Temuçin Tüzecan

Denizci Murat Belge

17 Mart 2007
Konferans vermek için geldiğinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin toplantı salonunda iğne atsan yere düşmezdi. Tabii ki 12 Eylül 1980 öncesindeydi. Yine bugünkü gibi sakallıydı; tuz biber gibi değil, sırf karabiber bir sakal. Anlattıkları ise bugünkü duruşuna göre acı biber. Türkiye de, o da daha gençti tabii...

Murat Belge, beğenin beğenmeyin, Türkiye’nin son 40 yılının en zeki ve kalıcı yorumcusu. Yazdığı 13 kitap, yayımlanan 21 çeviri ile verimli bir yazı adamı, genel yayın yönetmeni, köşe yazarı, üniversite yöneticisi, hoca, siyasi aktivist. Nereden bakarsanız bakın, Türkiye’nin en önemli entelektüel markalarından biri; markası./images/100/0x0/55ea0e65f018fbb8f8681d84

Tûba Çandar’ın üç yılda uzun söyleşiler yaparak hazırladığı kitap, "Murat Belge - Bir Hayat...", önceki hafta Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Kendi yaşam yolculuğunu anlatırken ortaya koyduğu Türkiye tablosu, bu ülkenin içine girdiği tarihsel labirentlerden neden bir türlü çıkamadığı hakkında ciddi ipuçları veriyor.

Kitabın bu yazıyı ilgilendiren bölümü ise, kitabın hemen başında uzun bir liste verdikten sonra, "Senin kimlik kartında bunlardan hangisi yazar?" diye soran Çandar’a Belge’nin verdiği yanıtta gizli: "Hepsi yazar herhalde... İlaveten balıkçı, aşçı da yazabilir."

*

Arka kapaktaki fotoğraf da Belge’nin bu yönüne ilişkin zaten: Elindeki oltada bir güzel sinarit. Zordur onu yakalamak.

Doğru; 358 sayfalık kitabın ancak 16 sayfası denize ilişkin, ama olsun. Belge bu bölümde, çok ciddi, çok ağır işlerle uğraşmayı, denizde keyif yapmayla nasıl bağdaştırdığı sorulduğunda, kendisinin hayatta duruşuna ilişkin olarak benim çok dikkatimi çeken bir şey söylüyor: "En büyük keyiflerden tut da en ciddi konulara, ne bileyim en ince teorik meselelere kadar hayatımda hepsinin birliğini sağlamaya hep önem verdim diyebilirim." Yani hayatını kurarken, mümkün olduğunca çok unsuru ahenkli bir biçimde kullanmak, kullanabilmek.

Bu köşede çıkan yazıları okuyanların önemli bölümünün kafasındaki temel soruya bir yanıt değil mi Belge’nin söyledikleri...

Kurucaşile’de, Hüseyin Çoban’ın benim de birkaç yıl önce gittiğim tershanesinde yapılan balıkçı teknesinden dönüştürme teknesini 2000’lerin başında satmış. Garip; insanlar yaşı ilerledikçe tekneye önem verir, Belge "Yaş ilerledikçe, işler çoğaldıkça, istediğin sıklıkta kullanamıyorsun" diyor.

Kıyı kaptanıymış. "Moda Kulübü’nden arkadaşlar kiralar, biz de gideriz ya da bir sürü arkadaşım vardır, kayığı olan... Onun için de bilirsin bir sürü şeyi. Bir sürü şeyi de öğrenememişsindir. Onun için ben bazı şeyleri çok iyi bilen, bazı şeyleri hiç bilmeyen bir halde kaptan oldum sonunda. Ama mühim bir felaket geçirmeden öğrendim" diyor Belge. Çoğumuz gibi.

*

Yelkenle arası limoni; o daha çok motorcu: "Yelkenin hastalık derecesinde meraklıları vardır; yelken seven de öyle seviyor, onlar motor sesi olmadan gitmeye bayılıyorlar. Benim esas tutkum galiba balık tutmak." Yani yelken yok çünkü yelken ile balık tutulmuyor.

Denizle ilgili olan herkesin gayri ihtiyari bildiği, ama belki de kelimelere dökmediği şu cümleler de Belge’den: "Hep hayatın metaforu gibi gelir bana denizde olmak. Yani her şey var onun içinde. Aslında denizin üstünde, o denize yabancı bir nesnesin sen. Sen, teknen, her şeyinle yabancısın... Bu ille denizin fırtınalarla gelip seni pataklaması değil tabii. Durduğu yerde de tekne bağlı olarak sallanır, paslanmaya uğrar. Yani deniz devamlı onu yok etmeye çalışır, sen devamlı onu denize karşı, tuza karşı, suya karşı korumaya çalışırsın. ’Hayat bir mücadeledir’ gibi bütün klişeleri düşündüğün zaman, niçin hayatın bir mücadele olduğunun bütün cevapları insan-deniz ilişkisinde vardır."

Sanırım Türkiye’nin en özgün düşünen insanlarından birinin denizle güçlü bir ilişkisi olması rastlantı değil. "Murat Belge- Bir Hayat..." kitabından, bu köşeye hizmet amaçlı olarak çıkarttığım sonuç bu.

Hepinize öneririm.

Fikir korsanları denize indi

Kendi teknesini yapmayı düşünenlerin en önemli sorunu, bu tekneyi kimin çizeceğidir. Genellikle sınırlı bütçeyle yola çıkılır ve ne yazık ki yıllar yılı birlikte yaşanacak teknenin "fikir mülkiyetine" en az "hayal mülkiyeti" kadar sahip olan tasarımcılara verilecek olan para, gözlerde büyür de büyür. Ve sonuçta, tasarımcısından gizli, orası burası değiştirilerek yapılan ve fikri mülkiyet sorunu ile karşılaşmayacağı sanılan tekneler ortaya çıkar.

Türkiye’de fikirden para kazanmayı insanların aklı pek almaz. O nedenle müziğin, filmin, kitabın korsanlığı yaygındır. Denize ilginin artması ile yaygınlaşan bir diğer korsanlık ise tekne tasarımında yaşanıyor.

Bu haberde tasarımcının adı var, ama olayın asıl kahramanlarından, korsanlardan adlarıyla söz etmeyeceğim. Tasarımcı Güney Afrika kökenli Dudley Dix. Yapımında su kontraplağı kullanılan, amatörlerin üretebileceği ama denizci ve hızlı tekneler çiziyor, geçimini bundan sağlıyor. Türkiye’de de bir temsilcisi var.

Dix’in en sevilen tasarımlarından biri Didi 38/40. Bu teknenin bir planını 1100 Euro verip satın alan biri (adı saklı), parasını ödemediği halde aynı planları kullanarak, ama kandırma amacıyla teknenin havuzluğunu biraz değiştirerek yeni bir tekne yapıyor. Tüm uyarılara rağmen, ikinci teknenin plan bedelini ödemiyor. Bunun nedeni de, yaklaşık maliyeti 55 - 60 bin Euro’yu bulacak bir teknenin fikir sahibine 1100 Euro’yu fazla görmek.

O da yetmiyor. Bu teknenin kabuğunu kalkıp başkasına satıyor. O başkası (onun da adı saklı), tekneyi alıp yaşadığı yere götürüyor, hızla tamamlamaya çalışıyor. Konuyu biliyor ya da bilmiyor; orası belli değil. Ama benim de tanık olduğum bir telefon görüşmesinde sorumluluk almayı reddediyor ve iş kilitleniyor.

Teknenin tasarımcısı Dudley Dix durumun farkında ve yasal olarak harekete geçmeye karar veriyor. Şimdi Amerika’da yaşamakta olan Güney Afrikalı tasarımcı, "fikri mülkiyet" haklarına duyarlı yeni dönemde hukuk mücadelesini kazanacağından emin. Kaldı ki, tasarımcının planlarını onaylamadığı, amatör yapımı bir teknenin resmi kaydının yaptırılması da olanaksız. Yani korsan teknenin yeni sahibi, kabuk ile birlikte başına bir de dert almış oluyor.

Korsan teknecilik, Türkiye’de çok yaygın. Bugüne dek çok uzaklarda olan yabancı tasarımcılar, yeni yasal düzenlemeler ile aslında çok yakında. Yani bu işe kalkışanların başları gerçekten derde girebilir.

Sorunun bu denli yaygın olmasının en önemli nedeni ise, Türkiye’deki tekne tasarımcılarının bir bölümünün, muhtemel müşterilerini yolunacak kaz olarak görüp, dünyanın en tanınmış tasarımcılarının fiyatlarını çekmeleri ve zaman zaman da bu paraları alabilmeleri.

Bu nedenle, sektör geliştikçe sorun ortadan kalkacak, ama bu arada fikir mülkiyeti konusundaki itibarımız iyice yerlere serilecek.
Yazının Devamını Oku

Siz olsaydınız yapar mıydınız?

10 Mart 2007
Uçsuz bucaksız bir okyanus. Üzerinde küçücük bir yelkenli. Teknenin içinde 14 yaşında bir çocuk. Tek başına... Siz, bu tekneyi biraz uzaktan takip ediyorsunuz benzer bir tekne ile. Siz babasınız, o çocuk oğlunuz.

Hava sert değil ama okyanus, tiyatro sahnelerinde iki ucundan çekiştirilen janjanlı kumaşlarla yapılan deniz taklitleri gibi inip çıkıyor. Küçücük teknenin aslında 10 metreyi bulan direği, bu iniş çıkışlar sırasında bir kayboluyor, bir gözüküyor. İnatla, ağır ağır Batı’ya gidiyorsunuz.

Gece oluyor. Seyir ışıkları ticaret rüzgárlarının düzenine kendini kaptırıp gitmiş teknelerde açık. Radarınız yok. Sonar da yok. Ne büyük gemileri, ne son yıllarda büyük ticaret gemilerinden düşerek, denizlerin en önemli tehlikesi haline gelen dev taşıma kutularını fark edebilmek mümkün. Otopilot çalışıyor; rota hep aynı. Arada uyukluyorsunuz. Çocuğunuzun dümen suyundasınız. Arada telsizle haberleşiyorsunuz.

Bunlar oluyor çünkü siz bir tekne yapmışsınız ve bu teknenin tasarımı ve üretim kalitesi ile küçüklüğüne rağmen okyanus aşabileceğine inanıyorsunuz. Bunu, oğlunuz ile birlikte kanıtlamak için yola çıkıyorsunuz ve "14 yaşında bir çocuk kendi başına Atlas Okyanusu’nu geçti" cümlesi işin artısı oluyor.

Siz olsaydınız bunu yapar mıydınız?

*

İngiliz çocuk Mike Perham’ın öyküsü gerçekten bu. Geçen hafta ondan kısaca söz etmiştim size. Şimdilik sınavlarına çalışıyor ama dünyayı gezmeye de kararlı... imiş... Göreceğiz.

17,5 yaşında bindiği tekneden 20 yaşında inen Tania Aebi de, babasının yönlendirmesiyle (zoruyla mı demeli) bu geziye çıkmıştı. Wikipedia, onun için, "Bir şeyi tamamlayabileceğini babasına bu başarısı ile kanıtladı" diyor. Bildiğim kadarı ile şu sıralarda Pasifik’te bir adada onunla dünyayı dolaşan kedisi Tarzoon ile yaşıyor. Bir daha dünya turuna çıkmadı; herhalde babasına başka şey kanıtlamasına gerek kalmamıştı. Bir de yanında kedisi olduğu için tek başına dünya turu tamamlayan en genç kız unvanını alamadı.

Yazdığı kitabı yıllar önce okuduğum Tania’yı aklıma, Mike’ın öyküsü getirdi. Babalarının yönlendirmesiyle denizlere açılan iki çocuk.

Rotalarının böyle olmasını gerçekten onlar mı istedi acaba? Yoksa babalarının rotasında mı kendilerini tehlikeye attılar?

*

Soru çok basit: Siz olsaydınız yapar mıydınız?

Orta sınıf ailelerin çocuklarının etrafında hayatsavar önlemler aldıkları günümüz dünyasında bu soruya pek çok kişinin vereceği yanıt belli kuşkusuz: Hayır. Bence de...

Ama neden? Binbir emekle büyütülen bir çocuğun yitirilmesi korkusu mu, o çocuğun hayatı daha yaşamadan, serpilip büyümeden kaybolup gideceği düşüncesinin yarattığı dehşet verici iç sıkıntısı mı?

Belki soruyu değiştirmek gerek. Mike Perham’ı 14 yaşında, Tania Aebi’yi 17,5 yaşında teknelere bindirip okyanuslara bırakan babaların derdi neydi? Çocukları ile alıp veremedikleri bir şeyler mi vardı?

Tüm 15 yaşındakiler gibi ben de 1975’te her konuda çok doğru kararlar verdiğimi düşünürdüm ama artık biliyorum ki, o yaştaki bir çocuğun özellikle yaşamını tehlikeye sokabilecek konularda doğru kararlar vermesi olanaksız. Yani Mike ve Tania, bu yola baş koyarken, ya da koymuş görünürken yalnız değillerdi. Onları buraya yönlendiren babalarının hayat alışverişinde hissettikleri eksikliklerdi. Babalar kendi açıklarını, çocuklarının başarısı üzerinden kapatmaya çalışıyordu.

Yani babalar kendi ödemedikleri bedeli, çocuklarını bir para gibi değişim aracı olarak kullanıp, ödemeye kalkmışlardı.

Ne yazık!

Avrupa’da 2007’nin tekneleri belirlendi

Dünyanın en büyük tekne fuarlarından biri olan Düsseldorf Tekne Fuarı’nda Avrupa’da yılın tekneleri açıklandı. Beş kategoride yapılan yarışmanın bağımsız jüri üyeleri, büyük ölçekli üretim yapan şirketleri sıkıştıran küçük şirketlerin yeni ürünlerini de değerlendirdiler. Jürinin tasarım, yelken performansı, kullanım kolaylığı, işçiliğin kalitesi ve fiyat gibi temel değişkenleri göz önünde bulundurarak karar verdiği yarışma, 10 metre altı, 10-12 metre, 12-14 metre, 14 metre üstü ve Kavramsal Tasarım ve Yenilik kategorilerinde ödül veriyor. Bu ödülün maddi bir değeri kuşkusuz yok ama yarışmada kısa listeye alınan tekneler de, seçilip birinci gelen tekneler de piyasada birkaç adım öne geçiyor. Muhtemel alıcılar, listelerine bu tekneleri hemen ekliyor.

KAVRAMSAL TASARIM VE YENİLİK

Bu ödülü, dünyanın en büyük tekne üreticilerinden Beneteau’nun First 50 modeli ile alması şaşırtıcı. Çünkü büyük şirketler genellikle yenilik yapmakta zorlanır. Broşürlerine bakıp hayran kaldığım bu tekne, Beneteau’nun gezmek yerine hızlı gezmeyi öne çıkartan First serisinin tepe modeli 50. Gerek dış tasarımı gerek içinin güzelliği gerek pratikliği ve gerekse performansı ile daha önce yayımlanan tüm değerlendirme yazılarında büyük övgü almıştı. Ama en önemlisi fiyatının uygunluğu; uygunluk lafının nispi olduğunun altını da hemen çizmem gerek. İngiltere fiyatı KDV hariç 193 bin sterlin.

10 METRE VE ALTI

Bu kategoride İstanbul Boat Show’da sergilenen Beneteau First 34.7, Dufour 325, Etap 28S, Hanse 315 ve Elan 340 yarıştı. Jüri, yarış-gezi tipi olarak tasarlanan Elan 340’ın yarışmak istemeyen aileler tarafından da, üstün yelken performansı nedeniyle tercih edilebileceğini belirtti. İngiltere satış fiyatı, KDV öncesinde 60 bin 510 sterlin.

10-12 METRE

Bu kategoride Avrasya Boat Show’da gördüğümüz Jeanneau Sun Odyssey 39, Malö 37, C & C 115, Winner 10.10 ve Salona 37 yarıştı. Salona 37 birinci olurken, ilk bakışta pek dikkat çekmediği ama zaman içinde kendisini sevdirdiği, ama hayatı kolaylaştıran tasarım ayrıntıları ile yelken performansının çok iyi olduğu belirtildi. En çok teknenin satıldığı bu boy aralığında, piyasaya yeni giren bir Hırvat markasının başarısı, kalite ile markalaşma arasındaki ilişkiyi göstermesi nedeniyle önemliydi. İngiltere satış fiyatı, KDV öncesi 82 bin 650 sterlin.

12-14 METRE

Almanya’nın yenilikçi ama biraz pahalı yat markası Dehler’in yeni 44 tipi bu kategorinin birincisi. Modern görünüşten ve yüksek yelken performansından hoşlananların ilgisini çekeceği kesin olan bu teknenin rakipleri Grand Soleil 40, Jeanneau Sun Odyssey 42DS, Maxi 1300 ve Najad 440AC’ydi. Dehler 44, tasarımı, pratikliği, huzurlu veya yarış amacıyla heyecan içinde kullanım kolaylığı nedeniyle birinci seçildi. İngiltere satış fiyatı, KDV hariç 184 bin 550 sterlin.

14 METRE ÜZERİ

Bu yılki listenin en pahalı teknesi bu. 16,76 metrelik X-55 İngiltere’de 490 bin 568 sterline satılıyor. Dufour 525, Halberg Rassy 54 ve Hanse 630’un da bulunduğu kategorinin birincisi X-55, Danimarkalı X Yachts tarafından üretiliyor. Birinciliği, görünüşü, hızı ve inşa kalitesi sayesinde kazandı.
Yazının Devamını Oku

Maksadı aşan bir eleştiri

5 Mart 2007
SON haftalarda kimlik konusu üzerinde herkes çok daha fazla düşünmeye başladı sanki. Sözünü ettiğim kimlik, cüzdanlarda taşınan nüfus hüviyet cüzdanları değil; aidiyeti belirleyen kimlik tabii ki.

Yazının Devamını Oku

Fuar savaşı yenilik umudu doğurdu

3 Mart 2007
İstanbul’da yıl boyunca hasretle beklenen Tekne Fuarı’nın aynı anda düzenlenen iki fuara dönüştüğünden geçen haftalarda söz etmiştim. Fuarların, düzenleyici şirketlerin arasındaki ticari rekabet yüzünden Yeşilköy’deki fuar bölgesini ilan edilmemiş bir savaşın alanı haline dönüştürmesinin sonuçlarını sektör tartışıyor. Anlaşılan tartışmaya da devam edecek, çünkü benim görebildiğim kadarıyla bu pilav daha çok su kaldırır.

Bir yanda, hızla gelişen bir denizcilik sektörü var. En önemli sorunu sermaye yetersizliği. Doğru; bu yıl daha önceye kıyasla birçok tekne markası yeri modellerini sergileyebildi ama Türkiye’de temsil edilip de, ülke sularında teknesi olmayan daha çok üretici var. Diğer yanda ise, teknelerin ve diğer denizcilik ürünlerinin son kullanıcı ile buluşmasını sağlamayı hedefleyen fuar şirketleri bulunuyor. Aralarındaki fiyat anlaşmazlığının mahkemelere de yansıyan düzenli bir savaşa dönüşmesi, bu sektörün de hálá büyüme sancıları çektiğini gösterdi.

Sonuçta, şubat bu yıl da çok hızlı geçti.

HIZLI AMA VERİMSİZ

Malûm hızlı yaşıyoruz, hıza tapıyoruz ama şubatın çok hızlı geçmesi verimli geçtiği anlamına gelmiyor. Bana anlatılanlar, katılımcılar açısından, durumun pek de keyifli olmadığı gösterdi.

Fuarlara katılan şirketlerin önde gelenlerinin sahipleri ve yöneticileri ile konuşma fırsatı buldum. Savaşı daha kimin kazandığı belli olmadığından sanırım, hiçbiri isimlerinin verilmesini istemedi. Belli mi olur, yarın, öbür gün, yerimiz kalmadı denip, fuara alınmamak da var.

Ben şunu anladım: Katılımcıların büyük bölümü durumdan şikayetçiydi. Bunun temel nedeni açılan iki fuarın son kullanıcının kafasını karıştırması ve bu yüzden de, en azından niyet olarak, iki fuarda da yer alma zorunluluğuydu. Ama bu da kaynak kullanımında ciddi bir verimsizliğe yol açıyor. Denizcilik sektöründe zaten çok sınırlı olan pazarlama harcamalarının ikiye bölünmesi iyi değil. Hele bir de bizde olduğu gibi sermaye yetersizliği diye temel bir sorun var ise.

Sonuçlarını fuarları izleyenler yaşadı. Türkiye’deki teknelerin ve denizcilik malzemelerinin büyük bölümünü görebilmek için iki fuara da gitmek kaçınılmazdı. Birinde çok sayıda yelkenli tekne vardı, diğerinde motoryatlar ağırlıktaydı. Bir fuarda olan şirket, diğerinde yoktu. Yani güç bölünmüştü. Fuar şirketlerinin savaşı denizcilik sektörünü vurmuştu.

ZAMANLAMA YANLIŞTI

Geçen yıla kadar tek olan İstanbul’un en önemli tekne fuarının zamanı zaten yanlıştı.

Kuzey yarımkürede hiçbir deniz ülkesinde o saatte tekne fuarı olmaz: bunun nedeni yazın yaklaşmasıdır. Fuarda ısmarlanacak teknenin, sezonda sahibine ulaşması beklenir. Ama Avrupa’daki en son önemli fuardan yaklaşık bir ay sonra yapılan bu fuarda, diyelim ki paranız vardı ve bir tekne sipariş ettiniz. Teknenin Türkiye’ye ulaşması yaz sonunu bulur çünkü bütün tekne üreticilerinin üretim hatları -eğer bir ekonomik bunalım yaşanmıyorsa- doludur. Yani fuar amacına ulaşmaz; ulaşmadığını tekneciler yıllardır söylüyordu. Fuar daha erken olmalı.

Tekne ve deniz/denizcilik malzemecileri satanlar ise tam tersi, daha geç fuar ister. Küçük bir bot, bir dıştan takma motor almak isteyenlerin, alım kararlarını mevsim yaklaştığında verdiği düşünülür ki, bu da doğru. Onlar da daha geç bir fuar ister.

Bu yıla kadar, mevcut tek fuarın tarihi bu iki beklentinin dayattığı "Ne şiş yansın, ne kebap" mantığı ile belirleniyordu. Kimse memnun değildi ama seçenek de yoktu; o nedenle fuar dolup taşıyordu. Belki de patlak veren fuarlar savaşı en azından zamanlama açısından hayırlı olur; kim bilir?

TEKNENİN YERİ DENİZDİR

İstanbul’un her yanı deniz ama tekneler karada sergileniyor. Bu çok garip bir durum... Tekneler kamyonlara yükleniyor, salonlara sokuluyor, büyük servetlere mal olan platformlara kuruluyor vesaire. Doğrusu, teknelerin denizde sergilenmesidir; bütün büyük deniz şehirlerindeki fuarlar böyledir.

Bugünlerde tekne fuarcılığında káğıtların yeniden dağıtıldığı anlaşılıyor. Mahkemeleri süren ve Maliye’ye ihbarlara yol açtığı iddia edilen bu rekabetin, onlarca teknenin denizde sergilendiği, doğru zamanda yapıldığı için katılımcılara gerçekten yarar sağladığı, amaca uygun bir deniz fuarına dönüşmesi benim beklentim. Doğru zamanlama kuşkusuz önemli; tekneciler için bu yılbaşından önce. Malzemeciler için ise mart-nisan. Belki de gerçekten iki fuar gerekiyor İstanbul’a; biri tekneler, diğeri malzeme için.

14 yaşında Okyanus geçti /images/100/0x0/55ea278ff018fbb8f86e9043

Atlas Okyanusu’nu tek başına geçen en genç kişi olan 14 yaşındaki İngiliz Michael Perham, kendisine yeni hedef koydu: Dünya turu. Tasarımını babasının yapıp ürettiği sekiz metrelik Tide 28 tipi tekne ile Cebelitarık’dan Antigua’ya altı haftada giden Perham, rekor kırmayı 11 yaşındayken kafasına koymuş. Seb Clover’ın Okyanus’u 15 yaşındayken geçtiğini bir dergide okuyan Perham, kendini rekor denemesi için hazırlamış. Şimdi hedef, lise bitirme sınavını verdikten sonra dünya turuna çıkmak.

Mike Perham ile ilgili gelişmeleri www.sailmike.com sitesinden takip edebilirsiniz.

Caffari, MacArthur olmak istiyor

Dünyayı ters rüzgarlı bir rotada en hızlı dolaşan kadın olan Dee Caffari, Ellen MacArthur’u dünyanın tanıdığı bir yıldıza dönüştüren Vendee Globe yarışına katılacağını açıkladı. İngiltere’de 2006 yılının yatçısı seçilen Caffari, Vendee Globe yarışının çok farklı olduğunu belirtirken, "Benim teknem çelik bir tanktı. Vendee Globe tekneleri ise Formula 1 otomobillerine benziyor. Yüksek teknolojili ve kullanımları çok dikkat istiyor. Birçok şeyi yeniden öğrenmem gerekecek" diyor. Caffari, başarısının sırrını rahat yaşamamayı ve acı çekmeyi kabullenmekte görüyor.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar nereye saklanmıştı?

24 Şubat 2007
Denizle ilgili kitapların sayısı aslında her dilde azdır. Sonuçta karada yaşar ve ölürüz; genellikle. Denizle ilgili kitaplarda da genellikle kadın yoktur. Hayal güçlerimizi olgunlaştıran Herman Melville’in, Jules Verne’in romanları kadınsızdır. Yaratabildiği dehşet verici atmosfer ile okuyanları en karanlıklara taşıyan Joseph Conrad da kadınlardan söz etmez. Yenilerden Jonathan Raban’da da kadına pek rastlanmaz doğrusu.

Yani kadın, denizlerde yoktur. Yok mudur?

*

Ataköy Marina Yat Kulübü tarafından bastırılan kitaplara bir yenisi eklendi: Denizde Günah. Denizcilik Tarihine Erotizm Penceresinden Bir Bakış üst başlığı ile sunulan kitabın yazarı Klaus Hympendahl.

Almanya’da 2005 yılında basılmış. Ve bu hafta Türkiye’de piyasaya çıktı.

Denizle ilgili yeni bir kitabın hızlı bir şekilde Türkçeleştirilmesi, denize olan ilginin yeni bir örneği kuşkusuz. Ama kitabın bir yat kulübü tarafından bastırılmış olması, diğer yayınevlerinin radar ekranına denize ilişkin kitapların henüz girmediğinin de bir işareti.

Kitap 13. yüzyıldan bugüne denizle ilgili yazılı kaynaklarda kadını bulmaya çalışıyor. Buluyor da! Bu yazının başlığı da kitabın önsözünden alınma: Kadınlar nereye saklanmıştı? Anladığım şu: Kadınlar hiçbir yere saklanmamış, erkek yazarlar kadınları yok saymıştı. Yani tipik bir durum.

Yazılı kaynakların ağırlıklı olarak Hıristiyan denizciliği ele alması nedeniyle olsa gerek, kitapta ağırlıklı olarak Batı’nın deniz ve kadına bakışı irdeleniyor. Yazar Hympendahl’ın Önsöz’deki ifadesi ile, "Bu kitap yüzyıllardır gemileri yutmuş sis kümelerini sıkı bir rüzgar ile dağıtacak. Gemilerde heteroseksüel bir cinsel hayatın hep var olageldiğini, bazı gemilerde yüzlerce orospunun aynı anda mesleklerini icra ettiklerini, çok eşli balina avcılarının, eşcinsel ve hatta kadın korsanların, transvestilerin, oğlan fahişelerin, oğlancıların, sadistler ve hayvan sevicilerin geçmişte var olduklarını; yelkenli teknelerin dar kamaralarının ve gözden uzak, karanlık köşelerinin şahit olmadığı hiçbir şeyin kalmadığını anlatacak."

İlginç yani!

*

Sık sık kullandığımız ve cinayete yol açacak bir küfrün Avustralyalılar açısından gerçeğin ta kendisi olduğunu öğrendim mesela. Bu kıtayı mahkûmların Batılaştırdığını bilirdim ama bu Batılılar arasında gemiler dolusu fahişe olduğunu bilmezdim.

1588 yılında, büyük bir yenilgiye uğrayacakları sefere çıkmadan önce Büyük Armada’da gemiler, toplar ve savaşçılar dışında altı bin kadın olduğunu bu kitaptan öğrendim.

Hannah Snell’in 1745 yılında kadın kıyafetlerini çıkartıp erkek tayfa kılığında gemiye atlayıp, sıcak denizlerde savaşlara katıldıktan sonra döndüğü Londra’da bir kadın olarak yaşadıklarını anlatan bir kitap yazdığını da bilmiyordum.

Denizci bir malûmatfuruş olmak istiyorsanız, bu kitap elinizin altında bulunmalı.

Hulki Demirel’in çevirisi ve Sezar Atmaca’nın editörlüğünde yayımlanan kitap, özenli Türkçesi ile de dikkat çekiyor. Ataköy Marina Yat Kulübü’nün diğer kitaplarında da rastlanan bu özen nedeniyle tüm emek verenleri de kutlamak gerek.

Foça’dan Marsilya’ya tarih yolculuğu

Fransa’nın ikinci büyük kenti Marsilya’nın Liman bölgesinde bir taş yazıt vardır. Mealen, "Bu şehir Foça’dan gelenlerce kurulmuştur" yazar o yazıtta. Deniz tarihini araştıran 360 Derece ve Olay Nautic tarafından ortaklaşa gerçekleştirilecek olan bir proje, milattan önce 600’lü yıllarda Foça’dan kalkıp, ulaştıkları bir ıssız kıyıda bugün Marsilya dediğimiz kenti kuranların öyküsünü bugünlere taşımayı hedefliyor.

Deniz kıyısında yaşayanların kaderini genellikle merakları çizer. Anadolu’nun Ege kıyıları yani kadim adıyla İyonya, yalnızca kendilerinin değil, Akdeniz’in de kaderini belirleyen insanların yaşadığı bir yerdi eskiden. Gemilere atlayıp, açılır ve coğrafyasını beğendikleri bir yere yerleşir, orayı abad ederlerdi.

Nisan 2008’de başlaması planlanan Foça - Marsilya Tarihe Yolculuk Projesi ile, bugünkü Marsilya’yı kuran Foçalıların öyküsü anlatılacak. Biri savaşçı, diğeri malzeme ve yerleşmeci taşıyan iki geminin yapımına yakında Foça’da başlanacak.

Bu yolculuğun yazılı bir öyküsü yok. Tek bilinen, Foça’dan gidenlerin Marsilya’yı kurduğu. Projeyi hazırlayanlar, kürek ve yelkenle yapılacak bu uzun yolculuk sırasında Yunanistan, İtalya ve Fransa’dan geçileceğini, Akdeniz’in doğusu ile batısı arasındaki bu epik yolculuğun, tüm kültürlerin aslında birbiri ile ne denli yakın olduğunu göstereceğini ve yolculuk bittiğinde Marsilya’yı kuranların öykülerinin gecikerek de olsa tarihe düşüleceğini belirtiyorlar. Bu nedenle hedef, bu yolculuğun bir belgeselini de çekmek.

Marsilya ile Foça arasında böylesine bir ilişkinin kurulması ve bunun dillendirilmesi de, Fransa ile Türkiye arasında var olan olumsuz algılamaların giderilmesine yardımcı olabilir.
Yazının Devamını Oku

Fuarlar hayaller ve yelkenliler

17 Şubat 2007
İstanbul’daki iki tekne fuarından biri bugün başlıyor, diğeri yarın bitiyor. Fuar şirketleri arasındaki ticari ve hukuki rekabetin iki fuara yol açması, sektörün tadını biraz kaçırdıysa da, önce açılan Avrasya Boat Show’da sergilenen tekneler hayalleri ateşledi. Bugün açılacak olan Boat Show’da da önemli markalar seyircileri ve alıcıları ile buluşacak.

Broşürüne bakılan, internetten bilgileri indirilen, düşünülen, hakkında hayaller kurulan bir tekneyi, ete kemiğe bürünmüş bir halde -çünkü tekneler canlıdır- görmeyi sadece fuarlar mümkün kılar. Türkiye’de giderek gelişen amatör denizciliğin ve özellikle yelkenciliğin şu iki haftadaki adresi İstanbul’daki iki tekne fuarı.

İşin güzel yanı, bu fuarların gerçekten de şirketlerin yeni teknelerini sergiledikleri yerler olmaya başlaması. Birkaç ay önce Avrupa’nın önemli fuarlarında sergilenen ve oralarda peynir ekmek gibi satılan birçok yat İstanbul’da da yerini aldı, yelkenli teknelerin doruk noktalarından biri diye nitelenecek bir marka, teknesini getirip sergiledi.

Bunlar, birkaç yıl önce ile kıyaslandığında olağanüstü gelişmeler.

HEDEFİ 7 DENİZ OLANLARA

Söze Najad ile başlamak gerek. Najad, gerçekten çok önemli bir İsveçli üretici. Yakınlarda el değiştirdi, bir Hollandalı aile şirketi satın aldı ve bunun ardından Najad modern ve hızlı tasarımlarıyla geçmişin üzerine sünger çekip hamle yaptı. Geçen yıl yalnızca broşürlerle temsil edilen şirketin 12,20 metrelik yatı Najad 405 bu sene tüm haşmetiyle fuardaydı. Gezme fırsatı buldum. Özellikle ayrıntılarda en küçük bir falso bulamadım. Tüm İskandinav tekneleri gibi fiyatı yüksek. Kuşkusuz yüksek kaliteyi ve İskandinav ülkelerinin yüksek işgücü maliyetini yansıtıyor bu fiyatlar. Eğer, "Ben teknede yaşamak istiyorum. Hedefim, korkmadan yedi denizleri aşmak. Param da var" diyenlerdenseniz, o zaman Najad 405’e bakmanızı öneririm.

SALONLU YELKENLİLER

Fransa’nın en büyük tekne üreticisi Beneteau’nun yeni tekneleri de fuardaydı. Tezman Holding’in ithal ettiği teknelerden Oceanis 40 ve Oceanis 46 yeni ürünler. İkisi de işçilikleriyle Beneteau’nun giderek yükselen kalite çıtasını yansıtırken, yenilikçi iç ve dış tasarımlarıyla gerçekten güzellerdi.

İki teknede de, yükseltilen tavanlarına rağmen, yani giderek yaygınlaşan güverte-salon tanımına uymalarına rağmen Oceanis markaları korunmuş. Beneteau, çaktırmadan tavanı yükselterek ama markayı koruyarak daha aydınlık tekne isteyenlere istediklerini vermiş. Şirket, birçok markanın bulunduğu bir alanın etkili oyuncusu olmayı, rakiplerinden bir adım önde giderek başarıyor belli ki.

Kardeş şirket Jeanneau da dikkat çeken tüm ürünleriyle fuarda yerini almıştı. Geçen yaz İngiliz Limanı’nda yanımıza demirlerken gördüğüm yakışıklı Sun Odyssey 39i’nin güverte-salon türevi Sun Odyssey 39 DS özellikle hacimli ve aydınlık tekneler isteyenlerin ilgilenmesi gereken bir tekne.

YERLİ ÜRETİM GÖZ DOLDURUYOR

Bavyera’daki büyük fabrikasını iki yıl önce gezdiğim Bavaria’nın fuardaki varlığı zayıftı. Daha önce sergilenen tekneleri bu sene iki farklı satıcının birden stantlarında görebilmek mümkündü. Beni hayal kırıklığına uğratan, Bavaria’nın kalite çıtasını yükselttiğinin işareti olarak sunulan güverte-salon Vision teknelerinden en az birinin İstanbul’da olmamasıydı. Bu tekneler İstanbul’da kesinlikle sergilenmeli ve böylece Bavaria fiyatlarını biraz daha yükseğe çeken bu sınıftaki teknelerinin, örneğin, Beneteau ve Jeanneau ile kıyaslanmasını sağlamalıydı.

Yerli üreticilerden Ege Yat, Orion Yacht ve Barbarossa, yelkenlileri ile oradaydı. Yüksek vergilerin vurduğu yerli üreticiler, ölçek ve ilişkiler açısından yabancı rakiplerinin avantajlarına sahip olamadıkları için ciddi sorunlar yaşamalarına rağmen, artan kaliteleri ile dikkat çekiyordu.

Fuardan izlenimler

Avrasya Boat Show’u iki kez gezdim. Birinde ortalık tenhaydı; öbüründe çok kalabalık. Tüm benzer fuarlarda olduğu gibi, satıcılar kimin bakıcı, kimin alıcı ya da alıcı adayı olduğunu anlama çabasındaydı. Hedef, sınırlı olan fuar tanıtım malzemesinin ziyan olmasını önlemek ve ondan önemlisi, gerçek alıcıya gereken özeni gösterebilmekti.

Bu açıdan baktığımda, özellikle satıcı tarafında zaman zaman nezaket sınırlarını zorlayan birkaç olaya tanık oldum. Doğru, fuara gelenlerin bir kısmında daha sonra ne kadar ilgilenecekleri belli olmayan "bedavaları" toplama eğilimi vardı ama ne olursa olsun, markalar vaatlerini kabalaşarak koruyamaz.

Bir de, sattığı ürünün özelliklerini bilmeyenler de vardı. Bu durum küçük beyaz yalanlara, idare edici ama içi boş yanıtlara yol açar genellikle. Ama işi bilen birinin sorularına verilen bu tür yanıtlar markayı olumsuz etkiler.

Bunlar da gelişen bir sektörün büyüme sancıları olarak nitelenebilir herhalde.


BROŞÜRDEN SATIŞ MÜMKÜN DEĞİL

Yabancı tekne üreticilerinin Türkiye satış temsilciliği zor bir iş. Zor, çünkü, büyük bir ilk yatırım gerektiriyor. Hele bu şirketin tekneleri Türkiye’de yoksa iş zorlaşıyor çünkü muhtemel alıcıya gösterecek tekne bulunamıyor. Parayı bastırıp, bir örnek tekne getirip onu sergilemedikçe, satış broşür üzerinden yapılıyor ki, bu çok zor.

Amerika’nın önemli markalarından J Boats’ın Türkiye Temsilcisi OGEM örneğin bu sorunu yaşayacağa benziyor. J Boats’un, yarış, performans-gezi ve gezi sınıflarında çok geniş bir model portföyü var. Şirketin önceliği performans. Amerika’nın en yenilikçi tekne üreticilerinden biri. "Gezi tekneleri yavaş gider" anlayışını, hızlı, çok kolay kullanılabilen ve pratik olduğu anlaşılan J 42 ve J 46 modelleri ile kırmışlar.

J 42’nin broşürleri gerçekten insanı heyecanlandırıyor. Ama Türkiye’de sadece broşür var, tekne yok. Bu teknenin başlangıç maliyeti 343 bin dolar. Sırf broşüre bakarak karar vermek mümkün olmayacağına göre meraklısının örneğin İngiltere’ye gitmesi kaçınılmaz olacak.

EFSANEYİ SADECE EKRANDA GÖREBİLDİK

Görsel varlığı ile dikkat çeken, ancak fuarda olmayan bir de efsane vardı bu yıl: Swan. Finlandiya’nın en önemli markalarından biri olan Nautor Swan’ın Türkiye temsilciliği, teknelerin üstün özelliklerini plazma ekran aracılığı ile paylaştı bizlerle. Bu tekneler sınıflarının en üst örneği olarak kabul edildikleri için aynı boy bir Fransız teknesi ile aradaki fiyat farkı üç-dört hatta beş katı bulabiliyor. O nedenle, küçük de olsa bir Swan’ı getirip sergilemenin maliyeti çok yüksek.
Yazının Devamını Oku

Yelkencilerin eş diyalogları

10 Şubat 2007
Önceki hafta burada yayımlanan "Eş durumundan denize kavuşamayanlara önerilerimdir" başlıklı yazı dalga dalga büyüdü ve sonuçta kadın-erkek ilişkilerine, eşitliğine dek uzanan bir 21. yüzyıl tartışmasının başlangıcını oluşturdu. Yazıda sözü geçen eşlerin "kadın" olduğu algılamasından hareket eden erkeklerin erkekçe yorumları ortalığı karıştırınca, Yelkenciler Lokali’ndeki erkeklere çok sıkı bir kadın ayarı yapıldı.

Yani anlayacağınız, yazarınız eş durumundan denize kavuşamayanlara yaptığı önerilerle ciddi bir soruna parmak basmış bulunuyor. Bilerek muallákta bırakılan eşin cinsiyeti ise muallákta kalmayı sürdürecek çünkü konu çetrefilli ve netameli.

*

Yelkenciler Lokali’ndeki yazışmalar, teknesinde kalp krizi geçirdiği için kaybettiğimiz Fikret Kızılok’a atfedilen şu sözlerle başladı: "Bir de denizde paslanmayan bir hanım bulsam." Kızılok, belli ki çelikten eşi bulmuş ama paslanmazını arıyormuş. Çelik konusunun önemi şu: Teknelerde kullanılan çeliğin paslanmazlık derecesini ortaya koyan numaralar vardır. Çelik 304 ya da çelik 316 gibi. Kötü çelik mıknatısla anlaşılır. Makbulü 316’dır ki, mıknatıs işlemez. Mıknatıs işlemeyen çelik, paslanmaz, pas akıtmaz, teknenin makyajını bozmaz. Kızılok, zahir, makyajı akmayan çelik 316 tip kadın istermiş.

Şu cümlelere ne demeli: "Tekne sahibi olan veya olmayan evlilere geçmiş olsun. Evlilik aşamasına gelmiş bekarlar bence yazıyı iki kere okusunlar. Ne gerek o kadar efor sarfiyatına, önce alırsın tekneni aslanlar gibi. Sonra biri çıkar da ’Ben nerde güneşleneceeeemmm’ derse eğer, ’Bütün meralar, çayırlar, çimenler senindir güzelim’ dersin. Geçersin dümene, basarsın yelkenini, alırsın bir yudum rakından dudaklarındaki tatlı tebessümle. Ben öyle yapıyorum. Fevkalade öneririm." Bu cümlelere ancak şu eklenebilir: Gerçek ad vermeden Yedi Denizler rumuzu ile yazıldığı için hükümsüzdür.

Bir başkası, Ali Egeli ise önce, "Sevgili denizsever kardeşim. Bu kadar uğraşmaya ne gerek var. Tekneyi alırsın, hanımı boşarsın, tekne seven bir hanım alırsın veya hiç almazsın" diyor ama hemen ekliyor. "Şaka..." Şaka ya, şaka tabii! Bakarsın bir gören, bir okuyan olur.

"35, 38, 40 ve 44 feet de kifayetsiz kalıyor mekan anlamında; 440 olsa değişmez. Yaşadıklarımdan çıkardığım, geniş çevremde de gördüğüm tekne+kadın olmuyor. Bir Viking atasözü der ki: Teknede kadın varsa pusulaya bile güvenme. Bu nosyonun dışında bulunan hanımları tenzih ederim. Okluk’tan herkese sevgiler" diyen ve yedi yıldır denizde yaşadığını ekleyen Ali Geyveli’ye kadın ayarı Bikem Ekberzade’den geliyor hemen: "Benim de bir sürü ’erkek’ klasmanında arkadaşım var, üç dakikadan fazla dayanamazlar. Bırakın kamarayı, güvertede bile. Geçen sene denizci geçinen koskocaman bir adam bir tekneyi Bodrum’dan İstanbul’a taşırken yerlere serildi. Ben ise mutlu mesut makarna yapıp güvertede suratıma vuran dalgalarla yiyordum yemeğimi."

*

Zaten sorun bu değil mi; kadınları, pardon eşleri tekne ve deniz konusunda ikna etmek. Kimsenin kuşkusu yok, eşlerin özellikle kadın olanların uyum yeteneğinden.

Halki’yi aldığımızda Bodrum’dan İstanbul’a getirirken ilk kez bindiği bir yelkenli teknede yediğimiz sert havada yıkılmadı eşim. Ben... Ben... Ben ise; erkek tipi bir insan olarak söylemek istemiyorum ama, Bodrum-Kuşadası etabını kulağımın arkasına yapıştırdığım ve işe yarayan dengeleyici bir bant ile tamamlayabilmiştim.

Neyse, geçelim; Bikem Ekberzade’ye ve tekneye binmeyi kabul eden tüm kadınlara, pardon eşlere selam göndererek.

Atlas Okyanusu Rallisi bu yıl olaylı bitti

Atlas Okyanusu’nu Doğu’dan Batı’ya aşma sezonu tamamlandı. Fırtına ve kasırga mevsimi başlamadan önce yapılan 21. Atlas Okyanusu Rallisi rekor katılım ve rekor geçiş süreleriyle tarihe geçti geçmesine ama açık denizde terk edilen iki, sahibi tarafından deniz trafiğini engellemesin diye batırılan bir tekne ile anılara kazındı. Şimdi, bu durumun nedenleri tartışılıyor. Eksik olan ne? Denizcilik mi, deneyim ve bilgi eksikliği mi, yoksa şans mı?

Bu yılki Atlas Okyanusu Rallisi’ne tam 223 tekne katıldı. Bu kesinlikle büyük bir rekor. Yelkenciliğin son yıllardaki hızlı gelişiminin en önemli işaretlerinden biri. Katılan tekneler çeşit çeşit; büyüğü, küçüğü, klasiği, moderni, kiralık olanı, sahipli olanı...

Ve belli ki, bu maceraya atılan insanlar da çeşit çeşitmiş.

Yachting World Dergisi’nde aktarıldığına göre, Camper & Nicholson yapımı, Nicholson 32 Compromise’in sahibi Kanadalı Jos Brosnan, Atlas Okyanusu’na açıldıktan sonra depresyona karşı kullandığı ilaçları almayı bırakınca şiddet eğilimleri göstermeye başlamış. Dünyanın büyük yelkenli teknelerinden biri olan 80 metrelik Mirabella V, ekibin yardımına yetişmiş. Antigua’ya gitmekte olan Mirabella V, Brosnan ile birlikte ekipte tesadüfen bulunan doktoru alınca, ekibin son üyesi teknede yalnız kalmak istememiş ve güzelim klasik Nicholson 32, seyir ışıkları yanık ve salon masasında bir kısa notla Atlas Okyanusu’nda terk edilmiş. Mirabella V’in Kaptanı David Dawes, "Adamın gözleri önünde evini batıramazdım" diyor.

Bir diğer örnek de Belçika bayraklı Allegria yatından arka arkaya üç kez denize atlayan ve sonunda İngiliz firkateyni HMS Lancaster’e teslim edilen bir İngiliz... 30 yaşındaki, adı verilmeyen bu İngiliz’in de depresyona girip, şiddet eğilimleri gösterdiği ve sonunda tekneden atladığı anlaşılıyor.

YEDEĞE ALAMADIK BARİ BATIRALIM!

Bunlar insan arızası kuşkusuz. Kanarya Adaları ile Karayib Denizi’ndeki Santa Lucia arasında yapılan Atlas Okyanusu Rallisi’ne katılan bazı tekneler, örneğin ekipleri eksik kalınca, bazen suyun öte yakasına macerayla geçmek için fırsat arayanları ekibi tamamlamak amacıyla ekibe dahil edebiliyor. İngiliz savaş gemisine teslim edilen genç İngiliz’in bunlardan biri olup olmadığını bilmiyorum ama öyle çıkarsa da şaşırtıcı olmaz.

Bir de tekne arızaları var.

Fransa bayraklı Bavaria 35 Arnolf’un dümeni, büyük ihtimalle bir balina tarafından parçalanınca, 71 ve 65 yaşındaki iki deneyimli denizciden oluşan ekip değişik yöntemler denemelerine rağmen düzgün bir rota tutturamayınca tekneyi terk etmeye karar veriyor.

Bir diğer örnek de, yine dümen sorunu yaşayan bir tekneye ilişkin. Eğitim seferine çıkan yelkenli Tenacious gemisinin ekibi, dümen sorunu yaşayan Jeanneau Sun Odyssey 43 tipi Zouk yelkenlisinin ekibini kurtardıktan sonra, bağlayıp yedeğe almak hava şartları nedeniyle mümkün olmadığından tekneyi batırıyor.

Katılanlara göre, düzenli, sürekli ve uygun rüzgarda yapılması nedeniyle belki de en keyifli Atlas Okyanusu geçişi olan bu yılki Ralli’de yaşananlar ve özellikle tekne arızaları nedeniyle yapılan ekip tahliyeleri, yelkenciliğin yaygınlaşmasıyla birlikte denizcilik becerilerinin azaldığını söyleyenlerin seslerini yükselteceğe benziyor. Geçiş öncesinde herkesin teknelerini hazır hale getirdiğini ama ekiplerin kendilerinin hazır olmadığını belirtenler, "Dümen arızası nedeniyle tekne terk edilmez. Okyanus’ta küçücük bir noktaya odaklanırsanız tabii sorun doğar. Ama ben karşı kıyıya ulaşacağım, Grenada da olabilir, Florida da. Direğiniz bile kırılsa, o koşullarda günde 100 mil yapabilirsiniz" demekte.

MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ

Burada üstü örtülü olarak eleştirilen, bir yanda toplu geçiş fikrinin yarattığı sahte güvenlik duyguları, diğer yanda da tekne sistemlerine, onların bozulmazlığına duyulan büyük güven.

Yani bu yıl yapılan Atlas Okyanusu Rallisi, gelişen yelkencilik madalyonunun öbür yüzünü de gösterdi. Belki de bakarsınız organizatörler, önümüzdeki yıllarda yalnızca tekneler için sıkı şartlar koymakla yetinmeyip, ekipler için de Heyet Raporu isterler.
Yazının Devamını Oku

Yelkenli tekneye güzelleme

3 Şubat 2007
Otomobil sevdamız yeni ama çok güçlü bir yıldırım aşkı. Yalnızca, şehir içi ulaşımın büyük dert olduğu İstanbul gibi bir metropolde değil, küçücük şehirlerde ve kasabalarda bile otomobilin önde gelen statü göstergesi olması sizleri rahatsız ediyor belli ki. O yüzden de sık sık, "sınırlı bütçeyi otomobile mi ayırsam, yoksa beni denizlere ulaştıracak bir tekneye mi para bayılsam" diye soranlar oluyor.

Bu haklı bir soru çünkü imkánlar Türkiye’de gerçekten mahdut. Denizciliğin geliştiği ülkelerdeki orta direğin gücünden çok uzak olan bizim orta direğin otomobil ve tekne arasındaki uzlaşmaz derin çelişkiyi hakkıyla çözebilmeyi düşünmesi için Türkiye’de kişi başı milli gelirin en az 10-12 bin dolar seviyesine ulaşması gerekiyor. Yani bekle 2010’u, 2012’yi; ki o da olmaz...

Amatör denizciliğin, yüzyıllar boyu denizle ilişkide gelişmiş ülkelerde çok güçlü olmasının temelinde alım gücü yatıyor. Denizi bilen ve seven insanlar küçücük teknelerini aileleri ile dünyayı gezdirecek yelkenlilere dönüştürmeyi, ülkelerinde artan toplumsal refaha borçlu. Beneteau, Bavaria, Hunter gibi tekne üreticilerinin büyük bir hızla gelişmesinin son 30 yılın olayı olması bunun bir işareti.

*

Bu özel hizmeti, Türkiye’nin o günlere ulaşmasını beklemeden, "Şu ölümlü dünyada denizin asudeliğine kendimi bırakmak istiyorum" deyip de tekneye kaynak ayıramayanlar için sağlıyorum. Birkaç haftadır, denizseverlerin yelkenli teknelerine kavuşması için getirdiğim bu öneri ve önermelerin, "Ya ben ya tekne", "Ya otomobil ya tekne" ya da "Ya ev ya tekne" diyenlerin direnişini kırma çabalarınıza katkıdan başka amacı yok. Yani niyet iyi...

1 Yelkenli tekne, dünyanın en çevreci ulaşım aracı. Kağnı dahil tüm tekerlekli araçlar, atmosferi ısıtan karbondioksit gazı üretir. Kağnıda öküz, otomobilde dört zamanlı motor bu gazın kaynağı.

2Yelkenli tekne, dünyanın kilometre başına (deniz mili başına da denebilir) en ucuz maliyetle yolcu taşıyan aracı: 0 YTL. Gerçi biraz yavaş ama sıfır maliyetle o hız o kadar da kötü bir performans değil.

3Yelkenli tekne, zaman ve hız kavramını yeniden tanımlamayı dayattığı için felsefi olarak terbiye edici bir araç. İnsan yelkenli bir tekneye bindiğinde genellikle farkına varmadan ayarlanıp dönüşür ve anında yeni bir zaman dilimine geçer: Yelkenli tekne zaman diliminde, yelkenli tekne zaman ayarı geçerli.

4Yelkenli tekne, içinde sürekli yaşanacak birkaç ulaşım aracından biri. Bir yelkenli tekneyi 20. yüzyılın tüm teknolojik nimetlerinden yararlanarak bir ev haline dönüştürmek mümkün.

5Yelkenli teknenin çevreciliği, rüzgarla hareket etmekle sınırlı değil. Rüzgar, güneş ve teknenin su içindeki ileri hareketi, bir yelkenli teknenin tüm enerji gereksinimini karşılayabilir.

6Yelkenli tekne, küçük mekanda sınırlı kişisel eşya kullanımını zorunlu kıldığı için tüketim çılgınlığını engeller, işlevsel yaşam seçimlerini destekler.

7Yelkenli teknenin işletme maliyeti otomobilden ucuz. Benzin, sigorta, otopark, bakım ve amortisman üst üste eklendiğinde, bir orta sınıf otomobilin yıllık işletme maliyeti, 10-11 metrelik bir teknenin maliyetinden çok daha yüksek.

8Yelkenli tekne insanlarla ilişki kurmayı, otomobil bireyselleşmeyi cesaretlendirir. Atomize olan ilişkiler düzenini yelkenli tekne ile yeniden anlamlı bir bütün haline getirebilirsiniz. Marinalardaki küçük yelkenci cemaatleri buna güzel bir örnek.

9Yelkenli tekne, bir yandan da, isteyene, mutlak yalnızlığı sunar. Küçücük tekneleri ile okyanusları aşanlar, yalnızlıkları ile erişilmesi çok güç başarı öyküleri yazar.

10 Yelkenli tekne yüzer, otomobil batar. Küresel ısınma nedeniyle denizler yükseleceği için bir zamanlar otomobiliniz ile dolaştığınız vadileri yeni hallerinde, yani yeni Göcekler, yeni Gökovalar olarak gezmeniz ancak tekneniz varsa mümkün olacak!

*

Nasıl? Son darbe öldürücü oldu değil mi?

O yüzden şimdiden denizlere...

Tekne fuarları bir iken iki oldu

Bir türlü sona ermeyen hukuki anlaşmazlık, İstanbul’da biri biterken diğeri başlayan iki tekne fuarı açılmasına yol açtı. İki şirketin aynı anda ve aynı şehirde fuar düzenleme kararı alması, ürünlerini sergilemek isteyen şirketleri iki arada bir derede bıraktı.

Gelenekselleşen fuarların yerleri ve zamanları pek değişmez; değiştiğinde sorun olacağı için düzenleyen şirketler, katılımcı markaların da baskısı nedeniyle ince eleyip sık dokuyarak böylesi kökten kararlar alırlar. İstanbul’daki tekne fuarı da şehrin artık gelenekselleşmiş deniz etkinliklerinden biri. Ya da biriydi... Çünkü artık İstanbul’un iki tekne fuarı var.

Fuarlardan biri, CNR Fuarcılık tarafından düzenlenen Avrasya Boat Show ki, bilinmeyen bir nedenle adının yarısı Türkçe, kalanı İngilizce; diğeri ise NTSR Fuarcılık tarafından düzenlenen "sadece" Boat Show. İçerikleri ve isimleri aynı olan iki fuardan Avrasya Boat Show 9-18 Şubat arasında, Boat Show ise 17-25 Şubat’ta gerçekleşecek.

KARAR DEĞİŞİKLİĞİ MAHKEMELİK OLDU

İstanbul Fuar Merkezi’nin farklı yerlerinde düzenlenecek bu iki fuara her zaman olduğu gibi yelkenli ve motorlu yatlar, deniz araçları, deniz ve balıkçılık malzemeleri satan şirketler katılacak.

NTSR şirketi, CNR’de 13 kez düzenlediği fuar için bu yıl çok yüksek fiyat istendiği gerekçesiyle, fuarı İstanbul Fuar Merkezi’nin İstanbul Dünya Ticaret Merkezi tarafından işletilen salonlarında düzenleme kararı aldığında ortalık karışmıştı ve taraflar kendilerini mahkemede bulmuştu.

Fuara katılmak isteyen şirketler, organizatör şirketlerin birini ya da diğerini karşısına almadan iş yapmak için ince bir çizgide yürüyor. Denizseverler açısından ise iki fuarın varlığı iyiye işaret değil. Çünkü iki fuarda da görülmesi gereken tekne ve ürünler olacak ve iki fuara da gidilecek. Ama sonuçta, fuarların ikisi de zayıf kalacak.

Ticari rekabetin savaşsız çözülmesi, denizcilik sektörünün isteğiydi; olmadı. Sonucu hep birlikte göreceğiz.
Yazının Devamını Oku