Yelken dergilerinden birinde, birkaç ay arayla yayımlanan iki okur mektubu canımı sıktı.
Gemi kaptanlarından gelen mektuplarda, amatör denizcilerden tatsız bir dille söz ediliyordu. Doğrusu, yazılanların özünü hatırlamıyorum bile. Beni, kullandıkları dil ve denize çıkan bizlere bakışları rahatsız etti.
Halki’yi Bodrum’dan İstanbul’a getirmek için yola çıkarken, yanımızda çok deneyimli bir profesyonel yat kaptanı ile yeğenimiz Can vardı. Can’ın, Yüksek Denizcilik’ten mezun olmak için birkaç sınava daha girmesi gerekiyordu. Geçenlerde Şanghay’dan haberini aldık. Şimdi, Türk bandıralı bir kutuyük (bunu konteyner yerine öneriyorum; duyurulur) gemisinin üçüncü zabiti yanılmıyorsam.
Denizci teknedir Halki. Küçük de değildir; 11.85 metre. Turgutreis D-Marin’den çıktığımızda, fırtına sonrası kuzeyden gelen soluğan dalgalara kafayı verip, iyice bata çıka tırmanmaya başladık. Dalga kafadan giriyor, havuzluğun iki yanından akıp gidiyor. Can dümende, staj sırasında epey gemide çalışmışlığı var: "Yahu bu iş zormuş. Geminin köprüsünden bunların dalga olduğu bile görülmez. Basar gidersin. Bunda bata çıka bir hal olduk" demişti.
Yani Can, amatör denizciliğin önce cefasını, sonra az da olsa sefasını bizim Halki’de yaşadı. Belki de, canımı sıkan mektupları yazan profesyonel kaptanları, bir küçücük tekneye gözleri bağlı bindirip, Gökova’da meltemin sertleştiği saatlerde "Buyrun limana kendiniz dönün" diye bırakmak iyi olur. Belki de bunu gece yapmak en iyisidir.
Beni gerçekten kızdıran, sözünü ettiğim mektupçulardan birinin, amatörlere "Bodrum-Göcek denizcileri" demesi oldu. Nesi kötüymüş Bodrum-Göcek denizcilerinin? Yılda birkaç hafta denize çıkıp, çoluğunu çocuğunu gezdirip, gördürüp, salimen eve döndürenleri hor görmek niye?
Meltem öğleden sonra sertleştiğinde, Gökova’da yelken basmak çok keyiflidir ama beceri ve bilgi ister. Sağanaklarda ne yapacağını şaşırırsın başlarda.
Altında küçücük bir tekne vardır. Denizin tam üstündesindir; mikroskopik damlacıkları ve akıp gidişinin sesiyle anımsatır varlığını hep. Eğer tersine gelirse, sırılsıklam olursun ve deniz senin içine kaçar. En kötü durumda ise sen denizin içine kaçarsın ki, bu istenmez haliyle.
Bazen donanım arızası çıkar. Motor belki altıpatlardır. Belki güverteden su girer içeri. Çocuğun midesi bulanır, uyutmaya çalışırsın. Yelkene bayılırsın, tekne bayılmasın, madara olmayasın diye pupa yelkende pür dikkat dümen tutarsın. Koylara girmek dikkat ister, girişleri hep birbirine benzer. Girersin, bir kuytuda demirler, kıçtan koltuk halatını bağlarsın. Rüzgar dışarda belki daha sertleşir, erkendir daha kalması için. Direğin tepesinde hep vızıldar durur. Meraktan rüzgarölçeri açık bırakırsın kaça vurduğunu görmek için.
Güneş batar, hava kalır, yorgun ve keyifli bir gece başlar.
Nesi kötüymüş Bodrum-Göcek denizcisi olmanın?
*
Denizde olmak için gösterilen amatör çaba, zaman zaman denizci olmak için gösterilmesi gerekenin fersah fersah ötesine geçiyor. Bunun nedeni de belli. Teknoloji, daha önceden mutlaka öğrenilmesi gerekeni, bugün, olsa da olur olmasa da olur noktasına getirdi çünkü.
Yaklaşmakta olduğunu ekranlarında izledikleri fırtınadan kaçabilecek hıza sahip, her türlü konforun bulunduğu ama denize Çamlıca Tepesi kadar uzak, onyüzbin beygirlik makinelerin çevirdiği uskurların gemilerinde okyanus aşanların, denizle ilişkileri, bir fabrika çalışanının üretim araçları ile ilişkisinden farklı değil; uzak, çok uzak. Dönem öyle bir dönem çünkü.
Doğru; çoğumuz belki tam olarak denizci değiliz ama pekçoğumuz salimen denizdeyiz ya da hep denizde olmayı düşlüyoruz.
O yüzden, "Ne mutlu Bodrum-Göcek denizcisi olana"...