere yönelik diğer ihlaller karşısında neden sesini yükseltmediğini de anlayamıyorum.”
Tezkereyle ilgili ilk rapor yanlış geldi
Peki Wolfowitz’in detaya girmeden, bugüne dair bir değerlendirme yaparak geçiştirdiği 1 Mart Tezkeresi sırasında ne olmuştu? Wolfowitz, bu konuda yorum yapmak istemese de onun yerine bu sorulara cevap veren, Temmuz 2001’den Ağustos 2005’e kadar ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı görevinde bulunan, tıpkı Wolfowitz gibi neocon’ların en güçlü isimlerinden Douglas J. Feith oldu. Feith, oylama sonrası Amerikan Savunma Bakanlığı’nda oluşan havayı Hürriyet’e şöyle anlattı:
“Parlamento seçiminden sonra gelen ilk rapora göre işbirliği onaylanmıştı. Ve hemen sonra parlamentonun aslında işbirliğini reddettiğini belirten ikinci raporu aldık. İlki hatalıydı. Tabii ki, reddetme kararının da kötü bir şey olduğunu düşündük. ABD’li yetkililer, ret kararının niye olduğunu sordular. İlk aşamada bazıları basit biçimde Erdoğan’ın parlamento oylamasını doğru yönetemediği yönünde bir tahminde bulundu çünkü yöneticileri yeni ve deneyimsizlerdi. Ama kısa süre sonra, ret kararının, AKP hükümetinin Irak’ta ABD’yle işbirliği yapmama yönündeki kararının bilinçli bir sonucu olduğu net olarak görüldü. Ben Pentagon’da ya da Beyaz Saray’da herhangi bir üst düzey yetkilinin bu ret kararı yüzünden Türk ordusunu suçladığını hatırlamıyorum. Türk siyasi liderliğini suçladılar.”
Hükümetten mutsuzdular
Feith, şimdi Başbuğ’un öne sürdüğü suçlamaları daha önce duymadığını belirtirken, bunların neden doğru olamayacağınıysa kendince şöyle açıklıyor: “(Başbuğ’un suçlamaları) Anlamlı gözükmüyor çünkü Irak’ta Türk işbirliğinin olmamasından rahatsız olan ABD’li yetkililer en başta ve öncelikli olarak AK Parti hükümetinden mutsuzdular, Türk askeri liderliğinden değil.”
Balyoz davası başladıktan sonra Washington’dan takip edebildiği kadarıyla süreci nasıl gördüğünüyse şöyle ifade ediyor:
“Balyoz davası başladığında, Türkiye’yi çok yakından takip eden bazı insanlardan Erdoğan hükümetinin sahte kanıt, uydurulmuş bir kanıta dayanarak siyasi muhaliflerini kovuşturduğunu duyduğumu hatırlıyorum. Bu, benim kovuşturmaya şüpheci yaklaşmama sebep oldu ama meseleyi kendim araştırmadım. O sırada halihazırda beş yıldır yönetimin dışındaydım ve resmi bilgilere erişimim yoktu. Ben bu konuda uzman değilim ama genel izlenimim Erdoğan’ın Türkiye’nin askeri liderliğiyle siyasi bir kavga içinde olduğu ve kovuşturmaları politik amaçları doğrultusunda kullanabilmesinin mümkün olduğu yönündeydi.”
İlker Başbuğ ne demişti?
“2001’de ABD’de George W. Bush başkan oldu. Onun dönemi, ılımlı İslam projesine inanan Yeni Muhafazakârların (Neo-Con) dönemi olarak ortaya çıkacaktı. Ayrıca Irak’a askeri müdahale planları üzerinde çalışmalara başlanmıştı. 15 Kasım 2002’de Ankara’daki ABD Büyükelçisi, Washington’a şöyle bir telgraf göndermişti: ‘Türkiye’de ordu, bürokrasi ve yargıdan oluşan bir derin devlet vardır. Derin devletin merkezinde de ordu bulunmaktadır. Derin devlet, ABD’nin de desteklediği reformların önündeki en büyük engeldir.’ Bush yönetimi; Türk ordusunu, derin devlet olarak görmekteydi. Bu derin devlet; Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesine, ılımlı İslam konseptinin uygulanmasına, Türkiye’deki terör sorununun ‘siyasi çözüm’ ile çözülmesine engeldi. 1 Mart 2003’te tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu da TSK’ya yıkılınca, bu yönetimin TSK’ya karşı yapılanlara sıcak baktığı, devlete ait bazı kurumların ve kurumlardaki bazı kişilerin bu oyunda rol aldıkları veya destek verdikleri ifade edilebilir.” (Ergenekon davasının temyiz duruşması, 7 Ekim 20015)
Erdoğan-Gül farkı
Doğru söylüyor olabilirler mi? Amerikalıların tezkereden dolayı kızgınlıkları gerçekten de Wolfowitz ve Feith’in dediği gibi askere değil de hükümete yönelik miydi? Bunun doğru olabileceğine dair ipuçları, mayıs ayında çıkan, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün uzun süre basın danışmanlığını yapan Ahmet Sever’in ‘Abdullah Gül ile 12 Yıl’ kitabında da var. Çünkü Sever de kitabında “Recep Tayyip Erdoğan tezkerenin mutlaka Meclis’ten geçmesi gerektiğini vurguluyordu” dedikten sonra o sıra başbakan olan Gül’ün daha farklı bir pozisyonu olduğunu aktarıyor ve “Bu konuda Gül ve Erdoğan arasında bir yaklaşım farklılığı açıkça kendini göstermişti” diyor. Sonra da şöyle devam ediyor: “Sadece ikisi arasında değil, danışmanları arasında da ciddi bir görüş ayrılığı belirmişti. Gül’ün başdanışmanı Ahmet Davutoğlu, tezkerenin geçmesine karşıydı. (...) Buna karşılık Erdoğan’ın başdanışmanları Cüneyd Zapsu, Ömer Çelik ve Egemen Bağış tezkerenin kabulü için çırpınıyorlardı.”
Ankara’dan geçilen kriptonun sırrı
Bugünün koşullarında düşününce kulağa mantıklı geliyor: Washington’da tepki toplayan 2013’teki Gezi olaylarından sonra, “Biz aslında AKP’yi sorumlu tutmuştuk” demek diplomatik açıdan mümkün.
Ancak bu senaryoya uymayan önemli bir detay var. O da dönemin Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson’ın tezkere oylamasından sonra Washington’a geçtiği bir kripto. WikiLeaks’in yayımladığı, 14 Nisan 2003’te Pearson tarafından kaleme alınan belge, ‘Türk generaller: Dikkafalı ve huysuz siyasi koalisyon’ başlığını taşıyor. Ve Türk komutanların günlük siyasetin içinde yer aldıkları belirtilerek, 10 ayrı kaynağa dayandırılan değerlendirmede, generaller arasındaki rekabetin oluşturduğu bölünmenin Türkiye’nin ABD’yle çalışma isteğine zarar verdiği söyleniyor.
Telgrafın en çarpıcı yerindeyse Pearson, “Son dönem kendinden önceki isimlere göre Türkiye’nin stratejik çıkarlarının ABD ve NATO’yla işbirliği gerektirdiğine en çok inanan kişi” dediği eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 1 Mart Tezkeresi’nden önce çıkıp tezkereyi desteklediğini açıklamak istediğini ama o dönemki cumhurbaşkanı Sezer’in kendisini engellediğini söylüyor.
Pearson, “Üst düzey komutanlar tarafından izole edildiğini” söylediği Özkök’e karşı çıkan ‘milliyetçi’ ve ‘Avrasyacı’ komutanlar olaraksa Yaşar Büyükanıt, Aytaç Yalman, Çetin Doğan, Fevzi Türkeri, Tuncer Kılınç, Şener Eruygur ve Köksal Karabay’ın adlarını sayıyor. Büyükanıt ve Yalman dışında hepsi de ya Balyoz ya Ergenekon ya da 28 Şubat davalarından tutuklanmış komutanlar...
Peki Wolfowitz ve Feith şimdi “Biz hükümeti sorumlu tuttuk” dese de 1 Mart Tezkeresi’nin ardından, “Türkiye ve ABD’nin işbirliği içine girmeleri için emekli olmaları gerekir” dediği bu isimler hakkında yazdığı kriptoyu Pearson nasıl açıklıyor?
Emekli büyükelçi Hürriyet’e yolladığı cevapta spesifik olarak kriptoya yorumda bulunmaktan kaçındı. Ancak Wolfowitz ve Feith’in aksine hükümetin tezkereyi geçirmek için çalıştığını söyledi: “Oylamadan önceki günlerde ABD, Türk Genelkurmayı’nın (Hilmi Özkök’ün tezkerenin lehine olan) tavsiyesinin neden kamuoyuna sunulmadığını netleştirmede başarısız oldu.
Tavsiyeyi kim engellediyse ya hükümetin çabalarına ya Amerikan diplomasisine ya da her ikisine birden zarar vermeye çalışıyor olabilirdi. Hükümet, oylamayı, geçeceğine olan bir inançla açıklamıştı. Hiç kimse de hükümetin tezkereyi oylamayı kaybedeceğini planlayarak sunduğunu düşünmedi.”
Wolfowitz ve Feith mi? Wolfowitz hiç yorum yapmıyor. Ama Feith hatırlamadığını söylüyor. Pearson’ın askerleri suçlayan telgrafını sorunca da “Washington, her gün dünyanın her yerindeki diplomatik merkezlerden birçok telgraf alır. Hiçbir üst düzey yetkili bunların hepsini birden okuyamaz ve onu bir kenara bırakın, 12 yıl sonra da okuduğu herhangi bir telgrafı hatırlayamaz. Bahsettiğiniz olay 12 yıl önce oldu. Bu telgrafı gördüğümü ya da okuduğumu hatırlamıyorum” diyor.
Başbuğ yanlış yere nişan alıyor
ABD ve Türkiye arasında tezkere gerginliğinin yaşandığı yıl, Robert Pearson’ın ardından 2003’ün Ağustos ayında Ankara’da büyükelçilik görevini devralan Eric Edelman’ın konuya ilişkin değerlendirmesi de Wolfowitz ve Feith’in sözleriyle örtüşüyor.
Aslından Edelman, AK Parti’ye karşı başından beri muhafaza ettiği eleştirel yönüyle, tezkere krizinin ardından iki ülke arasında ortak bir çalışma zemini yaratmak için AK Parti hükümetine yakın politikalar geliştirmeye çalışan o dönemki bazı Amerikan Yönetimi yetkililerinden ayrıdır. Nitekim bu yüzden de Ankara’daki görevinde daha iki yılı bile tamamlayamadan, 2005’te Washington tarafından Ankara’dan geri çekilmiştir. İşte Edelman da, konuyla ilgili Hürriyet’e şunları söyledi: “Orgeneral Başbuğ’un, onurlu biçimde hizmet ettiği Türk devleti tarafından haksız bir muameleye maruz kalmasına nasıl öfkeli olduğunu gayet iyi tahmin edebiliyorum.
Maalesef, yanlış yere nişan aldığını düşünüyorum. Ben Economist dergisine de çeşitli defalar (hem 11 Şubat 2010’da hem de 6 Ocak 2012’de yayımlanan sayılarında) Orgeneral Başbuğ’un bir darbe düzenleyecek son kişi olduğunu ve bir terörist grubun lideri olduğu iddiasının saçma olduğunu söyledim. 1 Mart Tezkeresi konusunda Amerikan hükümetinde epey bir hayal kırıklığı olmasına rağmen Amerikan Hükümeti’nin Türk ordusuna karşı Gülen Hareketi ile birlikte komplo kurduğu fikri gülünç. Balyoz suçlamaları ilk defa gündeme geldiğinde Dani Rodrik’le konuştum ve Amerikan Büyükelçiliği’nin Gülen Hareketi’ne yakın kaynaklardan bir darbe komplosuna dair bilgi aldığını ama incelediğimizde, bunun sahte belgelerden oluştuğu sonucuna vardığımızı söyledim (6 Temmuz 2010’da Edelman o sözlerini Hürriyet’e de tekrarladı).
Orgeneral Başbuğ tutuklandıktan sonra, ABD ile yakın çalışmış ve bu saçma komplo suçlamalarından yakalanmış subaylar adına, üst düzey ABD’li yetkililere ulaşmaya çalıştım. Maalesef Obama yönetiminin bununla kamuoyu önünde ilgilenmesini sağlamada başarılı olamadım, özel görüşmelerinde ne yaptıklarını bilmiyorum. Her neyse, Balyoz ve Kafes komplo davaları sırasında Bush yönetimi uzun süre önce görevden ayrılmıştı. Neocon’lar ve Bush yönetimi yetkililerinin bununla bir ilgisi olduğu düşüncesiyse gerçekten bütünüyle yanlıştır.”
Paylaş