11 Ağustos 2007
Yücel Çelik ile 2 yıl kadar önce tanışmıştım. Birlikte yediğimiz öğle yemeğinde ortağı Kemal Çambol ile kurdukları Peri Yachts şirketinin heyecanını paylaşmışlardı. Antalya Serbest Bölge’deki tersaneyi, Doğu Akdeniz’in önemli yat üretim merkezlerinden biri haline getirmeyi tasarlıyorlardı. Doğuş Grubu’nun kurucusu Ayhan Şahenk’in en yakın çalışma arkadaşlarından olan Çelik’in iş yaşamındaki deneyimini, Türkiye’nin çok gereksinim duyduğu bir alanda, yat üretiminde kullanacak olması, projenin başarılı olacağının işaretlerinden biriydi.
Aradan 2 yıl geçti. Çok merak etmeme ve davet edilmeme rağmen, Antalya’daki tersaneyi ziyaret etme fırsatı olmadı. Peri’nin ilerlemesini, gönderilen fotoğraflar, kataloglar ve basın açıklamaları ile uzaktan izledim. Ve artık Peri’yi yazmak farz oldu.
Nedeni şu: 29 metrelik Quantum’u denize indiren Peri’den gelen fotoğraflar ki, birkaç tanesini burada görebilirsiniz, bu şirketin çok doğru yolda olduğunu gösteriyor. Tasarımını, İngiliz Bill Dixon’un yaptığı, tüm kompozit hesaplarının dünyada bu işin piri High Modulus tarafından gerçekleştirildiği bu tekne, çok parası olup da harcayacak yer bulamayanları, çek defterlerini ceplerinden çıkartmaya ikna edecek kadar güzel görünüyor. Bu tür teknelerde, sahiplerin zevki nedeniyle zaman zaman rastlanan aşırı süslemeden uzak iç dekorasyonu ve su üzerindeki duruşu ile Quantum piyasanın önde gelen şirketlerinin ürünleri ile rekabet edebileceği izlenimi uyandırıyor.
Peri Yachts da öyle düşünmüş olmalı ki, Quantum’u eylül ayındaki Monaco Yacht Show’da süper zengin alıcılar için sergileyecek.
Yaklaşık 3 yıl içerisinde, boyları 29 metre ile 41 metre arasında değişen, 5 ile 8 tekneyi üretebilen bir tersane kuran, yakında ikinci tersanesini açacak olan Peri Yachts, 135 kişinin ekmek teknesi aynı zamanda. Türkiye’nin, iyi odaklanırsa çok kaliteli işler çıkartan zanaatkárlarının becerileri ile çağdaş şirket yönetimi birleşince ortaya işte böyle iyi sonuçlar çıkabiliyor.
*
Peri’nin öyküsü tanıdık ve güzel bir öykü.
İstanbul’da Numarin’in hem kendi markası ile hem de taşeron olarak yaptığı teknelerle edindiği uluslararası itibar, Koç Grubu’na bağlı RMK’nın yelkenli teknelerin kaliteli markası Oyster ile imzaladığı üretim anlaşması, Bodrum’da kurulu Ege Yat’ın artık tüm dünyada klasik Türk teknesi olarak algılanan guletlere getirdiği çağdaş yorumlar ve yakınlarda denize indirdiği 50 metrelik dev guletle bir kez daha sergilediği kaliteli üretimi, gecikerek de olsa un, şeker ve yağın biraraya gelmeye başladığını gösteriyor. Helva sıcak ve masalara sunuluyor artık.
Ama, tekne üretimi konusunda hálá 2 eksik var. Biri, tutku ile iş yapan ve yaptığı iş uluslararası marka haline gelmiş küçük tersane yokluğu, öbürü, seri tekne üretimi.
Yılda orta boy 10 tekne üretip, dünyanın en iyi tersaneleri arasına girme kararlılığına sahip birileri çıksa artık... Paranın ille de damperli kamyonla kazanılması gerekmiyor biliyorsunuz.
Seri tekne üretimi ise haydi haydi mümkün. Birkaç yılda Avrupa’nın otomobil üretim merkezi olan Türkiye, sanayi üretimini dünya kalitesinde gerçekleştirebileceğini gösterdi. Yok mu, uluslararası bir tasarımcı ile anlaşıp, bir dizi tekneyle dünya piyasasına çıkacak bir yatırımcı babayiğit? Umarım vardır.
Ege’nin iki yakasını yatlar biraraya getiriyor
Komodorluğunu Necati Zincirkıran’ın yaptığı 4. Uluslararası Ege Yat Rallisi hafta içinde Ayvalık’ta başladı. Setur Marinaları tarafından düzenlenen etkinliğin hedefi, Türkiye’de yat turizminin ve yelkenin geliştirilmesi.
Yelkenli tekne rallileri, çok sayıda teknenin, "birlikten kuvvet doğar" ilkesi ile önceden belirlenmiş bir rotayı birlikte katetmesi anlamına geliyor. Dünyada birçok yelkenci, ilk açık deniz deneyimini bu tür ralliler ile ediniyor, daha sonra bağımsızlık ilan ediliyor. Ralliler’in bir diğer yönü de, örgütlü olarak hareket eden teknelerin gittikleri limanları şenlendirmeleri, ya da Uluslararası Ege Yat Rallisi’nde olduğu gibi, iki ülke arasında yakınlık kurulmasına önayak olmaları.
Geçen çarşamba günü Ayvalık’taki Setur Marina’dan çıkan 60 kadar teknenin lideri, yani ralli komodoru Necati Zincirkıran, "Sırasıyla Midilli, Limni ve Skopelos adalarını ziyaret edip, Yunanistan ana karasındaki Volos şehrine uğradıktan sonra Skiathos adasına geçecek, buradan Porto Carras limanına ve daha sonra yine Limni adası üzerinden Gökçeada’ya geleceğiz. Ralli, 26 Ağustos’ta sona erecek" dedi.
60 tekneden kayıt aldıklarını, 20 teknenin ise yedek beklediğini söyleyen Setur Genel Müdürü Vedat Midilli, düzenledikleri bu etkinliğe olan ilginin her yıl arttığını, katılımcılar arasında çok sayıda yabancının da bulunduğunu belirtti.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2007
GEÇEN haftanın en çok okur tepkisi alan konusu, Hürriyet’te yayımlanan bir haber değil, bu köşede yer verdiğim pitbull cinsi köpeklerle ilgili yazı oldu.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
2001 yılından bu yana düzenlenen Gant Cup, bu yıl 25 -29 Temmuz arasında yapıldı. Her yıl yerli ve yabancı birçok teknenin yelken açtığı organizasyon, ilk kez sıra dışı bir takımı ağırladı. 9 kadın sporcudan oluşan bu ekibin üyeleri, Hollanda’nın değişik şehirlerinden kalkıp geldi: Esther De Boe, Jacqueline Evers, Annagreet Polman, Marlies Morsett, Marlene VanDe Broek, Hebe Carus, Merieke Van De Perk, Muk Schiltmans ve Karin Ohlendorf.
Bu dokuz kadının bir araya gelmesini ve Safinaz adını verdikleri tekneleriyle böyle bir organizasyonda yer almalarını sağlayan ise yelken sevdaları ve tabii ki skipper’ları (dümen tutmak ve izlenecek rota ile ilgili olarak son kararı vermekten sorumlu kişi) Esther DeBoe. Esther, Marmaris’te 10 sene kalarak bir charter şirketinde skipper’lık yaparken, kendi şirketini kurmak için Almanya’ya gitti. Birkaç sene önce Gant Cup’ı duymuş ancak katılma fırsatını ilk kez bu sene bulabilmiş; "Bu yerel bir yarış ve güzergahımız çok güzel, ayrıca yarışlar da çok keyifli geçiyor" diyor.
Bir kadına, hele de 9 kadının yarıştığı bir takımın üyesine sorulabilecek en hassas soruyu Esther’e sorduk: Peki, kadınlar birbirleriyle biraz zor anlaşır, siz anlaşabiliyor musunuz? "Eveeeeeeet" diyor hepsi tek bir sesle. "İyi bir takım anlayışı var bizde, her şey çok iyi hazırlanmış oluyor ve iyi organize olabiliyoruz, bu sebeple de aslında avantajlı bir durumdayız diyebiliriz. Ama tabii tek bayan takımı olmanın getirdiği bir baskı da var üzerimizde."
Bu takımdaki kadınların hepsi uzun süredir yelken yapıyorlar ve yelken sporunun denizin sakinleştirici etkisiyle birleşerek strese karşı çok iyi bir direnç sağladığını söylüyorlar. "Bir haftadır Türkiye’deyiz ancak, bir aydır buradaymışız gibi geliyor bize" diye de ekliyorlar.
Yarışmacıların hepsi de çok renkli kişilikler; Jacqueline Evers, Amsterdam’da psikoterapist. Hollanda’da deniz kenarında yaşamasının sağladığı avantajdan dolayı, senelerdir yelken yapma fırsatı yakalamış. Annaireet Polman ise doktor. Türkiye’ye sık sık geliyor. Takımda dikkat çeken diğer ilginç yelkenciler ise Rotterdam’da yaşayan iki sporcu, Marlies Morsett ve Marlene Van De Brock. Morsett ve De Brock bir yardım kurumunda 13 - 18 yaş arası, öğrenme zorluğu çeken öğrencilerle çalışarak, bu çocukların İspanya, Fransa ve Hollanda’da yelken yapmalarına yardımcı oluyorlar.
Yarışmanın bu seneki finalinde bu dokuz sporcu kadın maalesef derece alamadı ama Gant Cup’a damgasını vuran onlar oldu.
Fatih YalçınGizli örgüt kurduğumuzu itiraf ediyorumDenizin kuralları var. Saygı duyacaksın ona önce. Sonra davranmayı bileceksin; deniz zaman zaman külhanbeyi olur, zaman zaman da nazlı bir afet. Eğer gerektiği gibi davranır ve saygıda kusur etmezsen, deniz, tadından yenmez bir özgür alan bırakır insana. Çekici yönü de budur zaten.
Yelkenli tekne ile denize çıkmak, hele bu sıcak havalarda, büyük keyiftir. Bu yıl, Piraye’nin doğumu nedeniyle, büyük kızım Ütay’ın tekneyle denize çıkma dayatmalarına direnmek zorunda kalıyorum. Olsun, deniz orada, ben de buradayım; yakında buluşuruz.
Ama sürekli buluşanlar var denizde; hafta içinde internet üzerinden yazışıp, hafta sonu planlamaları ile bir araya gelenler, yani Gezgin Korsanlar... Neredeyse 1 yıl içinde, özellikle İstanbul’da hatırı sayılır bir yelken lobisi haline geldiler. Geçen hafta tekneleri ile Mudanya yakınlarındaki Trilye’ye gittiler. Bu hafta için bir planları yoktu; ama her an olabilir, dikkat edin.
*
Yelken camiasında önüne geçilemeyen bir tatsız durum var. Mektepliler, yani yelkeni kulüplerde öğrenip, olimpik sınıf teknelerinde yapanlar ile hayatlarının bir aşamasında denize ve yelkene ilgi duyup, tekne alıp denize çıkanlar, ya da tekneleri olanlar ile dostluklar kuran alaylılar arasında adı konmamış bir gerginlik var. Performans peşinde koşanlar ile keyif arayanların bu çatışması, yelkenin, hem bir olimpik spor, hem de bir yaşam tarzı olmasından kaynaklanıyor.
Yelkene benzeyen başka bir olimpik spor yok; "Ailece şöyle gidelim de bir halter kaldıralım" demez kimse; ya da "Komşular çok güzel çekiç atıyor, biz de hafta sonu gidip, hem bira içelim, hem de güzel güzel çekicimizi atalım" diyen bir Ayşe, Fatma, Ali, Veli düşünemiyorum. Bu çelişkiden verimli bir uzlaşma yaratmak, tabii ki federasyonun ve kulüplerin işi... Ammaaaa...
Geçen yıl, bu konunun internet ortamında çok kanlı şekilde tartışıldığı günlerde, Ahmet Çelenoğlu, Áli San ve Mehmet Atay ile Fenerbahçe’deki marinada, San’ın Sanela adlı teknesinde buluştuğumda hiçbirini tartışma gruplarındaki yazıları dışında tanımıyordum.
Develi’den gelen kebapların (Evet tekne havuzluklarında da çiğköfte yeniyor ve güzel oluyor; burası Türkiye) ve soğuk biraların eşliğinde birbirimize peşrev geçtikten sonra, gizli bir örgüt kurmaya karar verdik. Bu örgüt, internet üzerinden haberleşecek ve teknesiyle gezenleri bir araya getirecekti. Kulüplere alternatif tabii ki olmayacaktı (şimdilik) ama onları ve federasyonu, gezgin yelkencileri de dikkate almaya yönlendirecekti. Ve bu gezginler korsan eylemler düzenleyecekti. Yanılmıyorsam, Gezgin Korsan adını takan Ahmet Çelenoğlu idi.
*
O keyifli yemeğin üzerinden neredeyse 1 yıl ve teknelerin altından millerce deniz geçti. Sonuncunun da ödül aldığı yarışlar yapıldı (denizde en çok o kaldığı ve keyif aldığı için), ortak geziler düzenlendi. Ve korsanlar, internetin gücü ile örgütlenmenin ve birlikte işler yapabilmenin mümkün olduğunu gösterdiler.
Geçenlerde Ahmet Çelenoğlu’nun teknesi Neptün, bir arıza nedeniyle marina girişinde battıktan sonra başlayan yazışmalar, sanal ortamda yaratılan kolektif dinamizmin gerçek hayatta da işe yarayacağını kanıtladı, tekneyi yüzdürmek ve sonra da onarmak için herkes seferber oldu. İnternetin insanları anti-sosyal yaptığını iddia edenlere duyururum.
Şimdi, sıradan bir üyesi olduğum gezgin_korsan tartışma grubundan beklentilerim şunlar:
İstanbul dışında da örgütlenmeleri,
Tekne bakım ve onarımını eş zamanlı planlayıp, toplu alımlar ile malzeme ve işçilik fiyatlarında indirim sağlamaları,
Yapılan gezileri sistematik bir şekilde yazmaları ve yazılmış olanları elektronik ortamda toplamaları.
Son söz: Korsanlar’a selam olsun...
www.gezginkorsan.gen.tr
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2007
Coca-Cola Türkiye, çalışanları arasında takım ruhunu güçlendirmek için başlattığı yelken eğitimi projesi ile sürekli kaynak arayışında olan yelken yöneticilerine yeni bir sponsorluk modeli gösterdi. İstanbul Yelken Kulübü ile 3 yıllık bir anlaşma imzalayan Coca-Cola yönetimi, bu süre zarfında, çalışanlarına, satın alınan 9 metrelik bir yatta eğitim verilmesini sağlarken, karşılığında olimpik yelken sınıflarında sporcu yetiştiren kulüp için maddi kaynak yarattı.
Şirketler yelkenin değerini sonunda keşfetti.
Özellikle yat yelkenciliğinde gerekli olan takım ruhunun, şirket performansına olumlu etkileri olduğunu gören şirketlere katılan Coca-Cola, bu ay içinde denize inen teknesi ile çalışanlarına yelken eğitimi fırsatı tanıdı.
Kendisi de bir yelkenci olan ve Beneteau Oceanis 361 teknesi ile yarışlara katılan Genel Müdür Ahmet Burak, bu kararı neden aldığını sorduğumda, "Normalde modern hayatın kalkanları içinde yaşıyoruz. Oysa tekne üzerinde dalga, güneş ve rüzgarla mücadele ederek, tabiatı yaşamak, okulda öğretilen teorik birtakım bilgileri, pratikte yaşamak mümkün oluyor. Birçok insan yönünü şaşırır, ya da yağmur geliyor mu anlamaz, hangi rüzgar faydalı bilmez. Örneğin, tekniğini bilirseniz, rüzgara karşı yelkenle çok hızlı gidilir. Sonuçta iş yaşamında veya sosyal yaşamda da krizlere karşı yürüyebiliriz, eğer tekniğini bilirsek tabii. Yelken bunun güzel bir pratiği oluyor" dedi.
Gerçekten de, zorlu bir yat yarışına katılıp bitirmek, ya da bir fırtınayı sağ salim atlatmak, takım üyelerinin birbirleriyle uyumunun tam olarak gerçekleştiğini gösterir. Her takım üyesinin ayrı ve önemli bir işlev üstlendiği yelkenli tekne ortamını şirket ortamına yansıtabilmek, uyumlu çalışmanın anahtarlarından biri olabilir.
Tansal Kurtuluş, Marka Müdür Yardımcısı... Başını alıp gitmeyi herkesin düşünüp çok az kişinin gerçekleştirdiğini söyleyen Kurtuluş, "Denize ilk açılmalarımızda her ne kadar mesafe olarak karadan fazla uzaklaşmasak da, kendimizi günlük hayatın koşuşturmacasından bir hayli uzak hissettik. İş hayatında neredeyse klişeleşmiş "hepimiz aynı gemideyiz" deyişini de gerçekten yaşamak farklı bir tecrübeydi doğrusu. Herkesin birbiriyle eşgüdümlü hareket etmesi, takım ruhu ve ahenginin ne kadar önemli olduğunu görme fırsatımız oldu. Sonuç olarak uyumlu bir ekibin her türlü dalganın ve akıntının üstesinden gelebileceğini gördük" sözleri ile Genel Müdürü’nü doğruluyor.
Coca-Cola çalışanlarının eğitim aldığı ve yarışlara katılacağı tekne Egeyat tarafından üretilen 9 metre 15 santim boyunda bir Ege 30T. 3 yıl sonra tamamen İstanbul Yelken Kulübü kullanımına bırakılacak olan bu teknede bugüne dek 40 kişi 20 saat pratik, 30 saat teorik olmak üzere toplam 50 saat eğitim aldı. Hedef 100’ü bulmak.
Ahmet Burak, "Eğitimi alan arkadaşlar, hafta sonları birlikte deniz üzerinde bir tabiat mücadelesi veriyorlar. Ofis içinde sınırlı bir iş ilişkisi içinde olanlar birbirlerini yakından tanıyor, değişik bir ortamda sosyalleşme, diyalog kurma fırsatı yakalıyor. Yelken sporu, aynı zamanda insanlara sosyal bir derinlik de kazandırıyor. Marmara Denizi’nden İstanbul’a bakmak, aslında nereye sıkışıp kaldığımızı gösteriyor, bu da daha geniş bir bakış açısıyla düşünmeye itiyor" derken, bir diğer Coca-Cola çalışanı Levent Soygür, "Tekneyi limandan çözmekten tekrar limana bağlamaya kadar geçen sürede bir ekip çalışmasının önemini, birlikte yapılan pratiğin faydalarını başka bir sınıf eğitiminde almak mümkün değildi herhalde. Hayata dair öğretilerin yanında nasırlaşan ellerime rağmen aldığım keyfi anlatmam zor. Belki şöyle ifade edebilirim. Keyfimiz Pupa Yelken..." diye ekliyor.
Durumdan İstanbul Yelken Kulübü de memnun. Yönetim Kurulu üyesi Mümtaz Ünel, yelkene ilginin son yıllarda arttığını belirtirken, "Yelken, kitle sporu olmaya doğru yol alıyor. Reklamlarda ve basında deniz ve deniz sporlarını daha sık görüyoruz. Denizci bir toplum olma yönünde ilerliyoruz. Coca-Cola da bu şirketler içinde öncü olmuş; hem yelken sporuna, hem de çalışanlarına büyük katkıda bulunmuştur. İstanbul Yelken Kulübü ile yapılan işbirliği bu konuda iyi bir örnektir" diyor.
Türkiye’de bugüne dek bir seçkin sporu olarak algılanan yelkenin giderek yaygınlaşmasına rağmen, önemli uluslararası başarılara nadiren rastlanıyor. Bu durum, sistematik eğitim sağlayacak maddi olanaklara kulüplerin sahip olmamasına bağlanıyor. Türkiye Yelken Federasyonu tarafından yeni yayımlanan bildiri ile yarış düzenleyen kulüpler ile sponsorlardan alınması öngörülen fonların eğitim amacı ile kullanılacağı bildiriliyor. Oysa, Coca-Cola’nın İstanbul Yelken Kulübü ile yaptığı işbirliği örneğinde olduğu gibi kaynak yaratmanın daha yaratıcı yollarını bulmak mümkün.
Şimdi, TYF bünyesinde yat sınıfı ve sponsorluklar ile ilgili birimlerin bu yaratıcı çözümleri oluşturması bekleniyor.
Ücretsiz yelken eğitimi
Marina Dragos Yelken İhtisas Kulübü, çocuklara ücretsiz yelken eğitimi veriyor. 30 Temmuz Pazartesi günü başlayacak Dragos Yaz Spor Okulu, 3. Dönem için kayıtlar sürüyor. Toplam 6 eğitmenin hizmet vereceği bu program, 12 kursiyerle yapılacak ve her kursiyere yelkene başlangıç teknesi olarak nitelenen bir optimist tahsis edilecek. Programın ayrıntılarına www.marinadragos.org adresinden ulaşmak mümkün.
420 Açık Avrupa Şampiyonası Kalamış’ta
Türkiye Yelken Federasyonu’nun İstanbul Yelken Kulübü ev sahipliğinde düzenlediği 420 Açık Avrupa Şampiyonası, İstanbul Yelken Kulübü’nün Kalamış’taki tesislerinde gerçekleştirilecek. Avrupa’nın başarılı yelkencilerinin yanı sıra Brezilya, Yeni Zelanda, Arjantin, Avustralya, İsrail ülkelerinin de katılacağı açık şampiyonada 15 ülkeden 130 tekne mücadele edecek. Yelken Federasyonu Başkanı Nazlı İmre, şampiyonanın, 420 sınıfında Türkiye’nin gerçekleştirdiği ilk büyük organizasyon olduğunu belirtti ve ’’2010 yılında Heybeliada Deniz Lisesi’nde Uluslararası Yelken Federasyonu’nun (ISAF) düzenlediği Dünya Gençler Şampiyonası’nı yapacağız. Olimpiyatlara hazırlanan İstanbul’da biz hazırız. Diğer spor branşlarının ve İstanbul’un da buna hazırlanmasını bekliyoruz’’ dedi. 420 Avrupa Yelken Şampiyonası 2 Ağustos Perşembe günü sona erecek.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2007
Adamın biri taa Hollanda’dan kalkmış, Türkiye’ye gelmiş ve ucuz bir tekne almış. Tekne kullanılmış, elden geçmesi gereken bir tekneymiş. Tekneye ödediğinden daha büyük bir bütçeyi, tekneyi elden geçirmek için ayırmış. Türkiye’deki marinalardan birine çekmiş yeni ama eski teknesini ve hemen iş yaptıracak adamları belirlemeye başlamış. Motor, depo ve tesisat işleri, marangozluk ve boya işleri gerekiyormuş. Hollanda’da yaşayıp arada Türkiye’ye geldiği için teknesine bir de kaptan tutmuş.
Ve aylar geçtikçe güzel bir dönmedolaba bindiğini fark etmeye başlamış.
*
Mişli geçmiş zamanda anlattığıma bakmayın, bu bir masal değil; gerçek. Bu Hollandalı ile karşılaştığımda, İngilizce konuşabiliyor olmanın verdiği rahatlıkla tüm hikayesini anlattı. Öfkeli değil kırgındı.
25 Euro’luk bir bakım ile yeni gibi olacak motor parçaları için 1800 Euro artı işçilik talep eden motorcuyu, kullanım koşullarına uymadan onarım yapan ve bu nedenle binlerce Euro tutarındaki malzemeyi ziyan etmekle kalmayıp, onarımı da yüzüne gözüne bulaştıran fiberglas ustasını, marangoz ile küs olduğu için hatalı olduğunu iddia ettiği bir mobilyayı düzelttirmeden boyayan ve iki kere iş çıkartan boyacıyı, gerekenden fazla miktarda boyayı, yüksek fiyatla satan dükkancıyı anlattı.
"Hem sabrımın, hem de bütçemin sınırına dayandım" diyordu; marina yönetimine gidip, bu olup bitenleri anlatacak ve ustalarla yüzleşecekti.
"Hollanda’da yaptırsan nasıl olurdu" diye sordum. Hemen Türkiye’ye giydirmedi; oysa hakkıydı sanırım. "Her ülkede işini kötü yapanlar ve üçkağıtçılar çıkar. Hollanda’da da var; üstelik ben işadamıyım yani sözde kül yutmam. Sanırım burada biraz şanssızlık oldu, hepsi bana rastladı. Marangoz hariç, o çok iyiydi" dedi.
*
Marina yönetimi ile konuştuktan sonra ne oldu, bilmiyorum doğrusu. Gerekirse dava açacağını söylemişti ama bir an önce teknesini denize indirip, gitmek istiyordu. En kötüsünün yarım kalan iş olacağını bildiği için daha fazla arıza yaratmadan biraz göz korkutmaktı hedefi herhalde.
Hollandalı teknecinin bu yaşadıkları o kadar tanıdık ki. Bir yanda profesyonelleşen ve şirketleşen yat üretim sektörü, öbür yanda yaptıkları işi meslek olarak görmeyen ve bu nedenle emeğinin sonucu ile gurur duymayan sözde ustaların ağırlıkta olduğu bir hizmet sektörü.
Türkiye’de kim bilir kaç marinada, kaç yüz benzer olay yaşandı bu bahar ve yaz. Kimbilir kaç sözde usta, boyacılığı bırakıp, "başka bir iş buluncaya kadar" taksi şoförlüğü yapmaya başladı örneğin. Gideceği adresi bilmeyen taksi şoförleri daima başka iş arayışında olanlardır çünkü.
Geçenlerde bir dergide, İsveç’in ünlü Sweden Yachts şirketinde çalışan bir cilacının 20 yıldır aynı işi yaptığını okumuştum. Yaptığı işle gurur duyuyordu. O, "Tamam oldu" demeden, yüz binlerce Euro değerindeki tekneler sahiplerine teslim edilmiyordu.
Benzer sürekliliği sağlamadan tekne üretim ve hizmetlerinde süreklilik ve büyük başarıları yakalamak gerçekten çok zor.
Federasyon’dan yarış muhtırası
Türkiye Yelken Federasyonu, 10 Temmuz’da yayınladığı bir bildiri ile yat yarışlarının gerçekleştirilmesinde yeni kurallar getirdi. Bir muhtıra niteliğindeki "TYF Faaliyet Programında Yer Alması Gerekli Olan Yelkenli Tekne Yarışları ile, TYF Programında Olma Şartları" başlıklı metin kısa sürede büyük tartışma yarattı.
Olimpik yelken sınıflarında sporcu yetiştirmek için kaynak sorunu çektiğini iddia eden Türkiye Yelken Federasyonu, bu muhtıra ile yarış düzenlemek isteyen kulüplerden 5 bin YTL, sponsor şirketlerden 10 bin YTL istiyor. Bu ödemenin eğitim faaliyetlerinde kullanılacağını vurgulayan Federasyon, ödeme yapılmadan yarışların TYF Faaliyet Programı’nda yer almayacağını belirtiyor.
Bu yeni durumun ortaya çıkmasının ardından yelkencilerin tartışma gruplarında, 2008 yılında yat yarışı yapılmasının artık hayal olduğu belirtilirken, Federasyon’un kimseye danışmadan bu kararı aldığı ve bunun da federasyonun özerkliğinin ruhuna aykırı olduğu vurgulandı.
Muhtıranın, tüm yelkencilerin heyecanla beklediği Deniz Kuvvetleri Kupası Yelken Yarışı’nın başlamasından tam önce yayınlanmasının tepkileri azaltmayı hedeflediği anlaşılıyor. Başkan Nazlı İmre, önceki Azat Baykal yönetiminin aynı gerekçelerle ve yine kimseye danışmadan aldığı kararlar ardından doğan tepkiler üzerine seçilmiş ve seçildikten sonra Hürriyet’e verdiği mülakatta, katılımcı ve paylaşımcı bir yönetim tarzı benimseyeceğinin ipuçlarını "Yelkeni spor için yapan da, eğlenmek için yapan da, bir yaşam tarzı olarak seçen de artık federasyonun kapsama alanı içinde. Hedefimiz tüm yelkenciler adına hareket edecek bir sivil toplum kuruluşu olmak" diyerek verirken umut yaratmıştı.
İmre, önceki federasyona karşı büyük tepki yaratan TYF’nin kuruluş belgesi olan Ana Statü konusunda da "Değişecek tabii ki. Altı ay içinde Ana Statü’yü özerk federasyona yakışır bir hale getireceğiz. Paylaşımcı, şeffaf, tüm yelkencilerin, belki de su üzerine amatör olarak çıkan herkesin temsilcisi olabilecek bir federasyon oluşturma yönünde ne gerekiyorsa, Ana Statü’de onlar yer alacak" demişti.
Yelken camiası, TYF’den seçim öncesindeki söylemine yaraşan bir uygulama beklerken, yayınlanan yarış muhtırası ile şaşkına döndü.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2007
Amerika’yı çok az seven bir ülkede, yani Türkiye’de, vergi dayatması nedeniyle teknelere Amerikan bayrağı çekilmesi ayıp mı, yoksa çok büyük bir siyasi günah mı? Yelkencilerin ortak sorunları ele alarak tartıştığı Yahoo grubu DSTI’de siyasi parti programlarında denize ilişkin hiçbir politika önerisinin yer almadığının altının çizilmesi ile başlayan tartışma, ’çok yıldızlı bayrak’ diye nitelenen Amerikan bayrağının Boğaz’a yaraşmadığını biraz da nefretle söyleyen ’kuvvacı’ sorular ve değerlendirmeler ile sürdü, sürüyor.
Sorun tabii, Türkiye’deki hükümetlerin denize ilişkin bir politikası olmamasından kaynaklanıyor. Yani sorunun nedeni içeride, dışarıda değil.
*
Türkiye’de yeni tekne satın alınırken ödenmesi gereken vergilerin yüksekliği, tekne piyasasının gelişmesini önlüyor.
Maliye Bakanlığı, geleneği olduğu üzere, vergi salmada hep en önde koşuyor, toplayamadığı vergiyi kaldırmakta ya da oranını azaltmakta hep tık nefes kalıyor.
İşin bir de popülist yanı var: ’Zenginlerin’ bindiği yatların vergilerini kimse düşürmeye yanaşmıyor. Oysa denizlerdeki yatların çoğunun sahibi "zenginler" değil; orta halliler, bazı şeylerden fedakarlık yaparak biniyor.
Bunun sonucunda da, Amerika’da Delaware Eyaleti’nde ya da İngiltere’ye bağlı Manş Denizi Adaları’nda bir şirket kurup, tekneyi bu şirketin üzerine kaydettirmek mümkün. Yapılan bu, tartışmalar da bundan çıkıyor.
*
DSTI’de kimileri, "Param da yok, teknem de. Ama alırsam Türk bayrağı çekeceğim" diyor ki bu bana züğürt tesellisi gibi geliyor; diğerleri "Tekne aldım, tekne parası kadar vergi verecek halim yoktu; o yüzden de yabancı bayrak çektim" diyor. İkinci el tekne alıp, buna Türk bayrağı çekmek zaten yasak. İkinci el tekne alanların yabancı bayrakla dolaşmaktan başka şansı yok.
Deniz sevenleri bu duruma düşürenler, yani Ankara utansın.
*
Otomobil üzerindeki vergiler de çok yüksek kuşkusuz. Ancak Türkiye’deki bankacılık sistemi otomobile kredi vermeyi uygun görüp, tekneye kredi vermekten korktuğu için yani bankacı kafası karaya takılı kaldığı için, kredi ile tekne almak ve böylece vergi yükünü yıllara yaymak mümkün olamıyor. Orta halli denizsever tekne için para biriktirdikten sonra, vergi için para toplama sabrına sahip değilse, hemen çekiliyor bir yabancı bayrak. Maliyeti ise kuruluşta 1000 dolar kadar; daha sonra da yılda 200- 300 dolar ödemek gerekiyor.
Oysa, Maliye Bakanlığı akılcı bir vergi politikası ile tekneciliği teşvik edecek oranlar belirlese, hem yeni bir gelir kaynağına sahip olur, hem de denizlerimiz Türk bayraklı teknelerle dolar.
Bir de anlayamadığım, DSTI’deki tartışmaya katılanların bir kısmının Amerika’nın politikalarına karşı olmanın, Amerikan bayrağından da nefret etmeyi gerektirdiğini düşünmesi. Bize anlatılan, orduların 9 Eylül’de İzmir’e girmesinden sonra üzerine basıp geçmesi için serilen Yunan bayrağını Atatürk’ün yerden kaldırttığıydı. Yoksa ben mi yanlış biliyorum?
Türkiye’de yat üretiminde eksik kalan ne?
Elimde Showboats International dergisinin Haziran Temmuz 2007 sayısı var. Bu dergi, adı üstünde, dünyanın en pahalı, en büyük yatlarını "sergiliyor". 2007 ödüllerini de bu sayıda açıklıyor. Türkiye’nin yat üretiminde geldiği üst noktayı çok güzel özetliyor 2007 ödülleri.
Showboats International sıradan bir dergi değil. Tüm mecraların peşinden koştuğu "net varlığı yüksek" kişilerin okuduğu bir dergi. Bu dergiyi okuyanların ortalama yıllık gelir düzeyi, Amerika’da tabii ki, 1 milyon 160 bin dolar. Evlerinin ortalama değeri 2 milyon 519 bin dolar. Yani bu derginin okuyucu tabanı çok sıkı ve çok da etkili.
Dergiden En Yenilikçi Yelkenli Tekne, 40 Metre Üzeri En İyi Yelkenli Tekne, En Güzel Yat Dekorasyonu, Teknolojik Açıdan En İleri Yat ödüllerini kazanan Maltese Falcon geçen yaz Tuzla’dan denize açıldıktan sonra kısa sürede süperyat kategorisinin en önemli teknesi olarak nitelenmişti. Üretici şirketin verdiği tam sayfa ilanda da İstanbul üretim yeri olarak vurgulanıyor.
İtalyan süperyat üreticisi Perini Navi şirketinin Tuzla’daki Yıldız Tersanesi’nde üretilen Maltese Falcon’un bu başarısı, hafta içinde Koç Holding’in RMK Tersanesi’nde, İngiliz yat üreticisi Oyster’ın 30 metre üzeri teknelerini üreteceğine ilişkin açıklaması ile iyice pekişti. Artık Türkiye 30 metre ve üzeri yat üretiminde dünyada sözü geçen bir ülke.
Ama dikkat çekici bir nokta var: Güçlü Türk şirketleri henüz kendi markaları ile üretim yapıp piyasaya girmiş değiller. Oyster ile yapılan anlaşmada olduğu gibi taşeron üretim, ya da Perini Navi’nin yaptığı gibi doğrudan tesis alımı ile üretim Tuzla’ya hakim durumda.
Peri ya da Numarin gibi sıfırdan kurulan şirketlerin başarısı kuşkusuz çok önemli. Üstelik bu başarıların devletten herhangi bir desteğin gelmediği, teşviklerin sektör temelinde değil, politikacıların propagandasına daha uygun olduğu için bölgesel verildiği bir ülkede sağlanması başarının önemini artırıyor.
Ama yine de insan, Amerika’da, İngiltere’de, İskandinav ülkelerindeki gibi, küçük bir tersanenin uluslararası kabul görmüş bir tasarımı, çok yüksek bir kalite ile üreteceği ve uluslararası yelken dergilerinde "Akdeniz’in en iyi iş çıkartan tersanesi" diye anılacağı günler görmek istiyor. Sanırım o günler de yaklaşıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2007
Tabii yerinde izlemek farklı olurdu, ama en azından Alinghi’nin Amerika Kupası’ndaki ikinci zaferi kazanmasından önceki hafta Valencia’daydım. Yani ortamı, güzelliklerini ve heyecanı biliyorum. O yüzden Salı günkü yarışı ve Amerika Kupası’nı anlatırken, sakın bana "Adama bak sanki oradaymış gibi yazıyor" diye kızmayın.
Gönül bu Alinghi’ye de konar, Emirates Team New Zealand’a da. Benimki, önce Alinghi’ye meyletti, sonra öbüründe karar kıldı. Doğrusu bu...
Salı günkü yarış öncesinde durum 4 - 2 Alinghi lehineydi. Bir zafer yarışın nihai sonucunu belirsizleştirir, heyecanı arttırırdı, olmadı. Ve Amerika Kupası dilinde ’savunucu’ olarak nitelenen, Amerika Kupası’nın sahibi Alinghi, son yarışı 1 saniye fark ile kazanarak durumu 5 - 2 yaptı ve kupayı kaptırmadı.
Bu son yarış, Amerika Kupası’nın en heyecanlı yarışıydı. Hakem heyeti tarafından cezalandırılmasına rağmen, hep önde giden ama Alinghi’nin güçlü taktik konumu nedeniyle arayı bitiş çizgisini birinci geçmesine yarayacak şekilde açamayan Emirates Team New Zealand, şimdi kuşkusuz bu başarısızlığın nedenlerini derinlemesine araştıracak.
Amerika Kupası Televizyonu ve Radyosu’ndan canlı yayımlanan, gelişmiş bir bilgisayar yazılımı ile saniye saniye yeniden canlandırılarak sürekli analiz edilen ve özellikle radyodaki sunucunun bir at yarışı kıvamında anlattığı Amerika Kupası finallerinde Emirates Team New Zealand’ın, 3 yarışı önde gittiği halde kaybetmesi, dünyanın bu en eski kupasının yeniden Avrupa’da kalmasını sağladı. Yani sonucun 5 - 2 olmasına bakmayın, mücadele birbirine çok denk ekipler arasında geçti.
İsviçreli işadamı Ernesto Bertarelli’nin, kurulduktan hemen sonra 2003 yılında kupayı kazanan Alinghi takımının bu ikinci zaferi, Amerika Kupası gibi efsanevi bir spor karşılaşmasında kurumsal ve sonuç odaklı yaklaşımın başarı getireceğinin en somut örneklerinden biri.
Bir yandan, dünya sporunun olimpiyatlardan da eski bir geleneğini bugün yaşatmanın, diğer yandan bu başarıya yeni yüzyılın yönetim ve üretim teknikleri ile ulaşmanın coşkusunu yaşayan Bertarelli, yarış sonrasında, "Bu zafer, öncekinden zordu. 2003 yılında kazanırken sanırım biraz saftım. Son 10 günde öğrendiklerim, bu işe başladığım 2000 yılından bu yana öğrendiklerimden çok daha fazlaydı. İnanılmaz insanlarla paylaştığım inanılmaz deneyimler nasıl iyi bir takım olunacağını öğretti. Yaptığım en zor şey buydu ve çocuklarımın doğumu dışında bugün hayatımın en mutlu günü" diyordu.
Emirates Team New Zealand için ise sonuç üzücüydü. Bunun temel nedeni kuşkusuz kaybetmiş olmak. Bir diğer neden ise, önde gidilen 3 yarışın son anda kaybedilmesi. Başkan Grant Dalton, "Takım ile çok gurur duyuyorum kuşkusuz ama Alinghi daha iyiydi. Buraya katılmaya değil kazanmaya geldik ve bunu yapamadık. Şimdi durup bir düşünmemiz gerek" diyor. Bu, takımda ciddi değişiklikler yapılabileceği anlamına geliyor kuşkusuz.
Kazananın sonraki yarışın kurallarını belirlediği bu efsane karşılaşmanın yenisi, önümüzdeki 4 yıl içinde yapılacak. O güne kadar da Amerika Kupası, Alinghi Müzesi’nde kalacak.
Kazanan büyük kazanıyor...
Amerika Kupası’na katılabilmek çok önemli. Katılıp da kazanmak hem ekibe, hem ekibin ülkesine, hem de yarışın yapılacağı şehir ve şehirlere çok şey katıyor. İşte 32. Amerika Kupası’nın kazananları:
Valencia Şehri: Belediye, denizi olmayan İsviçre’nin bayrağını taşıyan Alinghi’nin, yarışın denizde yapılması kuralı nedeniyle açtığı ihaleye katıldı ve kazandı. Yaklaşık 400 milyon Euro harcayarak, viraneye dönmüş bir bölgesini şehire yeniden kazandırdı. Bu yatırım şehire 5 milyon yeni ziyaretçi ve yaklaşık 5 milyar Euro olarak geri döndü. Tarihi çok, albenisi yok Valencia, dünya medyasının dilinden düşmedi, dünya yıldızlarının ziyaret ettiği yerlerden biri haline geldi. Medya etkisi açısından olimpiyatlarla karşılaştırılan Amerika Kupası ile Valencia Akdeniz’in önemli şehirlerinden birine dönüştü. Hedef, bundan sonra kültürel yatırımları arttırarak, şehirin tarihi kimliğini öne çıkartarak Valencia’yı Barcelona ile rekabet edebilir hale getirmek.
Ernesto Bertarelli ve Alinghi: Babasından miras kalan ilaç şirketini dev bir biyoteknoloji şirketine dönüştürerek vizyonerliğini ve iş becerilerini sergileyen Bertarelli, 7 yıl gibi bir sürede Alinghi gibi bir spor markasının yaratılabileceğini gösterdi. Alinghi bugün logosu çok iyi bilinen, ürünleri için mağazaların önünde kuyrukların oluştuğu, 170 kişinin çalıştığı dev bir şirket. Alinghi’ye, sporun büyük iş olduğu yeni yüzyılın simge şirketlerinden ve markalarından biri diyebiliriz. Amerika Kupası 2007 zaferi Alinghi’nin 2011 yılına kadar yelken dünyasında etkin güçlerden biri olmasını garantilediği gibi, herkesi yeni sürprizlerle karşı karşıya bırakabilir.
Çin ve Güney Afrika: Bu iki ülke ilk kez Amerika Kupası’na ekip gönderdi. Çin’in yelken ile pek ilgisi yoktu, önce Amerika Kupası, geçenlerde de Volvo Ocean Race katılımı ile belli ki Çin yelken aracılığıyla ülkeyi dünya medyasının odak noktalarından biri haline getirmeyi hedefledi ve bunu başardı. Sert denizi ile okyanus yarışçılığının önemli merkezlerinden biri olan Güney Afrika ise ağırlıklı olarak acemilerden oluşan siyah beyaz karması Team Shosholoza ile 32. Amerika Kupası’nın maskotu oldu. Nihai sonuç iyi olmayabilir ama Shosholoza bir ekip sporu olarak yelkenin birleştirici yönünü çok iyi sergiledi.
Yarışa katılmanın maliyeti ne?
Amerika Kupası’na katılan tekneler, bayrağını taşıdığı ülkede, belli bir formüle göre yapılmak zorunda. Teknelerin en son teknoloji ile yani karbon kompozit sistemle yapılması gerekiyor, çünkü hafiflik ve performansı bu teknoloji sağlıyor.
Konu tekne yapımı ile bitmiyor. Eğer kazanma isteği ciddi ise ikinci teknenin de yapımı gerekiyor. İkinci tekne, bilgisayarlar çok gelişmiş olsa da aynı hava şartlarında farklı ayarların ne sonuç verdiğinin saptanmasını, A takımı ve yedeklerin belirlenmesini kolaylaştırıyor.
Aynı futbol takımı kurar gibi, teknede yarışacak 17 kişi ve yedeklerinin belirlenmesi, bunların sürekli çalışması, çalıştırılması, taktikler, başlangıç ve bitiş stratejileri üzerinde durmaksızın çaba gösterilmesi gerekiyor. Tekne çiftlenmişse, takımdaki sporcu sayısı da ikiye katlanıyor.
Ve tabii bu ekibi profesyoneller yönetiyor. Alinghi’nin dümencisi Ed Baird gibi bir efsane isim 4 yıllık bir kampanya dönemi için 1 ile 5 milyon Euro arasında bir ücret alıyor. Alinghi’nin 4 yıllık bütçesi bilinmiyor. Tahminler, 60 - 100 milyon Euro arasında değişiyor. Çok başarısız olan BMW Oracle’ın bütçesinin bundan fazla olduuğu tahmin ediliyor.
Kazanmak değil orada olmak için katılanların ise 4 yılda 15- 20 milyon Euro arası harcama yaptıkları belirtiliyor. Yani Çin ve Güney Afrika açısından bakıldığında, yapılan bu harcamalar ülkeye fazlasıyla geri dönmüş oluyor.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
Valencia’dayım iki gündür. Dün basın merkezindeki ekrandan, bugünse geceki fırtına ardından çırpınan Akdeniz’de, hızlı bir tekneden izledim Amerika Kupası’nı geri vermemek için mücadele eden Alinghi ile Emirates Team New Zealand arasındaki yarışı. Dünkü çok heyecanlı geçen yarışın galibi Emirates Team New Zealand idi; bugünse, Valencia’da beni ağırlayan İsviçre Bankası UBS’nin desteklediği Alinghi kazandı ve durum çarşamba akşamıitibarıyla 2 - 2 oldu. 2 takımdan 34 sporcunun beyinlerinin ve kaslarının karşılaşması gerçekten çok heyecanlı ve keyifli. Yazının yarış kısmı bundan ibarettir. Duyurulur.
Bilmeyenler için, bu yarışların yapıldığı Valencia, Barcelona’nın hem batısında, hem de önemli ölçüde gölgesinde kalan bir Akdeniz şehri. Bu şehri aslında, Amerika Kupası’ndan önce ve sonra diye iki ayrı dönemde değerlendirmek çok daha doğru.
Sevimli bir tarihi merkezi olan, insanları mutedil, taksicileri güleryüzlü, lokantaları keyifli, futbol takımı iyi, yani yaşamak için bayağı düzgün bir yer olan ve Avrupa Birliği üyeliğinden sonra hayli gelişen Valencia, Amerika Kupası olmasaymış sıradan bir şehir olarak kalabilirmiş. Büyük yük gemilerinin yanaştığı bir liman şehrinin, akıllı bir merkez ve yerel yönetim girişimi ile 4 yıl içerisinde nasıl bir dünya şehri haline geldiğinin öyküsünü anlatıyor bu şehrin sokakları ve kıyıları.
Denizle zaten hep barışık olan İspanya’nın, dünyanın en zengin imparatorluğunu kurduğu 16. yüzyılda Yeni Dünya’ya yüzlerce komutan, binlerce asker gönderen, yağmalanan gümüşle yüklü gemilerin yanaşma limanlarından biri olan Valencia, Amerika Kupası finallerine ev sahipliğini, gerekli yatırımı yapma sözü vererek aldıktan sonra büyük dönüşüm içine girmiş.
Sözü veren Valencia Belediyesi... Sözü alan, İsviçreli milyarder Ernesto Bertarelli’nin kurduğu ve 2003 yılındaki ilk denemesinde Amerika Kupası’nı kazanan Alinghi takımı. İsviçre’de deniz olmadığı ve bu yarışmanın tuzlu suda yani denizde yapılması gerektiği için, Avrupa şehirleri arasındaki ciddi güzellik yarışmasının galibi Valencia olmuş.
Ve sonuç gerçekten dudak uçuklatıcı. Geleneği olan ama yüzyıllar içinde sıradanlaşmış bu şehrin dönüşümü, dökülen eski liman bölgesinin Amerika Kupası Limanı’na çevrilmesi kararı ile başlamış.
26 Kasım 2003 günü 32. Amerika Kupası evsahibi şehri olmasından bugüne harcanan para 410 milyon Euro. Dönüştürülen alan 600’ü denizde olmak üzere 930 dönüm. Doldurulan alan 60 dönüm. Yenileme çerçevesinde bir de kanal açılmış.
Yapılan yeni marinanın kapasitesi boyları 8 ile 29 metre arasında değişen 636 tekne. Akdeniz’in zenginlerini çekmek için hazırlanan ultra lüks Süperyat Marinası’na ise boyları 30 ile 140 metre arasında değişen 40 tekne bağlanabiliyor. Bunlar büyük gelir kalemleri.
Açılan lokantalar, oluşturulan açıkhava konser alanı ve müzeleri ile olağanüstü bir çekim merkezi Amerika Kupası Limanı.
David Chipperfield tarafından tasarlanan, içinde dev bir Louis Vuitton mağazasının da bulunduğu Liman, sıkı durun, son 2 yılda 5 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş. Şu günlerde günlük ziyaretçi sayısının 100 bini bulduğu söyleniyor; yani final karşılaşmalarının yapıldığı 10 günde, dünyanın dört köşesinden yaklaşık 1 milyon kişi, Amerika Kupası Limanı’nın turnikelerinden geçecek. Şehirdeki otellerde tek kişilik yer, iyi lokantalarda rezervasyonsuz masa bulabilemek mümkün değil. Yani esnaf da memnun halinden.
İstanbul’un, Hürriyet Cap Istanbul ardından, bir yelken şehri olduğunu bu yarışa katılan Fransız sporcular görmüştü. Amerika Kupası’nda Fransa bayrağını dalgalandıran Arreva Challenge Takımı’nın Başkanı Stephane Kandler ile konuşurken, Hürriyet Cap Istanbul ile Türkiye’de önemli bir yelken hamlesi yapıldığını, bunun devamının Amerika Kupası bağlantılı birtakım etkinliklerle getirilebileceğini, çünkü Türkiye’de yelkeni bilen ve yapan kişi sayısının çok olduğunu söyledi. İşte bir Fransız’dan İstanbul’u yönetenlere bir fikir... İstanbul’u gerçek bir dünya şehri yapmak için Amerika Kupası projeleri geliştirecek kimse yok mu?
Yazının Devamını Oku