Şu ara gayetle sportif günler yaşıyoruz... Dünya Kupası'nın başlamasına artık saatler kaldı... Alayımıza televizyon başında gece vardiyası yaptıran Jordan'lı, Carl Malone'li, NBA finalleri tüm dehşetiyle sürüyor...Bizde ise geleneksel transfer şenlikleri kutlanıyor, futbolda, basketbolda millete kafayı yediren trilyonlar havalarda uçuşuyor...Biz şanssız bir nesiliz... Bizim zamanımızda sporda bırakın trilyonu, kuruşun lafı edilmezdi...Biz sporu amatör ruhla, hep maksat spor olsun diye yaptık, spor adına kendimizi boşuna helak ettik...Ben övünmek gibi olmasın, gençliğimde komple bir sporcuydum... Yapamadığım, pardon, yani yapmadığım spor kalmamıştır... Bir buz hokeyi, bir de şimdi rafting diye yeni bir spor var... Sanırım bir tek onları yapmadım... Ama n'apiim o kadarına da yetişemedim doğrusu...Şimdi ‘‘Adam almış kalemi eline, sallıyor...’’ dememeniz için, izninizle sizlere biraz spor hayatımdan söz edeyim...FUTBOLSize futbol geçmişimle ilgili bir yazıyı daha önce bu köşede yazmıştım... Dilerseniz kısaca tekrar hatırlatayım...Ben okul yıllarımda çok iyi top oynardım... Şimdi kalkıp kendimi Pele ya da Ronaldo'ya benzetecek halim yok ama, Lefter'le, Hakan Şükür karışımı bir stilim vardı...Zamanın Beşiktaş genç takımında oynayan ve Darüşşafaka'da sınıf arkadaşım olan Erol beni Türk futbolunun büyük yıldızlarından Çengel Hüseyin'in çalıştırdığı Beşiktaş genç takımına götürdü...Küçükken zafiyet geçirdiğimden, o zamanlar biraz sıska ve çelimsizdim...Çengel Hüseyin beni şöyle çaktırmadan bir süre süzdü, Erol'a, ‘‘Beşiktaş Pazariçi'nde bizim kulübün anlaşmalı olduğu Gençlik Lokantası var... Sen bunu oraya götür, bir birbuçuk ay orada yemek yesin, sonra getir...’’ dedi.Ama Erol beni methedip dayatınca da oyuncu seçme maçına çıkmama razı oldu...O gün biz yenilere çiftkale yaptırdılar... Beni de sol açığa koydular... Maçın ilk dakikalarında sahanın benim bulunduğum tarafına şişmanca biri geldi...Bana, ‘‘Çıksana oğlum dışarı, görmüyor musun adamlar maç yapıyorlar, ezileceksin’’ dedi...Ben, ‘‘Neden çıkayım?.. Ben de oynuyorum’’ dediğimde, adam tam şaşkınlıktan küçük dilini yutacakken, o ara bir pozisyon oldu, sonraları çok ünlü olan karşı takımdaki sağbek Bahattin'le kafaya çıktık... O zamanlar Beşiktaş'ın sahası olan Şeref Stadı deniz kenarındaydı...Bahattin bana bir omuz vurdu, ben alçak duvarı aşıp az ilerdeki denize düştüm...Beni apar topar denizden çıkarırlarken, o az önce beni sahadan çıkarmak isteyen şişman yönetici tekrar tepeme dikildi...‘‘Oğlum demin ben sana kenara çekil demedim mi?’’ diye bana bir kez daha bağırdı...Futbolculuğun ne kadar nankör bir meslek olduğunu o gün anladım... Bugünün futbolcuları, umarım yukarıda yazdıklarımdan ibret alır, kendilerine bir ders çıkarırlar...GÜREŞÇİLİĞİMBizim kendisine ‘‘Atababa’’ dediğimiz dedem, eski bir pehlivandı... Yaşlı haline karşın çok kuvvetli bir adamdı, neyi tutsa elinde kalırdı...Atababa'nın babası çok varlıklı bir Rumeli ağasıymış... Atababa'yı o zamanlar il il dolaştırır, diğer ağaların pehlivanlarıyla güreştirirmiş... Bu güreşlerde de ortaya, sürüler, tarlalar neredeyse köyler konurmuş...Atababa'nın en büyük tutkusu abimle bana güreş öğretmekti...Benim sekiz on, abimin onüç onbeş yaşlarında olduğu o yıllar, bizi sürekli güreştirir, bize yağlı güreş oyunları öğretirdi...Bizi kapıştırdığında da biz peşrev yaparken iki parmağıyla burnunu tıkayıp zurna sesi çıkarır, arada da güm güm diye bağırırdı...Bu arada abim ve ben dedemin bize oyun öğretmesi nedeniyle sürekli yarı sakat bir durumda dolaşırdık... Zira az önce de söylediğim gibi Atababa birinin bir yerini tuttu mu, orası bir daha zor iflah olurdu...Derken abim büyüdü, kendini evden dışarlara attı... Ben tek kaldım...O aralar gözleri pek iyi görmeyen Atababa'nın en büyük keyfi, bana Hergün Gazetesi'nde Murat Sertoğlu'nun yazdığı pehlivan tefrikalarını okutmaktı...Örneğin, tam ‘‘Koca Yusuf Çolak Mümin'i kazkanadına aldı...’’ diye okurken, okumayı kestirir, ‘‘Gel bak sana kazkanadını öğreteyim’’ derdi... Tabii gene sakatlanmadık yerim kalmazdı...Bundan dolayı Atababa'ya gazetedeki güreşleri okurken çok zaman pehlivanların birbirlerine yaptıkları oyunları atlar, okumazdım...O da bozulur, ‘‘Yahu oğlum bunlar birbirlerine hiç oyun yapmıyorlar mı?’’ diye sorardı...BASKETBOLDarüşşafaka genç takımında oynadığım yıllar, basketbolum gerçekten müthişti...O zamanki basketbol otoriteleri benim için, ‘‘Bu çocukta 60 santim daha boy, onbeş kilo da daha olsa... Şut atıp, dribling yapabilse ve de zıplayabilse, üzerine basketçi olmaz...’’ derlerdi...Bizim zamanımızda bugünkü İbrahim Kutluay'ın transfer ücreti gibi paralar yoktu... İyi ki de yoktu...Yoksa düşünebiliyor musunuz, ben o gün bir takıma transfer olsam, üste para verirken parayı bugünkü rayiç üzerinden verecektim...HALTERDoğruyu söylemek gerekirse, haltere geç başladım...Yıllarını halter sporuna vermiş bir arkadaşım, ‘‘Kendine yazık ediyorsun... Haltere fevkalade müsait bir vücudun var... Bu işin yaşı yoktur, gel seni bizim salona götüreyim...’’ dedi...Ve Selamiçeşme'de Türkiye vücut şampiyonu Rıza'nın çalıştırdığı halter ve vücut geliştirme salonuna gittik...İlk iki gün kültür fizik falan yaptık... Daha sonra Rıza beni en hafif kilolardan başlayarak bir süre denedi...Sonra biraz da sıkılarak ‘‘Abi sakın aklına bir şey gelmesin ama, sen hani şu bakkallarda falan terazilerde kullanılan kiloluklar vardır... Önce evde onlarla başla, sonra buraya gel...’’ dedi...VE DİĞERLERİAtletizm: Atletizmle tanışıklığım ve birbirimizi hasım olmamız ortaokul sıralarında başladı... Ceylanlar gibi koşuyordum falan ama, o kasa denen namert şeyi bir türlü atlayamıyordum... Cimnastik hocamız Kadri Bey, sanki kasa hırsızıymışım gibi benim bu kasa işini kafaya takmıştı... O kasayı atlayamazsam, sınıf geçirmeyeceğini söylüyordu...O zaman öğrenciyiz tabii, bizde 60 bin dolar yok ki, bir üst lige çıkmak için Fenerbahçe'nin Jamaikalı Merlene Ottey'i getirmesi gibi, bir Jamaikalı kasa atlayıcısı getirelim... Sonunda, her defasında kasaya vura vura kafamın üç numara büyümesine Kadri hocanın yüreği dayanmadı... Sınıfı geçirdi...Golf: Golfçülüğümü sanırım gene bu sütunlardan biliyorsunuz... Şu an golf camiasında namım almış yürümüş durumda... Dahası, tüm golf kulüplerinin girişlerine fotoğraflarım bile asılmış... Bunu duyduğumda çok gururlandım... Ama sonra öğrendim ki, o fotoğraflar sopayla toplara vururken çimleri duman edip golf alanlarını patates tarlasına çevirdiğimden kulüplere sokulmamam için asılmış oralara... Golf camiasına müthiş bozuldum... ‘‘Yazıklar olsun’’ dedim...Okçuluk: Okçulukla tanışmam yıllar önce Antalya'da bir tatil köyünde oldu... Deniz kenarının bir yanında ağaca asılı bir hedef ve muhtelif oklar vardı...İlk oku orada attım... Ve ok atmayı sürdürürken aniden koca plaj boşalıverdi... Ertesi gün de tatil köyü yönetimi okları ve hedefi kaldırdılar...Tabii hepsi bu kadar değil... Spor kariyerimde yüzme, bisiklet, voleybol vs. daha bir alay spor var... Ama yerimiz bitti...Ayrıca el'an sporu da tamamen bırakmış değilim...Geçen gün eşofmanlarımı giyd im, evden çıkıp biraz yürüyeyim dedim... Tam yürüyüşe başladım, baktım peşimde bir ambülans... Önce birine bir şey oldu da ona gidiyor sandım... Ama gördüm ki, ben yürüdükçe arkamdan geliyor, ben durunca da duruyor...Sonunda ambülansın yanına gidip ne istediklerini sordum... Önce ‘‘hık mık...’’ ettiler... Sonra da, ‘‘Kusura bakma abi, seni izlememiz için bizi yenge tuttu’’ dediler... Böyle işte...***SALACAK ÖYKÜLERİBugüne dek elim değip de kitaplaştıramadığım ‘‘Salacak Öyküleri’’ Parantez yayınlarından nihayet çıktı...Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut'un maceraları, Salacak'ın, o güzelim insanları, bütün sinemalarda, pardon, bütün kitapçılarda...