Ukrayna’da yapılacak 50. Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye finalini Erdinç Tunç’un besteleyip, Gülseren’in seslendirdiği ‘Rimi Rimi Ley’ adlı şarkı kazandığından beri olan gelişmeleri hayretle ve ibretle izliyorum.
Hayret edişim ve ibret alışım lafın gelişi. Aslında çok şaşırmış değilim. Alacağım ibretlerin büyük bölümünü daha önce almıştım. Ülkemi de ülkemin insanlarını da iyi tanıyorum.
Olay; şu sıralar Susurluk ya da Telekulak’la boy ölçüşebilecek boyutlarda işgal ediyor ülke gündemini. Her gün yeni bir iddia ortaya çıkıyor. Benim takip edebildiklerim arasında; şarkının anonim türkü ‘Karanfilim Sarkarım’dan çalıntı olduğu; bahisçilerin jüriye baskı yaptığı; şarkının daha önce Eurovision Türkiye elemelerine katılıp finale kalamadığı; sonucun önceden belli olduğu; yorumcu Gülseren’in söylendiği gibi Fransa’da tanınan bir isim olmadığı gibi iddialar var.
Tabii Mazhar Alanson’un yorumcunun kalçaları hakkında yaptığı bir yorum daha var ama dilerseniz onu burada ciddiye almayalım.
ŞARKI FORMATA UYGUN
Bir müzik yazarı olarak ‘Rimi Rimi Ley’ hakkında ne düşündüğümü söyleyerek başlayayım lafa. Bizde eleştiri yaparken kafa göz yarmak adettendir ama sanıyorum en doğrusu her ürünü kendi doğal çevresi içinde değerlendirmek.
Bu şarkı Eurovision Şarkı Yarışması için yapılmıştır. Ve Eurovision’da başarı kazanan şarkıların formatı aşağı yukarı belirlidir. Örneğin, romantik, balad tadında ve batı müziği formunda bir şarkı yapacaksınız ancak bunu bizim yapmamız çok zor.
Bu durumda tek bir şansınız kalıyor. Önce basit, akılda kalan bir nakarat bulacaksınız. Sonra bunu, tadını kaçırmadan etnik unsurlarla besleyeceksiniz. Düzenlemenin çağdaş bir düzenleme olmasına ve tabii koreografiye özen göstereceksiniz. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama solistiniz de lütfen şarkı söylemeyi biliyor olacak.
‘Rimi Rimi Ley’e bakalım dilerseniz. Basit ve akılda kalıcı nakarattan sınıfı geçiyor (sizin sevmeniz gerekmiyor; nakarat basit ve akılda kalıcı). Türkü formunda olduğundan etnik unsurlar da barındırıyor. Gülseren de bence iyi bir şarkıcı. Geriye ne kaldı? Düzenleme ve koreografi. Ee, düzenleme ve koreografiyi geliştirmek için vakit de olduğuna göre bir bardak suda niye fırtına kopuyor onu anlamak mümkün değil.
Netice itibarıyla, bu, milli maçta sahaya yanlış onbir sürmekle aynı şey değil. Formatı belli olan bir müzik yarışmasına ‘doğru’ şarkıyla katılmaktır önemli olan. Her yıl birinci olmayı beklemek de herhalde yine Türk insanına mahsus bir özellik olsa gerek diye düşünüyorum.
Öte yandan Eurovision’da başarı kazanmak bir şarkıyı ‘iyi’ yapmayacağı gibi; başarısızlık da ‘kötü’ yapmaz.
İYİLER, KÖTÜLER
Dilerseniz yine örneklerin üzerinden gidelim. Eurovision’a katıldığımız ilk yıl sıfır puan alarak sonuncu olan ve Semiha Yankı’nın seslendirdiği ‘Seninle Bir Dakika’ kötü bir şarkı mıdır? Bana soracak olursanız Eurovision’da iki kez birinci olan Johnny Logan’ın seslendirdiği ‘Hold Me Now’ ve ‘What’s Another Year’ kadar iyi bir slow’dur.
Peki, ‘Diday Diday’ ve ‘Sufi’ gibi tüm Türkiye’nin sevdiği iki MFÖ klasiği, Mazhar Alanson’un kalçaları güzel olmadığı için mi ilk 10’a girememiştir? Mazhar Ağabey’in bile böyle düşündüğünü sanmıyorum.
Türkiye’ye gayet iyi bir şarkı olan ‘Dinle’ ile sessiz sedasız üçüncülük getiren Şebnem Paker daha sonradan Türkiye’de satış rekorları mı kırmıştır? Şimdi nerdedir, ne yapmaktadır?
Takdir edersiniz ki ‘Everyway That I Can’ de dünyanın en iyi şarkısı değildir. İşi; düzenleme, koreografi ve Sertab’ın sahne enerjisi ile götürmüştür.
Dedikoduya, geyik muhabbetine, skandala ne kadar meraklı olsak da, Allah’tan bu memleket iyi müzisyenler yetiştiriyor, yetiştirmeye de devam edecek. Eurovision’a gitseler de gitmeseler de, kazansalar da kaybetseler de...