İnsanoğlu dünyaya çıplak geliyor... Yaşamla ölüm arası kendisine bir alay giyecek kakalanıyor, haldır haldır çalışarak kazandığının okkalı bir bölümünü örtündüğü bu öteberiye kaptırıyor... Sonuçta, gardrobu tıka basa olanı da, garibanı da öte yana göçerken o bildiğimiz tek tip kıyafetle gidiyor...Eski yıllarda bazı gazetelerde ‘‘hayat arkadaşı’’ arayanların ilanlarının yayımlandığı çöpçatan köşeleri vardı... Oradaki erkeklerin verdiği ilanlar genelde şöyle olurdu...‘‘1.68 boyundayım... Falanca yerde memurum... Arkadaşlarım yakışıklı olduğumu ve iyi giyindiğimi söylerler...’’İşte benim arkadaşlarım da ötedenberi benim havalı ve iyi giyindiğimi söylerler...Tamam, buna fazla bir itirazım yok da (öhhö)... Benim neler çekip, bu günlere nasıl geldiğimi birgün akıllarına getirip sormazlar...***Hayatta ilk takım elbisem, ilkokuldan sonra imtihanını kazanarak girdiğim Darüşşafaka Lisesi'nin verdiği takım elbise oldu...Yalnız elbisenin sol cebinin üstünde ‘‘DŞ’’ arması, ayrıca giyme mecburiyetimiz olan ve elbiseyi aksesuar olarak tamamlayan bir de şapkamız vardı...O takım elbise, aşağı yukarı Darüşşafaka'da okuyan herkesin de ilk takım elbisesiydi...Ve hepimiz onu okul üniforması gibi değil özel kostümümüz gibi giymek isterdik...Cumartesi günü izne çıktığımızda ilk işimiz toplu iğneyle tutturduğumuz göğsümüzdeki ‘‘DŞ’’ armasını cebe atmak olurdu... Sonra da, döneceğimiz pazar akşamüstü almak üzere, şapkaları okulun bulunduğu Çarşamba'daki turşucuya bırakırdık...Cumartesi öğleden sonraları turşucunun önünde biz Darüşşafakalı'ların oluşturduğu uzun bir kuyruk olurdu... Turşucunun dükkanı resmen vestiyer gibiydi... Adam şapkaları koymak üzere, dükkanın arka yanında duvara çiviler çakmıştı... Yalnız şapkayı oraya bırakabilmek için turşucudan bir bardak turşusuyu içmek gerekiyordu...Sonra da cumartesi öğleden sonra ve pazar günü okula dönerken güya kendi özel façamızla 150 kişi aynı kıyafetle Fatih'te dolanıp durur, aslında Dolmabahçe rıhtımına çıkmış Amerikan bahriyelilerini andırırdık...Yaşamımda gerçekten çok büyük yeri olan Darüşşafaka, verdiği eğitimin yanısıra bana ayrıca çok şey öğretti...Örneğin süper ütü yaparım, şimdi pek revaçta değil ama gömlek kolacılığında da üstüme yoktur...Bizim Darüşşafaka'da o yıllar ütü ve kolahane vardı... İzne çıkacağımızın gecesi geceyarılarına dek burada elbiseleri ütüler, gömleklerimizi kolalardık...Ayrıca bende yalnız ütücülük, gömlek kolacılığı değil, temizleyicilik de vardır...İzin günleri çıkış muayenesinde, cekette, pantolonda, kravatta tek leke olsa ters yüzü geri döndürülür, o hafta izne çıkamazdınız...İşte bu durum bizde temizleyiciliği de geliştirdi... O yıllar benzin ve gazla leke çıkarmakta üstüme yoktu...***İlk şık sivil kostümüm ise Darüşşafaka yılları sonrası abimin bana verdiği kırçıllı bir ceketti...Ceket gerçekten çok şıktı... Tek mahsuru bana onbeş yirmi beden büyük gelmesi, kollarının padişah cüppesinin etekleri gibi yerlerde sürünüyor olmasıydı...Aslında abim uzun boyludur ama ceketin gene de bukadar büyük gelmemesi gerekirdi...Meğer o da ceketi Bedri Koroman'dan almış... Ama ceketin asıl sahibi 1.96'lık ve 100 kiloluk rahmetli sevgili Ali Ulvi imiş...Ama ilk iyi giyinmeye Üsküdar'da terzilik yapan Server eniştenin yanında çıraklık yaparken başladım...Tatillerde çalıştığım rahmetli Server eniştenin dükkanını sabahları ben açtığımdan ve anahtarın biri bende bulunduğundan, geceleri arkadaşlarla sinemaya, lunaparka vs.'ye gideceğimiz zaman dükkanı açar, bitmiş, ertesi gün teslim edilecek en kral elbiseyi üstüme çekerdim... Bu elbiseler çoğu kez üstümde az önce anlattığım Ali Ulvi'nin ceketi gibi dururdu ama gene de bana bir hava verirdi...Server enişte dedim de... Kendi çapında bugünkü deyimiyle bu büyük ‘‘haute conture’’den sizlere biraz bahsedeyim...Teyzemin kocası Server enişte Üsküdar'da terzilik yapardı... Dünya iyisi, aynı zamanda da dünya tembeli bir adamdı... Server enişteye elbise ısmarlayan elbisesini teslim alırken, elbisenin modası geçmiş olurdu...Ben her yıl okullar tatil olduğunda onun yanında çalışırdım...Server enişte bana hem haftalık verir, arada bir de oğlu yani kuzenim Ömer'le birlikte müşteri kumaşından bize pantolon filan çıkarırdı...Müşteri elbisesini almaya geldiğinde şaşkınlıkla neredeyse dirseklerine gelen ceket kolu boyu ve ayak bileklerindeki pantalon paçalarına bakar, bir yandan da gözü aynı kumaştan olan benim pantolonda ‘‘Ceketin kollarıyla, pantolon paçaları biraz kısa olmamış mı Server bey?..’’ derdi... Eniştem ise o sırada bana ortadan yok olmam için göz kaş işareti yapardı...Server eniştenin en büyük havası ise, sanki beğendiği modelin aynısını yapacakmış gibi, gelen müşterilerinin eline bir model dergisi vermesiydi...Sonra da bizleri düşünüp kötü gün için kumaş ayırdığından, adamları elbiselerinin içine aradabir ayağıyla da ittirerek neredeyse çekecekle sokardı...***Daha sonraki yıllar biz ‘‘iyi giyinenlerin!’’ imdadına Amerikan Pazarları yetişti...Sağdan soldan bulup buluşturup bu Amerikan Pazarları'na koşturuyor, bir gömlek, bir blucine elde avuçta ne varsa kaptırıyorduk...Oysa, bizim sevgili Ali Taran'ın yaptığı ‘‘Demek vatandaşa Tokai diye sahte çakmak sokailer!’’ diye bir reklam var; işte biz iyi giyinen vatandaşlara da o Amerikan Pazarları'nda Amerikan malı diye yerli blucin, gömlek vs. sokai idiler...Derken daha sonraki yıllar bu giyim işine kafayı iyice sardırdım...Şimdi ismi lazım değil bir arkadaşım vardı, onunla oturur günde neredeyse üç saat ‘‘Bu sene ceket etekleri evaze, yakalar devrikmiş... Hakim renkler siklamen ve mor olacakmış’’ diye moda konuşurduk... Yüzümüzü görmeden biri bizi duysa kart sesli iki kadın konuşuyor zannederdi...Bir gün bir dost meclisinde sohbet ediyorduk... Söz giyim kuşamdan açıldı... Aramızdaki arkadaşlardan biri psikologmuş...‘‘Giyimine aşırı özen gösterenler aslında psikopattırlar... Hepsinin mutlak bir eksiklikleri vardır...’’ dedi... Herifi gırtlaklıyordum...Ha bu arada, benim mankenliğim de vardır... Sizlere daha önce de yazmıştım...Yıllar önce abimin sahneye koyduğu, benim de dekorlarını çizdiğim o günler büyük sükse yapan Vakko defilesini Hilton'da kulisten izliyordum... Sırtımda da yıllardır yaz kış giydiğimden yazlık mı, kışlık mı olduğunu bilmediğim bir elbise vardı...Bir ara af buyurun inbenin biri arkadan itti... Kendimi birden podyumun ortasında buldum... önce ne yapacağımı şaşırdım... Sonra da podyumu bir koşu dolanıp kendimi kulise attım... Halit Kıvanç, Başak Gürsoy dahasi Vitali Hakko bu olaya şahittir...İşin daha gırgırı, üç yıldır giydiğim o sırtımdaki tek elbiseye de bir sürü müşteri çıktı...***Sonuç olarak, bu kılık kıyafet ve moda işi namert bir iştir...Modacının biri bir yıl önce düğmeyi fazla almış, düğmeler elinde kalmıştır, ceketler birden altı düğmeli olur...Ünlü modacının stoğundaki kumaşların yarısını güve yer, az kumaştan fazla elbise çıksın diye etek boyları kısalır...Gene modaya hakim arkadaş kıskanç bir karıyla evlenir... Karısı herif kadınların bacaklarına bakmasın diye etek boylarını uzattırır, moda değişir vs.Ve bence moda adına işlenmiş en büyük cinayet, erkek pantolonlarına fermuar konmasıdır...İkide bir bozulur... Yukarı çekmeye çalışırsın, birden sakatlık olur, sıkışma durumu nedeniyle avaz avaz bağırmaya başlarsın... Ya da sıkışırsın, bir koşu kendini bir tuvalete atarsın, bu defa da namert açılmaz altına işersin falan filan...Ve neylersin ki bu Moda denen şey de yaşamımızın bir parçasıdır...Ama siz siz olun, UYMAYIN ona!..