12 Mayıs 2007
"Ohhhh" dediler geçen hafta; "Beyimiz kendine yeni tekne düşünüyormuş. Bu ne bolluk?" Soranlar oldu tabii; dost arkadaş çevresi malûm. Kıskanırlar. Nedeni bir vadede yapmayı planladığım teknenin kimliğini, burada sizlerle paylaşmamdı. "Nazar etme ne olur, çalış senin de olur" demeden, hemen açıklamalara giriştim. Ben böyleyim; açıklamam lázım. Açıklayan adamım yáni. İşin ekonomisi, uzun vadedeki getirisi falan... Ama keyif benim değil mi kardeşim?
*
Olay şudur: Bu boyda hazır bir tekneyi satın almak mümkün, ama 300-350 bin Euro bağlamak gerekeceği için hiç anlamlı değil. O kadar param var mı sorusu da ayrı bir soru tabii.
Uzun araştırmalardan sonra, bu boyda bir teknenin yaklaşık 150 bin Euro’ya mal edileceğini gördüm.
Tabii bu maliyete, sözlerini tutmayan ya da işini şişiren ustalarla itişmenin akıtacağı kan, ödemeleri yaparken dökülecek ter ve ’Ben bu işe neden girdim’ diye dövünürken süzülüverecek gözyaşları dahil değil. Bu üç vücut sıvısının tekne maliyetine etkisini, Euro olarak hesaplayacak ne makine var, ne de yazılım.
Tekne fuarlarını geze geze, teknelerin içine gire çıka, biraz da ukalá oldum galiba. Çok güzel bir teknede, kusurlar bulur hale geldim. Bulduğum kusurları madara olmamak için pek kimseyle paylaşmıyordum önceleri, ama özellikle İngiltere’deki tekne dergilerinde yapılan değerlendirmelerde de beni rahatsız eden kusurlara dikkat çekildiğini görünce daha bir dillendim. Yanlış düşünmüyormuşum.
Bunun sonucu da ’kendi tekneni, kendin yap’ kararlılığı oldu.
*
Elime alet edevatı alıp kendim yapacak değilim tabii. İstanbul’da tekne üretiminin değişik aşamalarının en iyi usta ve şirketlerini biraraya getirmeye çalışacağım.
Her teknenin el işçiliği gerektiren bölümleri vardır. Tekneci marangozlar gövdeyi, güverteyi, mobilyayı yapar. İşin en kritik kısımlarından biri budur, çünkü buradaki hataları görmek kolaydır; tekne suda eğri durur, batmaz ya da çok batar, içi özensiz görünebilir. Bu yüzden iyi bir marangoz bulmak şart.
Artık tekne üretiminde kullanılan ahşap dışında her malzeme sanayii üretimi. Cam elyafı kumaşlar, epoksi reçinesi, vinçler, motor, direk, halatlar, elektrik malzemeleri, dümen, su tesisatı ve depoları...
Bunların tümü, ciddi şirketlerden satın alınıyor. Avrupa Birliği ve ABD standardı artık neredeyse tüm ürünlerde aranır ve bulunur oldu.
Ve bu ürünlerin en iyilerini en kaliteli şekilde işleyen, tekneyle bütünleştiren kişilerle temasa geçmeye başladım. Bir yandan da, dünyanın önde gelen tekne üreticilerinin geliştirdiği çözümleri bir kenara not ediyorum; uygulanabilecekleri uygulamak için.
Yani diyeceğim, yakın bir vadede, bir doğuma tanıklık eder gibi, kendi teknemin yapımını izlemeye başlayacağım. Ve insan doğumunun aksine, teknenin yalnızca babası değil anası da olacağım, çünkü üretim aşamasında, her şeye ama her şeye müdahale edeceğim.
Kıskananlar çatlasın...
2057’de yelken yerine uçurtma kullanılacak
Yachting Monthly Dergisi’nin Mayıs 2007 sayısının kapak konusu, geleceğin gezi tekneleri. Dergi, 2057 yılında yelkencilik ile ilgili öngörülerde bulunduğu uzun yazısında, deniz ve yelkenle ilgili çok sayıda kişinin düşüncelerini aktarıyor.
Derginin ortaya koyduğu 2057 tablosu şaşırtıcı.
Kökünden değişen tekne tasarımları, yelken yerine uçurtma kullanımı, eğlence, yol bulma ve seyir güvenliği işlevleri birbiri ile bütünleştirilmiş elektronik sistemler, hidrojen enerjisinin teknenin tüm enerji gereksinimlerini karşıladığı yepyeni bir dünya.
Görüşleri alınanlar arasında Lewmar, Garmin ve B & G gibi tekne donanım şirketlerinin vizyonerleri, Rob Humphrey’s ve Nigel Irens gibi tasarımcılar, Wally yatlarının yaratıcısı Luca Basani gibi çılgın sermaye sahipleri var.
Küresel ısınmanın deniz seviyesini yükselteceğine kesin gözle bakılırken, 2090 yılında tüm dünyada denizlerin bugüne kıyasla 20 santim ile 60 santim arasında yükseleceği öngörülüyor. Bunun sonuçlarından yalnızca biri ise marinaların karşılaştığı deniz bağlantılı sorunların artması olacak.
Tekne üretiminin ve tekne motorlarının karbon salınımı açısından çok verimli hale geleceği belirtilirken, hiç fosil yakıt kullanmayan motorların kullanımının gündemde olacağı vurgulanıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2007
Geçen hafta 3 Mayıs Perşembe günü Hürriyet Ekonomi sayfasında Mustafa Kutlay imzalı bir haber yayımlandı.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2007
Geçen yıl bu zamanlarda, Halki’yle birkaç kez denize çıkmış, eksiklerinin ne olduğunu tek tek not almış ve bunların bir bölümünü tamamlamak için karaya çekme planları yapmıştım. Mayıs sonunda Halki güneye gitmek için yola çıkmış ve bütün yazı, káh bizimle, káh tek başına Ege’de geçirmişti.
Ama bu yıl henüz tık yok.
Çok yoğun iş temposu, Piraye’nin dört buçuk aylık küçücüklüğü, hafta sonuna da sarkan profesyonel ve kişisel yükümlülükler yüzünden mekánım ağırlıklı olarak işyeri, ev ve otomobil oldu, oluyor.
O yüzden de içim sıkıntılı, çok sıkıntılı. Gerçi Halki’nin haberlerini alıyorum ama... Olsun yine de sıkıntılıyım. Düşünün, Kalamış’a birkaç saatliğine bile olsa gidecek zamanım yok.
*
Sıkıntılı olunca, insanlar kafayı dağıtmak isterler. Sıkıntının nedeni Halki’ye gidememekse, Halki’ye gitmek, daha doğrusu Halki’yle gitmek düşlenir haliyle.
Yeni okumaya başladığım bir kitaptan, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli farkın okuması, yazması, şarkı söylemesi, gazeteci olması falan değil, gelecek planlaması olduğunu öğrendim. Bir tek insan geleceği planlar ve hayal kurarmış. Bunun nedeni de beyin hücrelerinin kurgusu.
Gerçi şimdiye kadar, bu en büyük farkın ne olduğu konusunda, farklı yazarlardan çok farklı cümleler okumadım değil ama olsun, bugünlük, gelecek planlamasını ya da gelecek düşlemesini önemli fark olarak kabul edelim. İşte ben de o yüzden, düşlemeyi, hayal kurmayı daha bir gönül rahatlığı ile yapıyorum. Çünkü ne de olsa, evdeki kedilerden, bahçedeki köpekten temel farkımız buymuş; bu farkın keyfini çıkartalım..
İşte o gelecek düşlemesi içinde aklım bazen Halki’den sonrasına gidiyor. Daha önce burada yazmıştım; denize daha fazla zaman ayırabileceğim günlerde, kısmen içinde yaşayabileceğim tekneye.
O teknenin adı yok henüz, şekli, şemaili de. Ama o teknenin Halki’den biraz daha büyük olacağını biliyorum; birlikte yaşamak için biraz daha hacim gerek çünkü. Havuzluğunu, güvertesini, salonunu, kamarasını, aklımın başka yerlere kaçmak istediği anlarda tasarlıyorum, yapıyorum, cilalıyorum.
Kaçış anlarında uzun düş seyirlerine çıkıyorum.
*
Teknenin adı yok, şekli şemaili yok dediysem, çok da inanmayın tabii; lafın gelişiydi. Adını henüz koymadım ama şekli şemaili yavaş yavaş oturuyor.
Amerikalıların çok sevdiği klasik tekne görünümünde, ancak sualtı çizgileri modern olduğu için performansı yüksek bir tekne istiyorum.
Birbirinden güzel ve nispi olarak giderek ucuzlayan yelkenli teknelerin piyasada olduğu bu günlerde seçenek sınırsız diyebilirsiniz. Ama o teknelerin önemli bölümü bana birbirine çok benzer geliyor.
Herkes teknesine aşıktır, bilirim bilmesine ama aşık olunan teknenin de, erkeğin de, kadının da, kişiliklisi vardır, kişiliksizi... Takke ancak ya belediye memuru huzurunda bir kağıdı imzaladıktan sonra, ya da kapalı kapılar ardında düşer ve, ya lepiska saçlar dökülür ortalığa, ya da kel görünür.
Çoğu Avrupalı üreticinin, Akdeniz ve Karayipler’deki büyük kiralık tekne pazarı için ürettiği sanayi tekneleri çok güzel, kaliteleri yüksek ama... Kritik bir şeyleri bana göre eksik. Neleri eksik diye sormayın; bilmiyorum. Eksik işte.
O yüzden de, ben kendi teknemi yapacağım.
Güçlü adayın resmini burada basıyorum. Dudley Dix tarafından tasarlanan Shearwater 45, 2001 yılında Amerika’da yılın gezi teknesi seçilmiş Cruising World Dergisi tarafından. Sonra Güney Afrikalı üreticisi batmış; uzun hikaye.
"Biraz cesaret" diyorum kendime; "cesaret".
Bakalım ne olacak?
Geçen yıl bu zamanlarda, Halki’yle birkaç kez denize çıkmış, eksiklerinin ne olduğunu tek tek not almış ve bunların bir bölümünü tamamlamak için karaya çekme planları yapmıştım. Mayıs sonunda Halki güneye gitmek için yola çıkmış ve bütün yazı, káh bizimle, káh tek başına Ege’de geçirmişti.
Ama bu yıl henüz tık yok.
Çok yoğun iş temposu, Piraye’nin dört buçuk aylık küçücüklüğü, hafta sonuna da sarkan profesyonel ve kişisel yükümlülükler yüzünden mekánım ağırlıklı olarak işyeri, ev ve otomobil oldu, oluyor.
O yüzden de içim sıkıntılı, çok sıkıntılı. Gerçi Halki’nin haberlerini alıyorum ama... Olsun yine de sıkıntılıyım. Düşünün, Kalamış’a birkaç saatliğine bile olsa gidecek zamanım yok.
*
Sıkıntılı olunca, insanlar kafayı dağıtmak isterler. Sıkıntının nedeni Halki’ye gidememekse, Halki’ye gitmek, daha doğrusu Halki’yle gitmek düşlenir haliyle.
Yeni okumaya başladığım bir kitaptan, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli farkın okuması, yazması, şarkı söylemesi, gazeteci olması falan değil, gelecek planlaması olduğunu öğrendim. Bir tek insan geleceği planlar ve hayal kurarmış. Bunun nedeni de beyin hücrelerinin kurgusu.
Gerçi şimdiye kadar, bu en büyük farkın ne olduğu konusunda, farklı yazarlardan çok farklı cümleler okumadım değil ama olsun, bugünlük, gelecek planlamasını ya da gelecek düşlemesini önemli fark olarak kabul edelim. İşte ben de o yüzden, düşlemeyi, hayal kurmayı daha bir gönül rahatlığı ile yapıyorum. Çünkü ne de olsa, evdeki kedilerden, bahçedeki köpekten temel farkımız buymuş; bu farkın keyfini çıkartalım..
İşte o gelecek düşlemesi içinde aklım bazen Halki’den sonrasına gidiyor. Daha önce burada yazmıştım; denize daha fazla zaman ayırabileceğim günlerde, kısmen içinde yaşayabileceğim tekneye.
O teknenin adı yok henüz, şekli, şemaili de. Ama o teknenin Halki’den biraz daha büyük olacağını biliyorum; birlikte yaşamak için biraz daha hacim gerek çünkü. Havuzluğunu, güvertesini, salonunu, kamarasını, aklımın başka yerlere kaçmak istediği anlarda tasarlıyorum, yapıyorum, cilalıyorum.
Kaçış anlarında uzun düş seyirlerine çıkıyorum.
*
Teknenin adı yok, şekli şemaili yok dediysem, çok da inanmayın tabii; lafın gelişiydi. Adını henüz koymadım ama şekli şemaili yavaş yavaş oturuyor.
Amerikalıların çok sevdiği klasik tekne görünümünde, ancak sualtı çizgileri modern olduğu için performansı yüksek bir tekne istiyorum.
Birbirinden güzel ve nispi olarak giderek ucuzlayan yelkenli teknelerin piyasada olduğu bu günlerde seçenek sınırsız diyebilirsiniz. Ama o teknelerin önemli bölümü bana birbirine çok benzer geliyor.
Herkes teknesine aşıktır, bilirim bilmesine ama aşık olunan teknenin de, erkeğin de, kadının da, kişiliklisi vardır, kişiliksizi... Takke ancak ya belediye memuru huzurunda bir kağıdı imzaladıktan sonra, ya da kapalı kapılar ardında düşer ve, ya lepiska saçlar dökülür ortalığa, ya da kel görünür.
Çoğu Avrupalı üreticinin, Akdeniz ve Karayipler’deki büyük kiralık tekne pazarı için ürettiği sanayi tekneleri çok güzel, kaliteleri yüksek ama... Kritik bir şeyleri bana göre eksik. Neleri eksik diye sormayın; bilmiyorum. Eksik işte.
O yüzden de, ben kendi teknemi yapacağım.
Güçlü adayın resmini burada basıyorum. Dudley Dix tarafından tasarlanan Shearwater 45, 2001 yılında Amerika’da yılın gezi teknesi seçilmiş Cruising World Dergisi tarafından. Sonra Güney Afrikalı üreticisi batmış; uzun hikaye.
"Biraz cesaret" diyorum kendime; "cesaret".
Bakalım ne olacak?
Kas gücü ile dünya turu sürüyor
Mayıs 2006 ’da "Atlas Okyanusu’nu kürekle geçen ilk Türk" unvanını kazanan, "Altı Zirve " projesinin yaratıcısı Erden Eruç, şimdi de Pasifik Okyanusu’nu kürekle geçmeye hazırlanıyor. Büyük geçiş için son hazırlıklarını tamamlayan Eruç, Seattle’daki evinden 3 Mayıs Perşembe günü, San Francisco’ya doğru bisikletle yola çıktı.
Seattle’dan San Francisco’ya bisikletle gidip, Haziran’da oradan denize açılacak olan Eruç, Türkler için "yeni bir ilk" teşkil edecek bu ikinci okyanus geçişiyle Avustralya’nın doğu kıyısına ulaşmayı hedefliyor.
Eruç, Pasifik Okyanusu’nda tahminen 6.700 deniz mili (12.400 km) mesafe kat edeceği teknesinin tüm hazırlıklarını tamamladı. Rüzgar elverdiği takdirde 1 Haziran’ı 2 Haziran’a bağlayan gece yarısı San Francisco Körfezi’nden demir almayı hedefleyen Eruç, 2008 başlarında Avustralya ’nın doğu kıyısında karaya çıkacak. Eruç, geçişinin yedi-sekiz ay sürebileceğini tahmin ederek, bu sefer balık tutmaya özellikle gayret edecek. İçinde sekiz aylık yiyecek ve su kaynatmak üzere yakıt bulunacak olan teknede, deniz suyunu arıtarak tatlı su üretecek elektrikli bir su cihazı ve bunun gibi bütün elektrikli aksamı çalıştıracak aküleri şarj eden güneş panelleri yer alıyor. Okyanus geçişleri için özel olarak inşa edilmiş bu tekne su tutmuyor ve büyük bir dalgada devrilirse kendiliğinden doğrulacak şekilde tasarlanmış bulunuyor.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
Dünyanın en eski spor yarışması olan Amerika Kupası’nda şampiyon, haziran ayı sonunda belirlenecek. 32. Amerika Kupası’nda şampiyon Alinghi ile güçlü rakipleri BMW Oracle ve Emirates çekişiyor. Şampiyonu belirleyecek yarış öncesinde tüm takımların katılımıyla, İspanya’nın Valencia Limanı açıklarında süren Luis Vuitton Kupası, hem şehri şenlendiriyor, hem de takımlara çalışma ve ekiplere Amerika Kupası finali öncesinde ince ayar fırsatı veriyor.
Amerika Kupası, New York’un görkemli gökdelenler, haşmetli tren istasyonları, okyanus aşan gemilerin yanaştığı limanlar ve geniş caddeler ile donatıldığı Altın Dönemi’nin bir ürünü. O dönemde para sahibi olanların, güçlenen Amerikalılık bilincini denizde Britanya’ya karşı barışçı zaferlerle vurgulamak istemeleri yaratmış Amerika Kupası’nı. Büyük ölçüde de başarılı olmuş. Kazananın seçtiği bir denizde yapılan yarış, 1870 - 1920 arasında New York’ta genellikle Amerikan ve Britanya bayraklı teknelerin efsanevi mücadelelerine tanık olmuş.
Bugün ise, bir ülkenin ya da bir şirketin, en üst lige çıktığını, eşik atladığını gösteren önemli işaretlerden biri Amerika Kupası’nda tekne yarıştırmak. Çin, Amerika Kupası’nı bir devlet projesi olarak görüyor. Bir İsviçre şirketi, yarattığı Alinghi spor markası ile Amerika Kupası’nı kazanmakla kalmıyor, yarışın tuzlu suda yapılması gerektiği için, Akdeniz’in önde gelen kentlerini yarışa ev sahipliği yapmak için kapıştırıyor. Toplam bütçesi 1.5 - 2 milyar dolara ulaşan, katılana katkıları çok büyük olan en önemli spor etkinliklerinden biri Amerika Kupası.
Yarışın özü şu: Belli bir formüle göre tasarlanmış, ancak farklı tasarımcıların elinden çıkan ve birbirinin aynı olmayan teknelerin liman içinde yarışması. Bu yarış en uzun mesafeyi en kısa sürede gitme yarışı değil anlayacağınız. Belli bir rota içinde kalarak, şamandıralar etrafından dönülerek tamamlanıyor. İşini çok iyi yapan ve uzmanlaşmış kişilerin oluşturduğu ekiplerin yarattığı bir spor senfonisi. Tek kişi başarı getirmeyebilir ama tek kişi ekibi batırabilir. O nedenle çok ve sıkı çalışmak, iyi bir ekip olmak gerekiyor.
1983 yılından bu yana Amerika Kupası ile içli dışlı olan Louis Vuitton’un 32. Amerika Kupası çatısı altında düzenlediği kupa, bu nedenle büyük önem taşıyor. Ekipler, 16 Nisan’da başlayan ve Haziran ayının ilk haftasında bitecek Louis Vuitton Kupası yarışlarına katılarak, nihai yarışa, büyük finale hazırlanıyor. İki teknesi olacak kadar büyük bütçe ile yarışa katılan bazı markalar, iki teknenin en iyilerini Amerika Kupası finalinde yarışacak teknenin ekibi yapmayı planlıyor. Yani şu sıralarda, yelkenciliğin zirvesindeki isimlerin çoğunun düşlerini finalde yarışmak süslüyor.
Louis Vuitton Kupası’nda ilk 5
TAKIMPUAN
Emirates Team New Zealand125
BMW Oracle123
Luna Rossa Challenge118
Desafio Espanol 200785
Mascalzone Latino - Capitalia Team73
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2007
Önce fırtınaların aritmetiği, çünkü her fırtına farklı bir havuz problemidir. Çok boyutlu, çok değişkenli ve tehlikeli bir havuz problemi. 20 deniz mili hızda rüzgar, derin suda yaklaşık 100 deniz millik bir bölgede 12 saat eserse, 20 deniz mili hıza sahip, 60 metre genişliğinde, 3 metrelik dalgalar yaratır. Aynı bölgede rüzgarın hızı iki kat artarsa, dalgaların boyu 9 metreye, hızı ise 35 deniz miline çıkar.
Ölçeği küçültelim. Marmara Denizi’nde örneğin, 2 metre yüksekliğinde, 2 metre kalınlığında ve 3.5 metre genişliğinde bir dalga yaklaşık 7 ton çeker. Ve o 7 ton, 35 knot hızla bir küçük tekneye çarparsa...
Yukardaki tekne Velux 5 solo yarışına katılan teknelerden biri. Geçen ekim ayında başladıktan hemen sonra, Biscay Körfezi’nde büyük bir fırtınaya (10 Beaufort) yakalanan kahramanlardan biri, denizde tek başına.
Kahramanlar, çünkü dünyayı bu koşullarda yarışarak dolaşan adam sayısı uzaya çıkan astronotlardan da, Everest’e tırmananlardan da az.
Yelkeni mendil kadar küçültmüş, bu dayanıklı ama çok sert yarış teknesinin ancak bir münzevinin yaşayabileceği ortamında, yüksekliği 10 metreyi bulan dalgalarda hırpalanarak gitmek, güverteye çıkıp yelken değiştirmek, fırtınada yarışı terk etmeyi aklına bile getirmemek, fırtınadan kurtulduktan sonra teknede hasar yoksa yenilenmiş bir kararlılıkla yarışa devam edebilmek her babayiğidin işi değil.
*
Anlayacağınız, bu fotoğraf ve bitirmek üzere olduğum bir kitabın düşündürdükleri, bu haftanın konusu.
Amerika’nın efsanevi yelkencilerinden John Rousmaniere; Fastnet, Modern Yelkencilik Tarihinin En Öldürücü Fırtınası adlı kitabında, İngiltere’nin güneybatı kıyılarından İrlanda açıklarına uzanan ve Fastnet Feneri’nin etrafından geri dönüşle yapılan efsane yarışın en öldürücü saatlerini anlatıyor.
Tarih 14 Ağustos 1979. Amerika’nın Orta Batı’sındaki uçsuz bucaksız buğday tarlalarının üzerinden başlayan önemsiz bir hava sisteminin, 4 gün içerisinde, bölgede 1638 yılından sonra yaz aylarında görülen en sert fırtınaya dönüşmesinin öyküsünün baş kahramanı dalgalar. Havuz problemi ile söze başlamanın nedeni bu işte; çünkü öldüren rüzgar değil, dalgalar. Dev, nereden geleceği belli olmayan dalgalar.
Kıyıdan 10 saat açıkta, derinliğin azaldığı, normal olarak çok geniş olan ama fırtına hareketi altında kaldığı için kaynayan bir kazan haline dönüşen bir bölgede 24 saat boyunca 60 deniz millik fırtınada dayak yiyen 2500 yelkencinin öyküsü, denizle ilgilenen herkesin ilgisini çekecektir kuşkusuz. Ne yazık ki kitabın Türkçesi yok.
Bilanço çok ciddi. 15 ölü, helikopter ve sahil koruma tekneleri ile bir Hollanda savaş gemisi tarafından kurtarılan 136 yelkenci, batan 5, terk edilen 24 yelkenli.
Kısa adıyla Fastnet, artık bir kod olmuştur. Fastnet sözcüğünü bilip de karada yaşamayı yeğleyenler açısından, yelkenin potansiyel tehlikesine ilişkin bir kod, tekneden bakıldığında denizle (rüzgarla değil) şaka olmayacağını görenlerin içselleştirdiği bir kod.
*
Bugünkü olanaklarla fırtınanın izlediği yolun çok daha kolay belirlendiği göz önüne alındığında, artık böylesi planlı trajedilerin yaşanması mümkün değil tabii ki. Ancak fırtınadan çıkan ve denizle ilgili herkesin aklının bir köşesinde tutması gereken noktalar çok.
Küçük teknelerin açık deniz şartlarında hayatta kalma becerileri hayli sınırlı. Reisi ne denli iyi denizci olursa olsun 11 metreden küçük tekneler, bir fırtınanın gözüne düştüğünde ciddi riskler yaşıyor. Hele dalga düzeni, denizin sığ olduğu bir bölgede iyice karmaşıklaştıysa, bilinen fırtınadan kurtulma taktiklerinin pek azı işe yarıyor; yarayanlar da aslında tesadüfen yarıyor.
Çok güçlü sanılan parçalar bile böylesi fırtınalarda parçalanıyor. O öldürücü 14 Ağustos günü Fastnet yarışına katılan teknelerin en büyüklerinde bile, örneğin karbon fiber dümen palaları zarar görmüş, bumbalar kırılmış.
Bir diğer sonuç ise yarışçı ve gezici yelkenciler arasında farklar. Gezici yelkencilerin bu tür fırtınalardan daha az etkilendikleri çünkü yelkenli tekneyi çok hızlı götürmeyi iyi bilmeseler de denizi daha iyi tanıdıkları ve bunun da onlara fırtınada avantaj sağladığı anlatılıyor.
Yanlış havada, yanlış yerde, yanlış teknede ve yanlış kişilerle olmamanız dileğiyle...
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
Yelken dergilerinden birinde, birkaç ay arayla yayımlanan iki okur mektubu canımı sıktı. Gemi kaptanlarından gelen mektuplarda, amatör denizcilerden tatsız bir dille söz ediliyordu. Doğrusu, yazılanların özünü hatırlamıyorum bile. Beni, kullandıkları dil ve denize çıkan bizlere bakışları rahatsız etti.
Halki’yi Bodrum’dan İstanbul’a getirmek için yola çıkarken, yanımızda çok deneyimli bir profesyonel yat kaptanı ile yeğenimiz Can vardı. Can’ın, Yüksek Denizcilik’ten mezun olmak için birkaç sınava daha girmesi gerekiyordu. Geçenlerde Şanghay’dan haberini aldık. Şimdi, Türk bandıralı bir kutuyük (bunu konteyner yerine öneriyorum; duyurulur) gemisinin üçüncü zabiti yanılmıyorsam.
Denizci teknedir Halki. Küçük de değildir; 11.85 metre. Turgutreis D-Marin’den çıktığımızda, fırtına sonrası kuzeyden gelen soluğan dalgalara kafayı verip, iyice bata çıka tırmanmaya başladık. Dalga kafadan giriyor, havuzluğun iki yanından akıp gidiyor. Can dümende, staj sırasında epey gemide çalışmışlığı var: "Yahu bu iş zormuş. Geminin köprüsünden bunların dalga olduğu bile görülmez. Basar gidersin. Bunda bata çıka bir hal olduk" demişti.
Yani Can, amatör denizciliğin önce cefasını, sonra az da olsa sefasını bizim Halki’de yaşadı. Belki de, canımı sıkan mektupları yazan profesyonel kaptanları, bir küçücük tekneye gözleri bağlı bindirip, Gökova’da meltemin sertleştiği saatlerde "Buyrun limana kendiniz dönün" diye bırakmak iyi olur. Belki de bunu gece yapmak en iyisidir.
Beni gerçekten kızdıran, sözünü ettiğim mektupçulardan birinin, amatörlere "Bodrum-Göcek denizcileri" demesi oldu. Nesi kötüymüş Bodrum-Göcek denizcilerinin? Yılda birkaç hafta denize çıkıp, çoluğunu çocuğunu gezdirip, gördürüp, salimen eve döndürenleri hor görmek niye?
Meltem öğleden sonra sertleştiğinde, Gökova’da yelken basmak çok keyiflidir ama beceri ve bilgi ister. Sağanaklarda ne yapacağını şaşırırsın başlarda.
Altında küçücük bir tekne vardır. Denizin tam üstündesindir; mikroskopik damlacıkları ve akıp gidişinin sesiyle anımsatır varlığını hep. Eğer tersine gelirse, sırılsıklam olursun ve deniz senin içine kaçar. En kötü durumda ise sen denizin içine kaçarsın ki, bu istenmez haliyle.
Bazen donanım arızası çıkar. Motor belki altıpatlardır. Belki güverteden su girer içeri. Çocuğun midesi bulanır, uyutmaya çalışırsın. Yelkene bayılırsın, tekne bayılmasın, madara olmayasın diye pupa yelkende pür dikkat dümen tutarsın. Koylara girmek dikkat ister, girişleri hep birbirine benzer. Girersin, bir kuytuda demirler, kıçtan koltuk halatını bağlarsın. Rüzgar dışarda belki daha sertleşir, erkendir daha kalması için. Direğin tepesinde hep vızıldar durur. Meraktan rüzgarölçeri açık bırakırsın kaça vurduğunu görmek için.
Güneş batar, hava kalır, yorgun ve keyifli bir gece başlar.
Nesi kötüymüş Bodrum-Göcek denizcisi olmanın?
*
Denizde olmak için gösterilen amatör çaba, zaman zaman denizci olmak için gösterilmesi gerekenin fersah fersah ötesine geçiyor. Bunun nedeni de belli. Teknoloji, daha önceden mutlaka öğrenilmesi gerekeni, bugün, olsa da olur olmasa da olur noktasına getirdi çünkü.
Yaklaşmakta olduğunu ekranlarında izledikleri fırtınadan kaçabilecek hıza sahip, her türlü konforun bulunduğu ama denize Çamlıca Tepesi kadar uzak, onyüzbin beygirlik makinelerin çevirdiği uskurların gemilerinde okyanus aşanların, denizle ilişkileri, bir fabrika çalışanının üretim araçları ile ilişkisinden farklı değil; uzak, çok uzak. Dönem öyle bir dönem çünkü.
Doğru; çoğumuz belki tam olarak denizci değiliz ama pekçoğumuz salimen denizdeyiz ya da hep denizde olmayı düşlüyoruz.
O yüzden, "Ne mutlu Bodrum-Göcek denizcisi olana"...
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
Geçen hafta Yardımcı Doçent Dr. Ceyda Ilgaz Büyükbaykal'ın Hürriyet'te yer alan bir film haberiyle ilgili eleştirisini aktarmıştım.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
Cumali Varer ile Eylül 2005’te tanıştım. Fransa’nın Cannes şehri ile İstanbul arasında bir yelken yarışı düzenleyeceğini belirterek geldiği Hürriyet’te, iletişim sponsoru olmamızı önermişti. Proje hazırdı hazır olmasına, ama kaynak yoktu henüz. Bir yaşam tarzı olarak yelkenin Türkiye’de yaygınlaşması ve benimsenmesi adına bu yarışı desteklemeye karar verdik. Bugün ise durum farklı; ilkinin başarıyla tamamlanmasının ardından, rota Marsilya - İstanbul olarak değiştirildiyse de, bu yarış Akdeniz’in en önemli açık deniz yelken yarışı olarak takvimlerdeki yerini aldı. Hürriyet ise bu kez proje ortağı. Varer ile bu yarışı, yarışın İstanbul’a, Türkiye’ye etkilerini ve diğer projelerini konuştuk.
Bu yarış sıradan bir yarış değil. Yelkenin çok önemli bir spor olduğu Fransa’nın en önemli sporcuları katılıp kazanmak istiyor, çünkü Fransa Yelken Federasyonu’nun da yıllık etkinlik takvimine girmiş durumda. Marsilya - İstanbul yarışı bu sporun devlerini biraraya getiriyor, onları Ege Denizi ile İzmir ve İstanbul ile tanıştırıyor.
Yıllar yılı Fransa’da yaşayan Cumali Varer ile bu yarışı düzenleyen şirketin sahibi olması nedeniyle sık sık görüşüyoruz. Hazırlıkların yoğun olarak sürdüğü şu günlerde organizasyonun ölçeğini anlatmasını istiyorum ondan: "Bu yarış uluslararası kurallara göre yapılıyor. O nedenle yarış öncesi, sırası ve sonrasında herşeyi planlamak zorundayız. Hakem teknesi, sağlık teknesi, gazeteci teknesi derken, Marsilya’dan İstanbul’a kadar yelkencilere belli bir mesafeden eşlik edecek 4 büyük tekne olacak. Marsilya’dan sonra İzmir’de ve İstanbul’da kapsamlı etkinlikler planlanacak. Varışların kuralları var. Sponsorların talepleri falan derken kalın bir klasör dolusu yapılacaklar listesi ile dolaşıyoruz haftalardır."
Varer bu yarışa tutku derecesinde bağlı; ilk yarışın yapılması öncesinde, kimilerinin dile getirdiği kuşkuların boşa çıkmış olması nedeniyle bu yıl daha güvenli. Güvenin birkaç nedeni var; ilk yarışın özellikle katılan sporcular tarafından çok beğenilmesi ve Fransa’da yarışın ardından İstanbul ve Türkiye hakkında çok olumlu söz edilmesi ilk akla gelenler.
Varer’e, Fransa’nın Türkiye’ye en çok karşı çıkan Avrupa Birliği üyesi olduğunu söylediğimde "İşte zaten bu yarış o nedenle büyük önem taşıyor. Biz sanıyoruz ki, Yunanistan’ın, Fas’ın, Malta’nın, Tunus’un kendi denizlerini, güneşlerini, tarihlerini anlatan reklamlarından farkı olmayan reklamlarla Türkiye’yi anlatabiliriz. Öyle olmuyor bence işler. Fransa’da ve Avrupa’nın genelinde Türkiye ile ilgili olarak tarihsel bazı yargılar var. Bu yargıları kırmanın yolu yalnızca reklam kampanyalarından değil, Türkiye’de de onlarınkine benzer bir hayatın sürdüğünü anlatacak bu tür etkinliklerden geçiyor. Algılama değişimi doğru projelerle küçük küçük gerçekleşir. Reklam ile turist sayısın artırabilirsiniz ama algılamayı değiştiremezsiniz" diyen Varer ekliyor: "Türkiye kaliteli üretim yapan ama pazarlamaya sınırlı bütçe ve yanlış strateji ile yaklaşan bir şirkete benziyor. Öyle bir şirket başarılı olamaz."
Geçen yıl yapılan yarışın Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından desteklendiğini belirten Varer, "Geçen yıldan daha iyi bir yarış yapmak zorundayız. Bunun dışında, Marsilya’dan yola çıkılacak olması, buranın Fransa’daki Ermeniler’in en yoğun yaşadığı şehir olması nedeniyle önemli. Düşünsenize, Marsilya’nın en büyük marinasında Cap İstanbul yarışı öncesinde kurulacak dev bir çadır olacak. Gazeteciler gelip gidecek, Belediye Başkanı yarış başladığında orada olacak. Bu şehirde Türkiye’ye çok öfkeli olanlar olabilir; ama çoğu da öfkeli değil. Yalnızca Türkiye’yi tanımıyorlar. Onları etkilemek için büyük bir fırsat değil mi bu olay?"diyor.
MARSİLYA’YI KURAN FOÇALILAR
Denizle ilgili projeleri Cap İstanbul yarışı ile sınırlı da değil Varer’in. İzmir, 2015’te dünya ülkelerini biraraya getiren Expo Fuarı’nı hazırlamak için aday olan şehirlerden biri. Cap İstanbul’a katılan teknelerin İzmir’de mola vermesinin temel nedeni bu çabaya katkı sağlamak. Ama bir proje daha var: Marsilya’yı Milattan Önce 600 yılında kuran Foçalılar’ın epik yolculuğunu anlatan bir belgesel çekilecek. Varer, "Bu belgesel ile Fransızlar’a onların da aslında bu topraklardan gittiğini anlatacağız. Akdeniz’in bir ucu ile diğeri arasında, isteseler de istemeseler de, kopmaz, görünmez bir bağ vardır. Bu filmi izlediklerinde durup düşünmeyecekler mi? Yargıları, önyargıları biraz kırılmayacak mı?" diye soruyor.
Bu proje ile ilgili ilk adımlar atıldı. 360 Derece Tarih Araştırmaları Grubu, Milattan Önce 600 yılında Foçalı yerleşmecileri Marsilya’nın bulunduğu bölgeye taşıyan iki ahşap tekneyi asıllarına uygun olarak yapmaya başladı. Fransa’da devlet televizyonu bu projenin gerçekleşmesi için önemli bir kaynağı ayırma konusunu değerlendiriyor. Hürriyet’in iletişim desteği vereceği projenin, Expo 2015 sunumlarının yapılacağı önümüzdeki yıl Şubat ayından önce tamamlanması için çaba harcayan Varer, "İzmir’in önemini jüriye anlatacak bunun gibi birçok proje yapmalıyız. Türkiye ile ilgili zihinsel dönüşümü bunlar sağlar" diyor.
Bir başka tarihi projesi daha var anladığım. Anlattı; yazmamam kaydıyla olduğu için aktaramıyorum. Ama önemli bir tarihi olayın, İstanbul merkezli olarak sunulacağı bir projeden söz ediyoruz. Bu proje hazırlık aşamasında bile İstanbul’u öne çıkartacak bir proje. Zamanı geldiğinde ilk burada okuyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Sonuçta, denizi merkeze koyan bir çok projesi koltuğunun altındaki dosyada bulunan bir adam Cumali Varer. İyi satıcı. Derdini iyi anlatıyor. Heyecanı da salgın hastalık gibi. Bu tür oyuncaklı projeler de ancak bu tür heyecanlarla yaratılabilir zaten...
Denize ilişkin seri ilanlar da Hürriyet’te
Hürriyet’in Seri İlanlar gazetesinde, ilk kez geçen hafta, tekne ve denizcilik sektörü geniş biçimde yer aldı. Deniz ve Yaşam başlığı altında yayımlanan sayfaya, tekne üreticilerinin yanısıra deniz ve denizcilik malzemeleri ile ikinci el tekne satanlar ilan verdi. Türkiye’de, bir günlük gazetede ilk kez atılan bu adım ile amatör denizciler, her cuma Hürriyet’in Seri İlanlar gazetesinde hobilerini yaşama geçirecek ürünlerle buluşma fırsatı bulabile-cekler.
Yazının Devamını Oku