22 Aralık 2007
Kaç yaşında olduğumu anımsamıyorum. Moda Çay Bahçesi’nde doğum günümü kutlarken, Kalamış Koyu’daki deniz şenliklerini izlemiştim. Deniz Kuvvetleri’nin bir büyük gemisi açıkta belirdiğinde ortalık yıkılmıştı. Yelken yarışları yapıldığı söyleniyordu ama ne olduğunu kimse pek anlayamamıştı. 1960’lı yılların sonu filan olmalı.
Tabii ki, deniz şenliklerinin amacı doğumumu kutlamak değildi; doğum günüm ile Kabotaj Bayramı’nın 1 Temmuz’da rastlaşması, tamamen tesadüftü. Babamların yalancısıyım ama.
Kısmi bağımsızlık ilan edip, Kalamış ve Moda’da dolaşmaya başladığım 1970’lerde terebentin kokusu, rastgele kumsala atılmış ayağa dolanan üstüpü parçalarından ortalığa yayılırdı. Yaz öncesinde, insanlar bir gayret teknelerini denize hazırlamaya çalışırdı. Artık kalmayan küçük İstanbul kayıkları, yeni yeni görmeye başladığım küçük boy Karadeniz tipi balıkçı tekneleri, çekilmiş, kalın kerestelerle sabitlenmiş biraz yüksekçe kotralar. Terleyen vücutlar, açılan boya tenekeleri, akşama doğru açılan bira şişeleri. Tekel biralarından, bira bu kapağın altındadır reklamı ile parlayan Efes Pilsen’e doğru sınıf atlama çabasındaki gençlerin egemenliğine girerdi kumsallar akşam üzeri. Şimdi yerinde sanırım küçücük bir Migros bulunan Köhne çay bahçesi, adının tersine en dinç yeriydi Kalamış’ın. MFÖ daha MFÖ olmadan oraya takılmaya başlamıştı örneğin. Ne de olsa Kızıltoprak çocuklarıydılar.
Kalamış’tan denize doğru uzanan iskeleye Köprü’den gelen vapur yanaşır, oradan Bostancı’ya, Adalar’a devam ederdi. İstanbul’un daha küçük, daha masum, daha yoksul ama kesinlikle daha hergele olduğu günlerdi. Ve İstanbul o günlerde denize daha yakın ancak tekne sahipliğine bugünküne kıyasla biraz daha uzaktı.
*
Eskiler bizim bugün yat dediğimiz gezi teknelerine kotra derlerdi; İngilizce ’cutter’dan gelme. Cutter aslında çift ön yelkenli, genellikle tek direkli teknelere İngiliz ve Amerikalılar’ın verdiği addır. Kotra sahibi olmak zordu; pahalı olmanın ötesinde zor işti kotra sahipliği. Bakımı, onarımı külfetti, yaptırılması daha büyük bir külfet. Kotrayı, ısmarlayıp yurtdışından getirtmek herkesin yapabileceği iş değildi, Bir usta bulunacak, yaptırılacak filan; uzun işti. İthalat zor, hatta imkansızdı. Yurtdışından küçücük bir parça getirtmek için bile tanıdık gerekirdi. Kotra tam anlamıyla zengin işiydi.
Fenerbahçe Burnu’nda Belvü’nün önünden baktığınızda, biraz açıkta nazlı nazlı sallanan yelkenli tekneleri seyretmek büyük keyifti doğrusu. İstanbul demek, benim için o küçücük tekneleri denizde izlemekti. Her nedense, hiç yelkene ilgi duymadım o yıllarda; yüzme, sutopu, arazi koşusu, futbol... Ama yelken olmadı hiç. O yüzden de kotralar, İstanbul kotraları, benim hep birer biblo gibi çok sevdiğim ama ancak izlemekle yetindiğim deniz süsleri olarak kaldı. İstanbul onlarsız olamazdı.
Yıllar sonra Antalya’da saatlerce yüzüp daldıktan ve güneşlendikten sonra tek bir teknenin bile geçmediğini fark ettiğimde, Akdeniz’i neden pek sevmediğimi de anlamıştım. Teknesi ve özellikle kotrası olmayan bir deniz kesinlikle güzel değildi.
*
’İstanbul Kotraları’, Yücel Köyağasıoğlu’nun yazdığı ve Ataköy Marina Yacht Clup tarafından yayımlanmış bir kitap. Piyasaya ya çıktı, ya da çıkmak üzere... Sezar Atmaca’nın yayına hazırladığı kitabın sayfalarını çevirirken, giderek uzaklaşan çocukluğuma gittim yavaş yavaş.
İstanbul’un semtlerine ve teknelerine bir tarih yolculuğuna çıktım. Boğaziçi mahalleleri, Adalar, Moda, Kalamış, Fenerbahçe... Ellikisi çizim yüzlerce tekne fotoğrafı, 80 teknenin öyküsü var bu kitapta. İstanbul ve deniz aşığı herkesi, kendi tuzlu tarihinde uzun bir yolculuğa çıkartabilir bu kitap.
Şiddetle öneriririm.
Swan yelkenlilerin büyük dönüşü
Pahalı ama kalite standartı olarak kabul edilen Swan teknelerini üreten Fin şirketi Nautor, son yıllarda ciddi bir hamle içine girdi. Tek tip yarış teknesi olarak tasarlanan Club Swan 42’nin yılın teknesi seçilmesinden hemen sonra Nautor, ürettiği Maksi yatların katılacağı bir dizi yarış yapacağını açıkladı. Akdeniz’in yelken yarışlarında önemi böylelikle bir kez daha vurgulanmış oldu.
Swan 1970’lerden bu yana yelkenli teknelere gönül verenlerin altın standartıdır.
Finlandiya’nın en önemli ihraç ürünlerinden biri olarak yüzünü yıllarca ağartan Swan tekneler, yaşlarına başlarına bakmadan dünyanın her limanında insanın karşısına çıkarlar. Ancak, özellikle İtalya’da nispeten ucuz işçiliğin yardımıyla Swan teknelerin kalite özelliklerini taklit eden üreticilerin çıkması ve ürünlerini ciddi fiyat farkıyla tüketicilere sunması nedeniyle sıkıntı çeken Nautor şirketi, moda dünyasının önde gelen ismi Ferragamo’nun şirketi satın almasından sonra yeniden çıkışa geçti.
Kendisi de yelkenci olan Leonardo Ferragamo’nun bu kararı, şirketin modernleşmesinde büyük rol oynadı. İki önemli markayı, Swan ile Ferragamo’yu buluşturan bu satın almanın ardından klasik yelkenli güzelliğinin simgesi olan Swan tekneler, modern ama süratli ve çekici yelkenlilere dönüştü. Swan hiçbir zaman çirkinleşmemişti ama gereken modern yüzü Ferragamo ve devreye giren İtalyan ekip sağladı.
Önce Swan 45’ler ile çok yüksek kaliteli, çok pahalı ama çok modern bir tekne sınıfı yaratan Nautor, birçok genç ve varlıklı yelkenciyi çekmeyi başardı. Ardından New York Yat Kulübü, kendi tek tip tekne tasarımı için Swan’ı seçti ve çok sayıda Club Swan 42 ısmarladı. Club Swan 42 birçok yarış başarısının ardından, Sailing World Dergisi tarafından yılın teknesi seçildi.
Nautor’un yeni kararı ise, büyük boy Swan sahibi olmayı önemli bir itibar göstergesi olarak görenlere heyecan verdi. Nautor, 2008 yılında Maksi yatlar için yeni bir yarış programı açıkladı.
Buna göre, Mart, Mayıs, Haziran ve Eylül 2008’de, Portofino, Capri, St. Tropez ve Costa Smeralda’da yapılacak yarışlara Swan Maksi tekneler katılabilecek. Büyük ödül ise, İngiltere’nin çok iyi tanınan mücevher şirketi Asprey tarafından tasarlanmış bir kupa olacak. Maksi tanımı 18 metre ve üzeri tekneler için kullanılıyor.
Böylelikle Swan 45 ve 42 feet teknelerin yanısıra Maksi tekneler için de kendi yarışını ve yarış standartını oluşturmuş oluyor.
Fiyatları 500 bin Euro ile 18 milyon Euro arasında değişen Swan teknelerin Türkiye temsilciliği Kuğu Yatçılık tarafından yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
"Bu yaz denize açılmak için Boatshow’da olmanın tam zamanı" diyor, kapılarını yarın kapatacak olan Istanbul Boat Show’u düzenleyen NTSR’nin Genel Müdürü Serkan Tığlıoğlu. Gerçekten de kış ayları düş aylarıdır hep. Broşürlere bakılır, tekne fuarları beklenir, tekneler gezilir. Önce kafada, sonra kağıt üzerinde hesaplar yapılır; ya karar verilir, ya da karar bir sonraki kışa ertelenir.
"Mum dibine ışık vermez" örneği, bu yıl İstanbul’daki bu tekne fuarına gidemedim. Nedeni tembelliğim değil; gerçi o da olabilirdi ama...
Yazarınız, bu satırları yazarken, 39 civarında ateş ve yeri göğü sarsan öksürük nöbetleri ile boğuşuyor; dinmeyen bir fırtına gibi. Tam bitti derken yeniden bastıran öksürük, epeyce hırpaladığı için, birkaç gündür, Marmara Denizi dalgaları gibi sık aralıklarla gelen öksürük nöbetleri ve Orsa’yı nasıl yazabileceğim dışında pek bir şey düşünemiyorum. Fırtınada dayak yiyen eski bir tekne gibiyim şu anda.
Tabii fuar da böylelikle güme gitmiş oluyor. O yüzden ben size şimdi fuarı anlatamıyorum.
Gidip kendiniz bakabilirsiniz.
*
Tania Aebi adını belki biliyorsunuzdur. Tam 20 yıl önce, 19 yaşındayken tek başına çıktığı yelkenli dünya turunu 2.5 yılda tamamlayarak tarihe geçmişti. Zaman akmış, gitmiş. Tania şimdi 39 yaşında; boyunca iki oğlu var. Kocasından boşanmış.
"Çocuklar ve teknelerle ilgili en ucuz şey laftır" diyor ve ekliyor: "Geçen yıl bir sabah uyandığımda, zengin olmayacağımın farkına vardım. Çocuklarım büyümeden onlarla daha fazla konuşmalıydım."
Bunun yolu da belli; tekneyle açılmak ve uzun yelken seyirleri yapmak. Ama ondan önce mutluluk vermeyen ve bittiği belli olan bir evliliği sona erdirmek gerekmiş.
Bu ilginç kadının oğulları ile yaşadıklarını çok sevdiğim Amerikan yelken dergisi Cruising World’de bundan böyle her ay okumak mümkün olacak.
*
Kadın deyince....
Denize çıkmayı genellikle erkek ister; fuarda tekneleri gezdikten sonra, ilk anlaşmazlıklar, hanenin kadın olanıyla tabii ki, daha arabada başlar. Evde de sürer, sürebilir.
Hedef ortaklığında buluşulduğunda ise tadından yenmez. Ama orada da şöyle bir sorun çıkar: Erkek ve kadının yelkeni öğrenme, denizi sevme eğrilerindeki farklılık yeni bir sürtüşme nedeni olabilir.
Yelkene gönül verenlerin, bu işi birlikte değil, ayrı ayrı öğrenmesinin daha doğru olduğunu söylüyor bilenler. Birlikte eğitim, varolan ilişki şeklinin eğitime de yansımasına yol açıyor ve sorunlar yaratıyormuş.
Benden söylemesi, tekneyi fuarda aldınız diyelim, eğer birlikte birşeyler yapalım diyorsanız, önce ayrılın, öğrenin, sonra birleşin.
Boatshow’un anahtarı Yacht’ta
Yacht’ın Aralık sayısı çıktı. Yarın sona erecek Boat Show’a geniş yer ayrılmış. İstanbul Fuar Merkezi’ndeki Boat Show’da sergilenen 33 markanın en iddialı 33 teknesiyle ilgili detaylı bilgi bulabilirsiniz. Mavi Portre köşesinin bu ayki konuğu Karina Yatçılık’ın kurucu ortağı Cüneyt Güleray. Kendisi 2001’de işi gücü bırakıp dünya turuna çıkmıştı. Yeni Zelanda’ya vardığında deniz yaşantısına mola verip çiftlikte yaşamaya başlayan Güleray, Berrin Tablacıoğlu’na yeni hayatını anlatıyor. Megayat sayfalarını okurken, saray yavrusu Kısmet’in güvertesinde ve kamaralarında dolaşacak, 68.15 metrelik teknenin Karayip maceralarını takip edeceksiniz.
En kapsamlı tekne alım-satım rehberi Yatmarket’i de derginin sayfaları arasında bulacaksınız.
Vendee Globe’un kitabı artık Türkçe
Fransa’nın Les Sables d’Olonnes limanından yola çıkıp, aynı noktaya birinci dönme mücadelesinin adı Vendee Globe’dur. Tek başına, çok hızlı bir teknede yarışmak, en kısa tanımıyla tehlikeye koşmaktır.
Derek Lundy’nun kitabı Tanrı’nın Terkettiği Deniz, işte Vendee Globe’un sayısı çok az seçkin yelkencilerini ve yaşadıklarını anlatıyor.
Naviga yayınlarından çıkan kitap önümüzdeki hafta kitapçılarda.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2007
İSTANBUL-Isparta seferi sırasında düşen Atlasjet uçağıyla ilgili haberlere okurlardan epey tepki geldi hafta içinde.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
27 gün önce yola çıktılar. Hızlı gidenler şimdiden ’gürleyen 40’lar’ olarak anılan, Atlas Okyanusu’nun güneyine vardılar bile. Özenle üretilen tekneler, 2 kişilik mürettebatları ile dünyanın bu en az affeden denizinden sağ salim çıkmaya çalışıyor. Hedef Barcelona’ya dünyayı en hızlı dolaşan ekip olarak birinci girmek.
Epoksi ve karbon elyafından yapılmış kompozit tekneler, Atlas Okyanusu’ndaki dev dalgaların gücünü çatırdayarak anlatıyor içindekilere; hızlı ve hafif olsunlar diye içleri bomboş bırakılan tekneler birer akustik cehennem, denizin ve teknenin sesi büyüyor hep. Sürekli bir gürültü. Birkaç gün sonra rastlayacakları ilk buzdağları ve sert dalgalar ile yaşamı arasında ancak 3 - 5 santimlik bir tekne çeperi var. Ama bu öyle bir çeper ki, neredeyse kurşun geçirmez.
Barcelona Dünya Yarışı, 2 kişilik tek tip teknelerle yapılıyor. Okyanus yarışçılığının doruk noktası olarak bilinen bu tekneler, İngiliz uzunluk ölçü birimi feet ile Açık 60 diye anılıyor. Açık 60 tekneler olağanüstü hızlı gidebiliyorlar, kullanımları ciddi ustalık istiyor ve genellikle 1 ya da 2 kişi ile yarışıyorlar.
Birkaç yıl önceye kadar denize açıldıklarında ancak acil durumlarda haberleşilebilen bu teknelerde ne olup bittiğini, internet sayesinde artık neredeyse dakika dakika izlemek mümkün.
Ve belki de dağcılık ve derin deniz dalgıçlığı ile beraber insanın doğayla mücadelesini en iyi özetleyen bu spor dalının en seçkin sporcuları olan Açık 60’çılar, binlerce deniz millik deneyimlerine rağmen, hálá şaşırıyor.
Delta Dore teknesinden yazan Sidney Gavignet, "Yeni Zelanda ve Avusturalya bayraklarındaki Güney Haç’ını bugün ilk kez gördüm. Güney Haçı yani güney yıldızı bu yarımküre için vazgeçilmez bir yön bulma aracı. Sanki bir çocuk gibiydim; güney yıldızına bakıp kaybolmamaya çalışan bir çocuk" diyor örneğin.
Educacion Sin Fronteras teknesinden Servane Escoffier ise, "Atlas Okyanusu’na ilk kez girmek hem heyecanlandırıyor, hem kaygılandırıyor. İlk kez öpüşmek gibi sanırım. Dikkatli olmak lazım."
Teknelerin tümü çok ciddi ekiplerle yarışıyor. Rekabet üst düzeyde, ama benim birkaç kez tanık olduğum üzere, bu rekabet, kanlı bir kapışmaya dönüşmüyor. Dubalar arasında değil, okyanuslarda yarışan bu deniz kurtları, yalnızca bir kum tanesi gibi olduklarının bilincinde her zaman. Açık 60 yarışlarında, zor durumdaki bir yarışçıyı kurtarmak için yarışı terk edenlerin öykülerine de rastlanıyor, ama kimseye, ne nedenle olursa olsun yarışı terk ettiği için ödül verilmiyor.
Sıkı bir nöbet sistemi ile yarışan ekipler, Barcelona’dan çıkıp yaklaşık 25 bin deniz mili yol yaptıktan sonra dünya turunu tamamlayıp, birinci olmayı hedefliyor.
Bu yarış benim gibi pek yarışçı olmayan biri açısından bakıldığında "galip sayılır bu yolda mağlup" türü bir yarış. 25 bin deniz milini kazasız belasız ve kesinlikle çok hızlı bir şekilde tamamlamış olmak bile çok büyük başarı çünkü...
St. Petersburg İstanbul yarışı mı?
Açık 60 teknelerinde yarışan profesyonellerin kuruluşu, sınıf örgütü IMOCA, 2009 ve 2011 yılı takvimlerine Profesyonel Avrupa Turu adlı bir yarış koydu. Bu yarışın niteliğini henüz kimse bilmiyor. Önemi Vendee Globe’un yapılmadığı yıllarda yapılacak olması; yani bu yarış IMOCA’nın en önemli ikinci yarışı olacak.
St.Petersburg ile İstanbul’u iki ya da üç limanda durarak birbirine bağlayacak bir Açık 60 yarışına, profesyonellerin çok olumlu baktığına dair değerlendirmeler duydum. Türkiye’de yelkenin gelişmekte olduğunun bilinmesi ve geçen yaz ikincisi yapılan Cap İstanbul yarışı, anlaşılan İstanbul’u hayli çekici kılmış.
Bu eğer gerçekleşirse, Avrupa’nın en büyük ülkelerinden ikisini birbirine bağlayan önemli bir sportif simge olmanın yanı sıra, İstanbul’u yelkende devler ligine taşıyacak bir adım olur. Böyle bir yarış rotasının oluşması, yıllardır Olimpiyat hayaliyle yanıp tutuşan İstanbul’a, Olimpiyat kadar büyük olmasa da, maliyeti açısından bakıldığında ondan çok daha etkili bir tanıtım imkanı sağlar.
Benden duyurması...
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
HÜRRİYET’in Osmanlı tarihine ilişkin yazı ve haberler konusunda eleştirildiği nadirdir. Bu hafta 2 konumuz var. Ve biraz tarih seven benim için durum kaçırılmaz bir fırsat oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
İstiridye, İngilizlere göre, adında ’r’ harfi bulunmayan aylarda yenir; İngilizce ay adları. Buna göre göre mayıs, haziran, temmuz, ağustos ayları dışında yılın 8 ayı istiridye yemek mümkündür. Yasak aylarda istiridye biraz gevşek olur, o yüzden yenmez.
Nereden mi geldim istiridyeye? Önceki hafta Fransa’da epey istiridye yedim ve tadı damağımda kaldı zira. Hemen ’mutlu azınlık’ geyiği yapılmasın, istiridye çok pahalı bir deniz ürünü değil çünkü.
Bir kaya parçası gibi görünen mütevazı istiridyelerden bir düzinesini ustalıkla açıp önüme getirdiler mi, açıkçası, gözüm sofradaki diğer yemekleri görmez. İstiridyenin tadını, çıkartıldığı bölgedeki denizin minerallerinden aldığı söylenir. Tat farklılıklarından yola çıkarak, şarapçıların yaptığı türden istiridye snobluğu yapanlar dahi varmış; benden söylemesi.
Ben istiridye yiyerek deniz ayrımı yapabilecek kıvama hiç gelmeyeceğim herhalde, ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir istiridyeyi ağzınıza attığınızda sanki denizi yutmuş gibi olursunuz. Temiz, pırıl pırıl bir koyda yüzerken denizin tüm duyularınızı etkileyen her özelliği; sesi, kokusu, tadı sanki ağzınızın içinde dev okyanus fırtınaları yaratır.
Tadı kadar sevdiğim bir özelliği de istiridyenin, harika bir deyimin göbeğinde oturmasıdır. "Dünya senin istiridyen"; yani sen sahici bir inci olabilirsin; gezersen eğer, kumken incileşirsin... Ama sözü, sevgiliyle vedalaşmak için de kullanabilirsin; ki kullananlar olmuştur.
Dünyayı istiridyesi olarak gören yelkencilerin, kayda geçmiş dehşet anlarının anlatıldığı bir yeni kitap çıktı. Londra’dan aldım. Taşıması zor oldu çünkü çok iyi fotoğraflanmış büyük ve ağır sayılacak bir İngilizce kitap. Daha önce yelkenliler ve klasik yatlarla ilgili kitaplar yazmış olan Nic Compton’un bu kitabının adı Denizden Sesler.
’Dünya Okyanusları ile Şaşırtıcı Karşılaşmalar’ alt başlığını taşıyan kitapta 31 öykü var. Şanssızlık, kahramanlık, aptallık, yorgunluk, zeka öyküleri hepsi; insan öyküleri. Yeryüzünün tüm okyanuslarından, bazıları bilinen, bazıları bilinmeyen maceralar
Sir Robin Knox Johnston dünya etrafında tek başına teknesi ile hiç durmadan dolaştığında çok büyük bir iş yapmıştı. Ama bu büyük başarı, insanlık için küçük bir adımdı, çünkü 1969 yılındaki Ay’a inişten birkaç ay sonra gerçekleşmişti. Yani, okyanus, o yıllarda insana uzaydan daha uzaktı. İşte bu kitapta, okyanusları yolculukları ile bize yakınlaştıranların öyküleri var.
*
Atlas Okyanusu’nun Amerika kıyıları, bir zamanlar el değmemiş balık yatakları ile büyük zenginlikler yarattı. Bu zenginliklerin sahipleri ise tabii ki yaratanları değildi.
Bereketli balıkçılık, tehlikeli hava demektir. 1883 kışında bir gün önce döktükleri 500 iğnelik paraketa oltasını toplamak için kürekli küçük bir kayık ile ana balıkçı teknesinden ayrılan Howard Blackburn, havanın aniden dinmesi ile birkaç dakika sonra yaşayacaklarını anlar ve geri dönmek için küreklere asılır. Birden Kuzey Kutbu’ndan kopup gelen fırtına, tipiyi üstüne boşaltır. Ana gemiye ulaşması için dev dalgalar ve tipi ile boğuşması gerekir.
Hikaye uzun... Ama özü şu; o, ana tekneye ulaşamaz, ana tekne de ona. Koparlar. Fırtınada saatler geçer, tipi borana dönüşür, göz gözü görmez ve Howard’ın elleri donup küreğe yapışır. Kürekler fırtınada elinden düşmediyse eğer, nedeni budur. Günler sonra kürek çekerek köyüne geri döndüğünde, kıyıdaki herkes ondan umudu çoktan kesmiştir.
Kepçe kulaklı Howard Blackburn, parmaklarının tamamını ve ellerinin yarısından çoğunu o fırtınada kaybeder ama yılmaz ve balıkçılığa devam eder. Atlas Okyanusu’nu yelkenli tekne ile tek başına geçer. 1932’de öldüğünde bir efsanedir.
Benim efsanelerimden biri ise Oscar Wilde’dır. "Dünya benim için de bir istiridyeydi" der Oscar Wilde, "Ama hep yanlış yerlere gittim."
Olsun, inciydi çünkü dolaşmıştı.
İşte Nic Compton’un bu kitabı yanlış yerlere gidip, bize hep güzeli anlatan istiridye seyyahlarının öyküleri ile dolu. Öneririm.
Voices from the Sea, Nic Compton, Octopus Books, 25 Sterlin
Paris teknelerinden sevgilerle...
Gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim tekne fuarlarından biri de Paris’teki... Hem de yıllardır. Açılışı bugün yapılan 2008 Paris Tekne Fuarı, birazını anladığım Fransızca yelken dergilerine bakılırsa, çok iyi bildiğim Southampton ve Londra Tekne Fuarları’na fark atıyor sanki. Yoksa Frankofon mu olsam artık?
Tüm Fransız yelken dergileri kapaktan kapağa Paris Tekne Fuarı 2008 ile dopdolu.
2.33 metrelik Pixxy ile görsel bilgi yağmuru, 19 metrelik Hanse 630 ile sona eriyor Bateaux dergisinde. Öylesine ayrıntılı bir çalışma ki, dergiyi hazırlayanlara şapka çıkartmak gerek. Tam 1000 tekne ve binlerce ürün sergileniyor Paris’te.
Yeryüzünün tüm tekne üreticilerinin ürünleri belli ki Paris’te sergileniyor. Yelkencilikte ve genel olarak tekne sektöründeki en son eğilimleri, önümüzdeki hafta boyunca Paris’te izlemek mümkün; yaklaşık 300 bin ziyaretçi bekleniyor.
Dergileri karıştırdıkça, Fransa’da insanın denize çıkması için sunulan seçeneklerin bolluğu nedeniyle şaşkınlığa düşüyorum. Küçücük 2.35 metrelik Pixxy, bir çocuk için ilk yelkenli olabilir; satış fiyatı 1850 Euro.
Biraz daha büyük, örneğin iki yetişkin için yeterli bir tekne, 3.80 metrelik Vibe’ın hediyesi 6860 Euro. Kıyıda rüzgarı yüzünde hissederek yelken seyri için harika ve ucuz.
’Ben hız yapmak istiyorum’ diyenlerdenseniz, 4.50 metrelik Xenon, balon yelken de basılmasına imkan veren bastonu ile ideal. Fiyat biraz yükseliyor artık; 9860 Euro. 10.650 Euro’ya ise 4.80 metrelik Dart 16X katamaran alıp, denizleri sürat manyağı yapmak isterseniz, o da mümkün.
Klasik yelkenliler, klasik görünümlü ama su altı çok modern ve çok hızlı tekneler... Büyük tekneler, küçük tekneler... Kafanın karışmaması mümkün değil.
Mesela, giderek yaygınlaşan ve Fransızların bile ’daysailer’ dediği yalnızca gündelik yelken için kullanılan, uzun seyirlere çıkılamayan, küçücük kabini ile belki pek de pratik olmayan teknelerin en güzel örneklerinden biri; Tofinou. Hediyesi 79 bin Euro.
2008 yılına damgasını vuran tüm diğer tekneler de Paris’te. Benim Beneteau fabrikasında gördüğüm ilk First 45 Paris’te sergilenecek örneğin.
Yani önümüzdeki yıl Paris Tekne Fuarı’na gitmek artık kaçınılmaz oldu. Ama bunun için de biraz Fransızca öğrenip, Paris taksicileri ile baş edebilme gücüne sahip olmam gerekli. Yıl uzun. Bakalım, belki o da olur.
Denizcinin Günlüğü 2008
Amatör Denizcilik Federasyonu adına Sezar Atmaca tarafından hazırlanan Denizci’nin Günlüğü 2008, önümüzdeki hafta piyasaya çıkıyor. Türkiye’de amatör denizcileri biraraya getiren çatı örgütü Amatör Denizcilik Federasyonu tarafından 3. kez yayımlanan günlük böylelikle yeni bir geleneğe dönüşüyor.
Bildiğimiz yılbaşı ajandalarına denizci perspektifini ekleyen ve bu arada toplanması hayli zaman ve emek isteyen deniz ve denizcilikle hoş bilgiler içeren günlük, kitapçılarda 18 YTL fiyatla satılacak.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
Beneteau, dünyanın en büyük yelkenli tekne üreticisi. Fransa’nın Biscay Körfezi’ne bakan kıyılarında uzun yıllar önce küçük bir atölye ile başlayan öyküsü, bugün aynı bölgedeki ve Amerika’daki fabrikaları ile önemli bir sanayii başarısına dönüştü. Bu başarının bizler için önemi, kaliteli teknelerin uygun fiyatlarla piyasaya sunulmasında Beneteau’nun oynadığı rol.
Dede Benjamin Beneteau’nun, Biscay Körfezi’nden ekmeğini çıkartan balıkçılar için Croix de Vie adlı küçücük bir kasabada güçlü ahşap balıkçı teknelerini üretmesi ile başlıyor öykü, 1884’te. Yıllar yılı, önce yelkenli ardından motorlu, ama aynı tip tekneleri başarıyla yapıyor Beneteau.
Uzun yıllar sonra plastik keşfediliyor; plastiğin ve cam elyafının tekne yapımında kullanılacağı söyleniyor. Ve bu da haliyle Croix de Vie’de duyuluyor.
Günün birinde, bir balıkçı gelip yeni bir teknenin siparişini veriyor. Atölyedekiler, müşteriye danışmadan kabuğu ahşap değil, bu yeni malzemeden yapıyor. Sonuç; müşteri mutsuz, öfkeli ve bağırıp çağırıp tek kuruş para ödemeden çekip gidiyor. Kabuk da Beneteau’nun elinde kalıyor.
Yıllar geçiyor; Paris’ten küçük bir özel yat ısmarlamak için bölgeye gelen biri bahçedeki o kabuğun ne olduğunu soruyor. Öyküsünü öğrenince cesaretlenip teknesinin o kabuktan yapılmasını istiyor. Ve tekne yapılıyor. Fiyatı uygun, dayanıklı ve hepsinden önemlisi ahşaba göre bakımı kolay. Derler ya; gerisi tarih diye. Aynen öyle.
Bakımlı Vendee bölgesindeki fabrikalarının çoğunda teknelerin tamamını üretiyor Beneteau. Teknelerin boylarına göre ayrılmış olan fabrikaların yenisi var, eskisi var. 55 farklı tipte tekne üreten fabrikalardan çıkmış, paketlenmiş tekneleri taşıyan kamyonlara otoyollarda ve Vendee’nin tarım arazileri arasından uzanan dar yollarında sık sık rastlıyorsunuz.
Gemilere yüklenip, dünyanın dört bir yanına gönderildikleri limanlarda indiriliyor tekneler. Ya da küçük marinalara gönderiliyorlar; burada hazırlanıp, her ülkede var olan temsilci şirketlere teslim ediliyorlar. Örneğin Tezmarin’in ithal ettiği Beneteau’lar Türkiye’ye gemiyle değil, özel teslimat kaptanları tarafından getiriliyor.
Beneteau’nun Fransa’nın en önemli sanayii şirketlerinden biri olmasının öyküsü tam olarak 1964 yılında başlıyor. Kurucu Benjamin Beneteau’nun akrabalarından Annette Beneteau’nun, tanınan ama küçülen atölyeyi ziyareti ardından büyük dönüşüm başlıyor. Azalan talep nedeniyle balıkçı teknesi üretiminden küçük ve orta boy motorlu tekne üretimine geçiliyor. 1974 yılında ise Beneteau’yu yelkencilerin ezbere bildiği bir marka haline getiren ve atölyenin 1884 yılında kuruluş nedeni olan yelkenli tekne üretimi yeniden başlıyor.
Tanıyanlar hálá işin başında olan Anette Beneteau’nun kararlılığını dışarı yansıtmadığını, ancak çok iyi bir iş kadını ve bir vizyoner olduğunu anlatıyorlar. Sanırım Anette Beneteau ile önümüzdeki aylarda görüşme fırsatımız olabilecek.
Kritik noktalarda kadınlar çalışıyor
Beneteau’nun Vendee Bölgesi’nde 7 fabrikası var. Yaklaşık 2500 kişinin çalıştığı bu fabrikalarda, üretimin çok büyük bölümü yapılıyor. Kuzey Amerikalı müşterilerin siparişleri ise oradaki bir fabrikada tamamlanıyor, teknelerin önemli bölümünün içleri Fransa’da hazırlanıyor, montaj orada yapılıyor.
Beneteau’nun vizyoner yöneticisi bir kadın; Anette Beneteau. Beneteau’nun adlarını bilmediğim birçok kritik çalışanı da kadın. Fabrikanın, aseton ve diğer kimyasalların kokusu ile kafa bulduran gövde ve güverte yapım bölümünde birçok kadın çalışıyordu. Fabrika yöneticileri, gövdelerin hafiflik ve dayanıklılığını sağlayan en hassas üretim süreci olan elyaf - polyester işinde kadınların erkeklere kıyasla çok daha güvenilir olduğunu anlattılar.
Kabaca anlatmak gerekirse; dev kalıpların içi geniş cam elyafı bezlerle kaplanıyor ve bunlara rezalet kokan sıvı haldeki polyester yediriliyor- kat kat. Bu işlemde polyester oranının tam yerinde olması gerekli; o yüzden de sert cam elyafı bezlerin üzerinde ellerinde pirinç rulolarla dolaşan işçiler, gereken cam elyafı polyester oranını göz kararı ayarlıyorlar. Bu işi de en iyi kadınlar yapıyor.
Bunun dışında kadınların çalıştığı teknelerin yanıbaşındaki istasyonlar birer düzen örneği. Sera gazları içeren polyesterin uçmaması için varil kapaklarının kapalı tutulması gerekli. Kadınların çalıştığı istasyonlarda kapaklar kapalı, erkeklerin istasyonlarındaysa, tahmin ettiğiniz gibi, açık.
Yani Beneteau’da kadınlar tepeden tırnağı önemli ve kritik işler yapıyor.
Bir tekne fabrikasında bu kadar çok kadına rastlamak beni şaşırttı açıkçası. Daha önce gördüğüm Bavaria fabrikasında bu kadar çok kadın yoktu örneğin. Bu durumun Vendee bölgesinin denizle yakın ilişkisinden kaynaklandığı da söylenebilir herhalde.
Motorlu tekne piyasası çok hızlı büyüyor
Beneteau’nun Satış Pazarlama’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı Henri Brisse, yenilikçiliğin Beneteau’nun başarısının en önemli sırlarından biri olduğunu söyledi. Hedeflerinin üretim sürecinde çevresel etkileri en aza indirmek olduğunu anlatan Brisse, bu nedenle tüm fabrikaların üretim süreçlerinin ISO 14000 çevre belgesine sahip olduğunu anlattı.
Beneteau’nun giderek artan ama hálá işin küçük bölümünü oluşturan motorlu tekne işinin çevresel boyutlarını görüp görmediğini sorduğumda, "Farkındayız ama yaptığımız yeniliklerle daha az yakıt tüketen ama daha iyi performans gösteren tekneler üretiyoruz. Hedefimiz yelkenli tekne üreticiliğinde dünya liderliğini korumak, Avrupa’da ise motorlu teknede ilk 3’te olmak" diyor.
Motorlu teknede piyasanın yelkenli teknelere göre 4 - 5 kat hızlı büyüdüğünü anlatan Brisse, bu piyasanın dışında kalamayacaklarını ama tüm ürün yelpazesine de yetişemeyeceklerini anlattı.
Benim anladığım Beneteau, kárlılığın tekne büyüdükçe katlanarak arttığı bu sektörde, özellikle motorlu teknelerden büyük teknelere yönelmeyi düşünüyor. Fransa’da birkaç saat gezdiğimiz Swift Trawler 52, önümüzdeki yıl piyasaya çıkacak 17 metrelik motorlu teknenin ilk örneğiydi. Lüks ama çok zengin işi lüks olmayan bu denizci tekne uygun olduğu söylenen yakıt tüketimi ve yüksek hızdaki manevra yeteneği ile dikkat çekiciydi. Hacmi iyi kullanıyordu. Söylendiğine göre fiyatı da benzer türdeki benzer boy teknelerle kıyaslandığında iyi olacakmış. Ancak kár oranının aynı boydaki yelkenli tekne ile kıyaslandığında çok daha yüksek olacağı kesin.
Türkiye’yi teknecilik açısından nasıl gördüğünü anlatırken Brisse, "Son 4 yılda Türkiye’deki temsilcimiz Tezmarin’in cirosu 4 kat arttı. Bizim açımızdan temel bir pazar Türkiye" dedi.
Türkiye’de üretim konusu açıldığında ise ne reddetti, ne de kabul... Hayırlısı bakalım.
Cap Istanbul’da yeni rota
Akdeniz’in tek solo açık deniz yarışı olan Cap Istanbul’un 3. yılında, Figaro Beneteau tekneleri Nice - İstanbul arasında yarışacak. Figaro Beneteau sınıfı tarafından 2012 yılına kadar yarış takvimine alınan Cap Istanbul, bu yıl ilk kez solo olarak yapılacak. İlk 2 yılında Fransa Yelken Federasyonu takvimine giren, ancak yarışmacılara puan vermeyen Cap Istanbul, solo yarışa dönüşmesiyle birlikte, Fransa’da açıkdeniz yelkencileri arasındaki birincilik mücadelesinin önemli yarışlarından biri haline geliyor. Cap Istanbul 2008, 14 Eylül’de başlayacak ve 7 Ekim’de İstanbul’da sona erecek.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
Kıyı kasabaları kışın hüzünlü olur. Kapalı lokantalar ve hediyelik eşya dükkanları. Denizden esen sert rüzgarın önüne katıp sürüklediği kurumuş yapraklar, çelik grisi gökyüzünün karabasan gibi üzerine bastığı kasabayı belki biraz renklendirir, belki renklendirmez.
İnsanlar yaklaşan yağmurdan kaçmak ister gibi bir havada yürürler sokaklarda. Ve yağmur gelince hem çok, hem de sert gelir.
Kış aylarında Marmara Adası ile Biscay Körfezi’ne bakan Les Sables d’Olonne kardeş şehir olurlar örneğin; aynı kaderi paylaşırlar.
Yaz aylarının farklı dillerdeki rengi, coşkusu ve sesi geride kalır, tatilciler ve yazlıkçılar gider, evlerin panjurları, otellerin giriş kapıları sıkıca kapanır ve sonra kıyı kasabaları dünyanın her yerinde, kendilerine özgü, evrensel ve hüzünlü bir dili konuşmaya başlarlar, yalnızlık dilini. Ve yapayalnız insanlara benzerler.
*
Geçen hafta, dünyanın en büyük yelkenli tekne üreticisi Beneteau’nun davetlisi olarak Fransa’nın Biscay Körfezi’ne bakan Vendee bölgesindeydim. Zamanında balıkçı ve köylü, şimdi hem balıkçı, hem yelkenci, hem köylü, hem de turist bir bölge Vendee. Bakımlı çiftlikler, kasım ortasının hüzünlü deniz kasabaları ve dünyaya hükmeden Fransa tekne üretim sanayinin en önemli şirketi Beneteau’nun fabrikaları.
Bir tarafta besili ve temiz inekler, öbür tarafta akide şekeri gibi paketlenmiş teknelerin kamyonlara yüklendiği Beneteau fabrikaları. "Şunlardan birini sarıverin" demek içimden gelmedi değil fabrikayı dolaşırken. Ama fabrika izlenimleri haftaya...
Beni bu ziyaret sırasında en çok, bir balıkçılık ve tarım bölgesinin ciddi bir sanayi liderliği yapan Beneteau’yu bağrından çıkartabilmesi şaşırttı.
Bunun nasıl olabildiğini sorduğumda ilginç şeyler öğrendim. 1789 Fransız Devrimi’ne başkaldıran bu bölgede, disiplin ve itaatin, sıkı Katolik nüfus açısından önemli olduğunu anlattılar.
Biscay Körfezi’nin çok sert havasında denize açılabilen balıkçı teknelerini yapan ve çalışmayı seven bu geleneğin, 2500 kişinin çalıştığı bir sanayi devi yaratmasının, 1789 Fransız Devrimi’ne direniş ile ilişkili olması çok ilginçti.
*
Dünyanın en önemli yelken yarışlarından biri olan Vendee Globe’a adını veren bölgedeki onlarca sevimli tatil kasabasından biri olan Les Sables d’Olonne, gittiğimizde, kıyı kasabalarının kış hüznüne yeni yeni giriyordu.
Uçuşup duran sararmış meşe yaprakları, çok sıkı olmayan ama üşüten bir rüzgar ve yüzlerce denizciyi yutan Biscay Körfezi. Bu havaya rağmen denize açılmış 8-10 tekne. Balıktan dönen trolcüler. Kasabanın hüzünlü ve yalnız sokaklarında dolaşmak içimi iyice arıttı. Çok güzeldi.
Su konutu Hediyesi 4 milyon dolar
Geçenlerde izzet ikram ağırladığımız sabık yıldız, Hollywoodlu Kevin Costner’ı batıran film Waterworld’dü. Su Dünyası, sinema tarihinin en başarısız filmlerinden biri olarak arşivlendi. Gelecekte bir gün insanların denizde yaşayacağı ve burada da altta kalan boğulsun siyasetinin hakim olacağı öngörülüyordu filmde. Çevresel sorunların artması, Su Dünyası benzeri gerçek gelecek senaryolarını sıkça gündeme getirir oldu. Ve bu durum denizle ilişkilerimizi değiştireceğe benziyor.
Küresel ısınma nedeniyle denizlerin yükselmesi sonucunda, karasal alanların azalacağı ve ciddi nüfus sorunları doğacağını öngören bilim adamlarının sayıları artarken, denizde yaşamı kolaylaştırma arayışları da hızlandı.
Bir yerden diğerine gitmek için çok işe yarayan bildiğimiz deniz araçları, sürekli yaşam için seçildiğinde ciddi sınırlamalar getiriyor. Hacim sorunu var örneğin; bir yere doğru dürüst gitmek için teknenin belli bir şekli olması lazım. O şekil boyutların ve oranların sabit tutulmasını gerektiriyor. Örneğin, 100 metrekarelik bir dairenin alan ve hacmine, teknede sahip olmak için gerçekten büyük servet gerekiyor.
İtalyan mimar Giancarlo Zema, biraz denizaltı, biraz tekne ve biraz ev nitelikleri taşıyan tasarımı ile denizde yaşam için bir model sunuyor. Açık denizde değil, koylarda yaşam için planlanan bu su konutu, kendine yeten çevreci özellikleri ile 4 milyon doları olanlara denizde bir yaşam sunuyor.
Trilobis 65’in üst katı deniz yüzeyinden 3.5 metre, bir alt kat ise 1.4 metre yüksekte. Bu iki kat güneş ışığından yararlanılacak gündüz saatleri için tasarlanmış. Üçüncü kat deniz yüzeyinin 80 santim altında ve yarı batık olarak düşünülmüş. Yüzeyin 3 metre altında ise gözlem alanı ve özel alan olarak tasarlanmış son kat yer alıyor. Tasarım, başka su konutlarının da eklenmesini ve böylece, adaya dönüşebilecek koloniler oluşmasını mümkün kılıyor.
Hane halkı sayısı 6 bu tasarımda; 20 metreye 13 metrelik bu su konutu güneş ve hidrojen pilleri ile rüzgarı elektrik enerjisine çeviren türbinleri ile kendi enerjisini sağlayabiliyor ve 7 deniz mili hızla hareket edebiliyor. Kompozit malzemeden üretilen bir gövdesi, basınca dayanıklı ve istenirse saydam, istenirse mat olan camları var.
Mimar Zema, önümüzdeki yıllarda meslektaşlarının deniz bağlantılı tasarımlarının sayısının artacağına inanıyor. Anlaşılan küresel ısınma kaygıları, denizi istesek de istemesek de, hepimizin hayatına daha fazla sokacak.
Yazının Devamını Oku