Geçen gece Kemer Country'de birincisi düzenlenen ‘‘İstanbul Lezzet Festivali’’ne gittim...Kemer Country Washington'un pardon, İstanbul'un Kemerburgaz ilçesinde bir mahalle...Washington diye karıştırmamın nedeni buradaki evlerin alayının Beyaz Saray'a benzemesi... Zaten adının ‘‘Country’’ olmasının nedeni biraz da bu... Böyle bir yerin adı da herhalde Kemer Şirinevler ya da Kemer Kooperatif Evleri olacak değildi...Bu arada Lezzet Festivali'ne giderken önce yolda bir kamyoncu arkadaşla festivallik olduk... Tam lezzetli yemeklerden önce kamyoncudan lezzetli bir sopa yiyordum ki, çevreden yetişenler herifin güçbela elinden aldılar beni...Bice Ristorante'den Citronellwe Restoran'a, Le Select'ten Max Brasserie'ye, Miyako ve Swiss Gourmet'den Patisserie de Pera'ya adamın adını söylerken dilinin dönmediği ne kadar lokanta varsa Lezzet Festivali'nde mevzilenmişlerdi... Aralarında Liman Lokantası, Güllüoğlu Baklavaları, Divan gibi Türkçe adları görünce göğsüm kabardı, bayrağımızı Lezzet Festivali gönderine çektiren bu kuruluşlarımızla resmen iftihar ettim...Biliyorsunuz ülkemizle ilgili ötedenberi söylenip duran bir rivayet vardır...Biz dünyanın yiyecek açısından kendi kendine yeten 7 ülkesinden biriymişiz...Diyelim ki bu doğru, tamam da, Doğu'da çöplerde yiyecek arayan o çocuklar ne oluyor o zaman?.. Ülkedeki yiyecek alayımıza yetiyor da, bir tek onlara yetmiyor anlaşılan!.. Onlarınki de şanssızlık işte, kader utansın...Ayrıca söylenen bu sözde gerçek payı da yok değil... Bırakın işin yiyecek içecek kısmını, en azından biz milletçek sürekli birbirimizi yediğimizden gerçekten öyle kolay kolay aç kalmayız...Neyse, şimdi bırakalım bu hicranlı konuları da gelelim Festival'e...***Elimde tabak, bahçedeki Çin'inden Japon'una, Hint yemeğinden Kore yemeğine bin çeşit yemeğin yer aldığı lokanta standlarının arasında tanıdık bir yemek bulmak için dolanmaya başladım...Bu arada şunu da söyleyeyim; yüzlerce kişi olmasına karşın ben hayatımda bu kadar sessiz festivali ilk kez gördüm... Herkesin ağzı tıkabasa dolu olduğundan kimse tek kelime konuşamıyordu...Bir İtalyan lokantasının önünden geçerken, lokantanın tanıtım görevlisi bir hanım arkadaş, ‘‘Rizotto'muzdan yemezseniz sizi bir yere bırakmam Tekin bey...’’ diye önümü kesti...Şimdi bizim Serdar Turgut bozulacak ama, bu Rizotto dediğin İtalyan lapası... Yani resmen bildiğimiz lapa... ‘‘Lan bir lapaya bu kadar para alınır mı?..’’ demesinler diye İtalyanlar içine deniz mahsulleri, sebze vs. katıyorlar...Lapayla büyüyen bir neslin çocuğu olarak bıkkınlıktan olacak, benim bu Rizotto ile aram pek iyi değildir...Hanım arkadaşa, ‘‘Şöyle biraz turlayayım, söz, gelip Rizotto'yu yiyeceğim...’’ dedim...‘‘Zaten Rizotto'muzu yemeden sizi buradan hayatta bırakmam...’’ diye cevap verdi görevli hanım...Sonra elimde tabak, zilliği kırmak üzere dolanmaya başladım...Aslında ben herkesin elinde tabak kuyruk olduğu bu açık büfe denen dalgadan hiç hazzetmiyorum... Nedense bana, esir kamplarında ve hapishanelerdeki yemek düzenini çağrıştırıyor...Lezzet Festivali'nde kurbağa bacağından salyangoz kızartmasına, köpekbalığı yüzgeci çorbasından çiğ yılan balığı fletosuna kadar gerçekten yok yoktu...(Bu arada bana Rizotto yedirmeyi kafaya koyan İtalyan restoran görevlisi hanım arkadaş, elinde bir tabak Rizotto ve çatal kaşık haldır haldır beni arıyordu... Tam beni gördü, kendimi bir ağacın arkasına atıp paçayı kurtardım...)***Ne zaman kurbağa bacağı ve salyangoz sözü geçse benim aklıma ünlü tiyatro oyuncusu sevgili Bilge Zobu gelir... Şimdi size anlatacağım olayı bana rahmetli Altan Erbulak anlatmıştı...Sakın ola ki yemek erbabı arkadaşlar alınmasınlar... Bu olay daha kurbağanın bacağını macağını bilmediğimiz çok eski yıllarda geçiyor...Altan'la Bilge Zobu Dormen Tiyatrosu'nda oynuyorlar...Tiyatro büyük illerimizden birine turneye gidiyor... İlk gece oyun sonrası ise kendileri onuruna bir davet veriliyor...Şehrin tüm ileri gelenleri, sosyetesi orada...Herkesin elinde içkisi, bu arada ortalıkta da ellerinde içlerinde çeşitli yiyecekler olan tepsilerle garsonlar dolanıyor...Bilge Zobu da elinde içkisi sessiz sakin bir kenarda duruyor... Tam yanında ise ileri gelenlerin hanımlarının oluşturduğu, görmüş geçirmiş bir grup var... Bir yandan içkilerini içip atıştırıyorlar, bir yandan da konuyu yemekten açmışlar hararetli hararetli sohbet ediyorlar...‘‘Hiç kurbağa bacağı yediniz mi?.. Ben geçen yıl gittiğimiz Paris seyahatinde yedim... Şahaneydi valla...’’‘‘Peki siz salyangoz yediniz mi?.. Önce yiyemem zannettim ama, bu yıl gittiğimiz Brüksel'de yedik, inanılmaz lezzetliydi...’’‘‘Peki hiç kaplumbağa çorbası içtiniz mi?..’’Sohbet bu minval üzre sürüyor... Bilge bir süre kulak misafiri oluyor...Sonra biraz dolanmak için grubun yanından ayrılıyor...Az sonra tekrar aynı yere geliyor... Sohbet berdevam...‘‘Peki salyangozun haşlamasını yediniz mi?..’’‘‘Yemedim ama siz kurbağa bacağının fırınlanmışını yediniz mi?..’’Bilge tekrar gidip şöyle bir dolanıyor... Bir süre sonra aynı yere gene geliyor ki, muhabbet bıraktığı gibi...‘‘Kaplumbağa sırtı yediniz mi?..’’‘‘Peki siz güvercin yumurtası yediniz mi?..’’Bilge Zobu sessiz sakin, az ama öz konuşan bir tip... Tepesi atıyor... Birden hanımlara dönüyor...‘‘Siz hiç MOK yediniz mi MOK?..’’ deyip, yürüyüp gidiyor...***(Bu arada elinde Rizotto tabağı ve çatal kaşık beni arayan o hanım arkadaşla tekrar gözgöze geldik... Bu defa bir masanın altına sığınıp Rizotto'yu hafif sıyrıklarla gene atlattım... Daha sonra bu hanımla durumumuz, mamasını ya da yemeğini yememek için kaçan çocukla, elinde tabak onun peşinde koşturan annesinin durumuna dönüştü...)***Dolaşmayı sürdürürken, şimdi ismi lazım değil ünlü bir restoranın standında bir arkadaşa rastladım... Yemeklerin altından giriyor üstünden çıkıyor, Allah ne verdiyse götürüyordu...‘‘Abi geçen gece bu restorana yemeğe gittik, öyle bir hesap giydirdiler ki...Şimdi ödeşmeye çalışıyor, intikamımı alıyorum...’’ dedi. Az sonra da arkadaş, patlamak üzereyken ambulansla alıp götürdüler...Bu arada Kore lokantası Sai Thai'nin önünde dikilip dururken organizasyon komitesi bana plaket vermeye kalktı... Gözümün kaşımın çekikliği ve Uzakdoğuluya benzer suratım nedeniyle beni restoranın sahibi sanmışlar...Ve gelelim gecenin sonuna... Geliri Türk Kalp Vakfı'na giden gecenin yıldızı Ajda Pekkan'dı... Ve Ajda sesi, sahnesiyle yıllar sonra gene müthişti...Zaten benim için bu memlekette iki gerçek var... Biri Ajda Demirel, diğeri Süleyman Pekkan... Pardon, biri Ajda Pekkan diğeri Süleyman Demirel... Bunca yıl sonra hala tepelerde olmak öyle her babayiğidin harcı değil...Benim gördüğüm Ajda bu işi daha götürür... Ama Süleyman Bey götürmese memleket için çok daha hayırlı olur...Ajda o gece verdiği o iki saatlik konseri Türk Kalp Vakfı yararına verip, tek kuruş almamış... Zaten aralarında anlaşma varmış... Kalp Vakfı, Ajda'nın yıllardır kalplerinden sakatladığı adamları bedava tedavi ediyor, Ajda da karşılık olarak onların konserlerine bedava çıkıyormuş...***Gece bitti... Tam karımla arabamıza bindik, hareket edeceğiz, arka koltuktan bir ses geldi ve arkada elinde tabakla Rizotto'cu kız belirdi.‘‘Hadi aç bakiim ağzını...’’