Tekin Aral

Siyasette son durum

23 Ağustos 1998
İkisi bir arada, yok önce yerel sonra genel falan derken, ufaktan seçim rüzgarları üfürmeye başladı...Tabii bu arada bilumum araştırma kuruluşları da kolları sıvadılar... ‘‘Seçimde kim ne alır?..’’ anketlerine başladılar...Seçimde kimin ne alacağı tabii kesin belli değil ama, neyi ne kadar ‘‘alacağı’’ gene daha şimdiden belli olan biri var... O da vatandaş takımı...İşte seçimlerle ilgili bir anket de ben yapayım dedim... Fakat Hürriyet Pazar'ın yazıişleri müdürü sevgili Cafer yazıyı erken vermem için canavar gibi tepemde olduğundan, kimseyle konuşmaya vaktim olmadı... Anketi kendi kendimle yaptım... Yani bir ‘‘one man anket’’ oldu...Şimdi gelelim partilerin ve de ülkeyi batırma, pardon yönetmeye talip arkadaşların son durumlarına...ANAP CEPHESİHerkes Mesut Yılmaz'ın bu ülkede seçim kazanmadan üç kez başbakanlık yapmasını eleştiriyor... Ağzına bunu dolamış, konuşup duruyor...Oysa Mesut Yılmaz bu ülkenin tek şansıydı bunun kimse farkında değil...Çünkü bu gariban milletin başına bugüne kadar ne geldiyse, hep seçilmiş başbakanlardan geldi...Şimdi kalkıp, ‘‘Vaay sen demokrasi düşmanı mısın?.. Seçime karşı mısın yoksa?..’’ falan demeyin...Gittiğin manavın tablasındaki beş domatesin hepsi çürük olsa seçsen ne olur, seçmesen ne olur?.. Neyse...Şu anda ANAP'ın seçim stratejisini tam bilmiyorum ama, bir ‘‘piarcı’’ olarak bana sorarlarsa şu an ANAP'ta halka en sempatik gelen isim Mesut Bey'in oğlu Hasan...Hasan bence babasından çok daha aktif ve dinamik... Dış ilişkiler konusunda bile, örneğin Almanya'ya posta koyan babasından daha becerikli...Daha geçen gün Bodrum'daki evlerinde Uzakdoğulu iki arkadaşını ağırladı...ANAP önümüzdeki seçimde bence Hasan'la çok aşama kaydeder...Şimdi Hasan'la ilgili ‘‘yaş sorunu’’ var diyeceksiniz... Yahu, mafya babasının kırmızı pasaport aldığı bir ülkede, Hasan'ın yaşını büyütmek iş mi?..Ayrıca Hasan Amerika'daki lisan okulundan yeni döndü... Ayrıca Türkçe'yi de seri bir biçimde konuşuyor...YENİ SANDIKİyi haber alan kaynaklardan edindiğim bilgiye göre Tansu Çiller'in önümüzdeki seçimle ilgili sürpriz hazırlıkları var...Çiller Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Seçim Yasası ile ilgili bir değişiklik önerisinde bulunacak... Bundan böyle seçimlerde oyların sandıklara değil, ‘‘çıkınlara’’ atılmasını önerecek...‘‘Çıkın’’ın kendisine uğur getirdiğine inanan Çiller'in seçim sloganı da şöyle...‘‘Haydi Türkiyem ÇIKIN başına... İleriii!..’’Ve çıkın sayesinde iktidara geleceğine inanan Çiller'i de daha sonra kimse tutamayacak...‘‘Biiz çıkından kıçtık, pardon, çıktıık...’’HOCA'NIN CEPHESİBildiğiniz gibi Necmettin Hoca partisi kapatıldıktan sonra yerine vekil tayin eyleyip, yeni partisinin başına Recai Kutan'ı getirdi...Seçim lafları ortalıkta dolanmaya başlayınca denen o ki; hoca Ajda'nın estetikçisine ameliyat olup Recai Kutan çehresine girecek. ‘‘Ben Recai'yim’’ numaralarında politikadaki yerini alacak...Bildiğiniz gibi bu arada Hoca'nın iktidar konusunda bir de ‘‘Kanlı mı olacak, kansız mı olacak?..’’ mesajı var...Valla, kanlısını bütün mahalle sünnetçileri yapıyor, kansız istiyorsan da ünlü Kemal Özkan'a başvuracaksın...KORSİKALI KARDEŞLEREcevit seçim hazırlıklarına ‘‘Genel Af’’ kampanyasıyla girdi...Bunu duyan bazı CHP'liler de Ecevit'in affından yararlanmak için onu bunu bıçaklayıp, muhtelif suçlar işleyerek kendilerini cezaevlerine attırmaya başladılar...Ecevit iktidara aday... Ama onu en çok düşündüren şey, ünlü Korsikalı Kardeşler benzeri yapışık kardeşi, benim de sevgili dostum Devlet Bakanımız Hüsamettin Özkan...Herhalde bilirsiniz... O ünlü filmde ‘‘Korsikalı Kardeşler’’ yapışık doğarlar... Ve sonraki yıllar birinin karnı ağrırsa, diğerinin de karnı ağrır. Biri acı çekse, diğeri de acı çeker... Ve yaşamları böyle sürer...İşte Sayın Ecevit bunu düşünüyor ve iktidar konusunda bu yüzden tereddütleri var...‘‘İktidar acılarla doludur... Aynı acıları Hüsamettin'in de çekmesini istemiyorum’’ diyor...Öğrendiğime göre bu ‘‘Korsikalı Kardeşler’’ durumunun protokollerde de bazı ufak sorunlar yaratabileceği konuşuluyor...Örneğin Ecevit başbakan olmuş, gitmiş Amerika'ya... Beyaz Saray'ın bahçesinde Amerikan başkanlarının konuklarıyla yanyana yer aldıkları bir kürsü vardır...Şimdi düşünün o kürsüde sayın Ecevit ve Hüsamettin Bey duruyor, Clinton kenarda kalmış görüntüde yok...Tabii bu töreni televizyonlarda izleyen dünya halkı da ‘‘Yahu Clinton da amma değişmişha... Bir de üstelik bıyık bırakmış’’ diye düşünüyorlar. Olacak şey mi?..VE DİĞER KIYMETLERİMİZBilim adamı siyasi liderimiz Deniz Baykal Hoca ise, daha şimdiden seçimden çok çalışmalarını seçim sonrası için yoğunlaştırmış durumda...Dünya siyesat tarihinin en çok ve en güzel konuşan başka da hiçbirşey yapmayan nadir liderlerinden olan Deniz Hoca şu an gece gündüz, siyasal yaşamımız adına yeni huzursuzluklar ve açmazlar bulup, icadetmek üzere çalışmalar yapıyor...Tabi bu arada uzatmalı politikacımız Hüsamettin beyi de unutmamak gerek...O da kıyısından bucağından politikasını yapıp rahatlıyor, Süleyman abisi gibi kilometre dolduruyor...***Ve son olarak... Çiller, Recai Kutan bey, Hasan Celal Güzel vs. bazı arkadaşların Demokrasiyi ve memleketi kurtarma adına Otağtepe'de bir villada toplanıp yedikleri nane pardon, ittifak yemeğinin yankıları hala sürüyor...Bildiğiniz gibi o gece ünlü yemeğin bir ünlüsü de masadaki ‘‘Ali Nazik’’ kebabı idi...Bu konuda tabi bir alay espri yapıldı ama, bu söyleyeceğim şey de gerçek... Masadaki kendini fasulye gibi nimetten sanan birtakım politikacıyı görünce, o gece Ali Nazik de politikaya girmeye karar vermiş...Ali Nazik'in, yıllardır milleti iteleyen, kakalayan, horlayan bu politikacı takımı arasındaki en büyük kozu ise ‘‘nezaketi’’ olacak... Ona güveniyor...İşte size en hakiki politik gerçeklerden bir demet...
Yazının Devamını Oku

Armut piş

22 Ağustos 1998
Yıllar önce televizyonun yaşamımıza girmeye başladığı ilk günlerde gazeteler hayli tedirgin olmuş, pabuçlarının dama atılacağı endişesini taşımaya başlamışlardı...Hatta bir gün o zamanlar çalıştığım Günaydın gazetesinin patronu, ‘‘Biz haberleri fotoğraflarla verirken onlar canlı canlı çekecekler, yakışıklı delikanlıları, güzel spiker kızları oturtacaklar ekranın önüne, hepimizin canına okuyacaklar’’ demişti...Sonra zaman geçti, köprülerin altından çok sular aktı... Ve bugünlere gelindi...Önceleri hepimiz haberi canlı canlı ve de helecanlı olarak TV kanallarından izlemeyi yeğledik...Ama sonraki yıllar, özellikle de özel kanallarda bu haber işi önce epey tavsadı... Daha sonra da neredeyse o günkü gazeteleri eline alıp ekranda okumaya kadar vardırıldı...Tabii bu arada, bir haber bir araştırma uğruna ta dünyanın öbür ucuna gidip karakolluk olan, savaşların içine dalıp, kurşunlar arasında bizlere haber ulaştıran, habercileri, haber programcılarını tabii bunun dışında tutuyorum...Ama şu anda birçok televizyondaki habercilik anlayışı, tam bir ‘‘armut piş, ağzıma düş...’’ durumudur...‘‘Al gasteyi eline... Ver kuvveti diline...’’Benim bu yazıyı yazdığım şu an hangi TV kanalı bu konuda hangi özgün haberciliği yaptı bilmiyorum ama, şu son Alaattin Çakıcı olayında bile TV kanalları bu haberi gazetelerden devşirdiler...Ama neylersin ki onlar da haklı... Habercilik zor zenaattir... Parayla pulla da olmaz, popo meme yerinde hatunlara mangırı bastırıp onları ekrana getirmeye benzemez...CİVCİV ÇIKACAKFotoğrafta gördüğünüz Alaattin Çakıcı'nın kılık değiştirmiş hali değil...O arkadaş NTV spor bölümünde görevli, spor programları da sunan, benim de gerçekten çok beğendiğim Barbaros Çıdal...Programlarını izliyorsanız, Barbaros son programlarına yukarıda görüldüğü gibi, o ‘‘civciv saç’’ modeli ile çıkıyor...Şimdi gelelim yazıyı yazma nedenime...Ekrana böyle gelmeyi düşündüğü için Barbaros'u, ayrıca ona ‘‘Ne lan bu halin?’’ demeyip onu yüreklendiren yöneticilerini kutluyorum... Barbaros çok cesur, çok şirin...Televizyonculuk bir anlamda ‘‘show’’dur... Barbaros da bunun farkında...Zaten insanın kafası civciv kafası olmuş, ne önemi var ki...Önemli olan, kafanın dışı değil, içidir... Yani ‘‘kuş beyinli’’ olmamaktır...Meclis başkan vekili Kamer Bey'in deyişiyle... Anlayana davul zurna... Anlamayana sivrisinek çok... Bilmem anlatabildim mi?..MASUMUM HAKİM BEYBildiğiniz gibi bunca yıldır dünyayı, ekonomik, askeri, teknolojik dört bir yandan düdükleyen Amerika, sanki yetmiyormuş gibi bir süredir de af buyurun Clinton'un pipisini devreye sokmuştu...Aylarca süren ‘‘Clinton sizin nerenizi elledi?..’’, ‘‘Şeyindeki ben sağ tarafta mıydı, sol tarafta mı?..’’ tartışma ve soruşturmalarından sonra, Clinton'un ‘‘Ben Monica'ya gıda yardımı yapıyordum...’’ şeklindeki savunması da para etmedi...Kadın cazgır çıktı... Sonunda Clinton olanı biteni itiraf etmek zorunda kaldı...Ama ben bu konuda gene de Clinton'u suçluyorum... Dikkat edeceksin, bu tip geveze kadınların ‘‘ağzına’’ düşmeyeceksin bir kere...Clinton bu işten en ufak bir ceza görürse, iki elim tüm Amerikan yetkililerin elinde olur...Zira bizim memlekette yıllardır milletin anasını şaapıyorlar, ne yaptığını itiraf eden var, ne de bu işten ceza alan...
Yazının Devamını Oku

Gurbetçi vatandaş

16 Ağustos 1998
Bizim gazeteye gidip geldiğimiz TEM yolunu size anlatmama gerek yok... Allah nazardan saklasın TEM yolunun namı zaten almış yürümüş durumda...Arabasıyla bu TEM'e girenler, bir girerken toprağı öpüyorlar bir de çıkarken...Geçen gün akşamüstü gazeteden eve gitmek üzere çıkmış, sağdan ufak ufak gidiyordum...Ne olduğunu anlamadan birden arkadan güm diye bir ses duyuldu, bir an arabanın arka tarafına uçak düştü zannettim...Kafayı arkaya çevirdim... Baktım bizim bagajın üstünde arka camın önünde RTO62MX falan gibi bir plaka sallanıyor...Kapıyı açıp aşağı indim... Bizim arabaya arkadan fena halde giydiren arabanın da kapısı açıldı...Ağzına kadar aile efradı ve bilumum nevaleyle dolu arabadan ‘‘Selaminaleyküm abi...’’ diye bir gurbetçi vatandaş indi...Ben de ‘‘Aleykümselam kardeşim... dedim...*Ve birden yıllar öncesine gittim... Yıllar önce Bayramoğlu'nda bir yazlık kiralamıştım... Hergün E5 Karayolu'nda gazeteyle Bayramoğlu arasında mekik dokuyordum... Ve o yıllar gurbetçi kardeşlerimizle yollarda daha haşır neşir durumdaydık...Bir akşamüstü gene gazeteden çıkıp köprüyü aştım... Her zamanki gibi içimden bildiğim ne kadar dua varsa okuyarak E5 ‘‘pistine’’ çıktım, sağ şeritten ufak ufak gazlamaya başladım...Tuzla civarında sanıyorum önüme mehter takımı gibi iki ileri bir geri giden bir kamyon düştü...Uygun bir yerde kamyonu solladım... Ve işte ne olduysa da o zaman oldu...Önce sağ yanımda şöyle bir karaltı gördüm... Sonra da otomobil olduğunu anladığım o karaltı benim Wolksvagen'in sağ çamurluğuna bir tane geçirip önüme fırladı...Benim sağ çamurluğu benzeten araba yavaşladı... İlerde sağa çekip durdu... Ben de sağ şeride çektim, gidip arkasında durdum...PAZARLIKBaktım biraz eskice, kırmızı bir Mercedes... Plakası da demiroksit formülü gibi, HGSB 6 bilmem ne... Yani bir ‘‘gurbetçi’’ vatandaşımız...Arabadan aşağı indim... O benden önce inmişti...‘‘Yahu kardeşim çıldırdın mı sen?.. Öyle dalınır mı araya?..’’‘‘Kusura bakma abi... Malum işte köye gidiyordum...’’‘‘Tamam köye gidiyordun da, beni de az daha Tahtalıköy'e gönderiyordun...‘‘Birlikte dolanıp benim arabanın çamurluğuna baktık... Arabanın çamurluğu iyice göçmüş, boya moya da kalmamıştı...‘‘Beni yolumdan alıkoyma, gel anlaşalım bırak gideyim abi...’’ dedi... ‘‘Yalnız üstümde para yok... Parayı bankayla çıkarmıştım memlekette alacağım...‘‘Tam bu sırada kırmızı arabadan başörtülü genç bir kadın indi... Herhalde karısıydı... Arabanın içinde daha bir alay birileri vardı ama, arabanın içindeki denklerden, bavullardan pek görünmüyorlardı...Kadın bizim karayağızı bir kenara çekti... Bir süre konuştular...Kadın tekrar arabaya yöneldi... Adam da yanıma geldi...Bu arada bir iki meraklı da toplanmıştı ama, pek öyle kalabalık sayılmazlardı...‘‘Tamam mı abi, anlaşalım... Yalnız söyledim üzerimde para yok...’’Ben nasıl anlaşacağımızı merak ederken kadın tekrar göründü... Bu defa elinde bir kutu vardı...Gurbetçi arkadaş önce eğilip tekrar benim çamurluğa baktı... Sonra elini omuzuma koydu...‘‘Hanım diyor ki abi... Şu portakal sıkacağını verelim koysun bizi yolumuza...’’Sonra karısının elinden aldığı mukavva kutuyu açtı... İçinden, kırmızı, plastik, ucunda fiş olan küçük bir araç çıkardı...‘‘Al işte abi güle güle kullan...’’Önce şaşırdım... Sonra da hafif tertip sinirlenmeye başladım...‘‘Gerçi rengi biraz tutuyor, ama, çamurluğu söktürüp bu portakal sıkacağını oraya koydursam pek iyi durmayacak, sırıtacak!..’’Dediğimi anlamadı... Sonra beni kolumdan tutup kendi arabasının yanına götürdü...PROMOSYON DAĞITIR GİBİArabayı şöyle bir dolandık...‘‘Görüyorsun abi ne de olsa bizde de hasar var...’’ diyerek bana arabasındaki eğri büğrü yerlerden birini işaret etti...Hangi darbenin az önceki tokuşturmadan olduğu belli değildi... Çünkü kırmızı Mercedes'te aşağı yukarı vurulmadık yer kalmamıştı...‘‘Gördüğüm kadarıyla hayli macera geçmiş senin başından...’’‘‘Sorma abi...’’ dedi... ‘‘Adamın üstüne üstüne geliyorlar... Sonra herkes bizi suçluyor... Gazeteler de hep biz gurbetçi takımını suçluyorlar ama işin aslı hiç öyle değil...’’Ve işin aslını anlatmaya başladı...‘‘Biz buraya geldiğimizde gerçekten yorgun oluyoruz... Yol uzun, iznimiz kısa... Gözümüzü kırpmadan direkisyon sallıyoruz... Ayrıca gelirken Bulgar'ın, Yugoslav'ın kahrını çekiyoruz... Sinirlerimiz bozuk oluyor... Gelirken ne olur ne olmaz, diye üstümüzde para bulundurmuyor, parayı bankayla çıkarıyoruz... Sonra burada lap kaza oluyor... Kabahat bizde de oluyor karşıda da... Sonuçta hepimiz biran önce memleketimize, köyümüze gitmeye çalışıyoruz... Yani zabıtlar tutturacak, karakollarda sürünecek vaktimiz olmuyor... Ve haklı da olsak zararı sineye çekiyoruz... işte pek çok arkadaş da üzerlerinde para olmadığından karşı tarafa para yerine öteberi vermeye başlamışlar... Herkes radyo, teyp vs. gibi bu öteberi buralarda bulunmadığından kabul etmeye, almaya başlamış... Derken bu duyulmuş, şimdi de moda olmuş... Aslında burada arabalardan bucak bucak kaçıyoruz... Hele o minibüsler yok mu minibüsler... Nasıl üzerimize geliyorlar aklın durur abi... Adamda dört karton sigaralık zarar ouyor, tutuyor stereo radyo istiyor... Yaz başında bizim fabrikadan bir arkadaş köyüne giderken İzmit civarında bir kaza yapmış... Bir tampon eğrilmesi için karşı taraftan bir bisiklet ve yediyüz marklık bir teyple zor kurtulmuş... Ne yapsın çocuk, babası hastaymış acele köye gitmesi gerekiyormuş... Karakollara mahkemelere gidecek hali yok ya...’’Bende sinir falan kalmamış, gülmeye başlamıştım... Etrafımıza toplananlar da gülüyorlardı...Tabi o zamanlar bu öteberiler memlekette öyle kolay bulunmuyor...‘‘Arabanın haline bakılırsa, desene sen de buraya kadar dağıta dağıta geldin...’’‘‘Vallahi öyle abi...’’ dedi gurbetçi arkadaş... ‘‘Nah sana da bu portakal sıkacağı kaldı...‘‘‘‘Sende renkli televizyon var mı renkli televizyon?.. Şu arabanın üstündeki yükte sanki var gibi...’’O zamanlar öyle televizyon falan dediğim gibi ancak dışardan geliyordu...‘‘Var abi ama memlekette müşterisi var...’’‘‘Sen müşteriyi boşver de arabana bin... Şöyle gerilip gerilip benim Wolksvagen'e kafadan bir tane koy, şu televizyonu bana ver...’’ dedim.Daha uzun yolu var, yolda ne olur ne olmaz diye portakal sıkma makinesini de ona bıraktım... O da adresimi aldı... Döner dönmez ilk gelen arkadaşıyla bana bir çamurluk yollayacağını söyledi...*Geçen günkü kazada arabaları kenara çekmiş arabaların durumuna bakıyorduk... Polis gelmiş, ayrıca yol kenarına bir alay da insan toplanmıştı...Bu arada da bizim arabaya arkadan patlatan gurbetçi vatandaş benden özür üstüne özür diliyor, bir yandan da ‘‘Abi zararın neyse öderiz’’ deyip duruyordu.Karayağız arkadaşa şöyle bir baktım...‘‘Yahu sende şöyle ufağından olsa bilgisayar var mı, bilgisayar?..’’ diye sordum.Anlamaz bir ifadeyle yüzüme bakıp, ‘‘Şey yok abi...’’ dedi.‘‘Peki portakal sıkacağı da mı yok?..’’‘‘O da yok abi...’’‘‘Öyleyse boşkoy, olur böyle şeyler...’’ deyip arabama bindim, gazlayıp gittim...
Yazının Devamını Oku

Oo oley oley oley oley!

15 Ağustos 1998
Dünya Kupası yeni bitmiş, henüz soluklanmışken ‘‘Futbolist’’ yaşamımız tekrar başladı...Spor Yazarları Kupası, Lig, Avrupa Kupaları ile birlikte mutad olduğu üzre televizyonlarımızdaki spor programları da görev başı yaptılar...Yaptılar ama, programlarda görünene göre ‘‘Garp cephesinde yeni birşey yok!..’’Ticaretteki o ‘‘Bir masa, bir telefon, bir kasa’’ mantığı aynen sürüyor... Gene bir geyik muhabbetidir gidiyor...Bu spor programları içinde SHOW'un maçları yayımlayan kanal olarak avantajı bilinen şey... Yani diğer kanallar maç görüntüleri konusunda dezavantajlı durumda... Ama onlar da aradaki bu dezavantaj farkını asgariye indirecek en ufak bir yenilik de yapmamışlar ki birader...Şimdi, ‘‘Saha dışı röportajları yapıyoruz... Konuklar çağırıyoruz... Telefon bağlantılarıyla tartışmalar yaratıyoruz... Daha ne yapalım ki?..’’ falan diyecekler ama yapılacak daha hayli şey var... O dudak büküp beğenmediğimiz Televole'ler bile spor programlarından daha yaratıcı...Spor programlarında bu yıl görünen en büyük yenilik, SHOW'un yanılmıyorsam geçen sezonun sonlarında da uyguladığı, bilgisayarla yaptığı o sanal pozisyon görüntüleri... Ama programın pozisyoncubaşısı Erman, o görüntülerde olanı biteni ahkamlıyor da, öyle bir grafik avantajı kullanıp, hepimizi özellikle yeni kurallar konusunda bilgilendirmeyi neden es geçiyorlar ki?..KOCA YUSUFKoca Yusuf'un ününü çoğumuz biliriz...Koca Yusuf güreş tarihimizin hemen hemen en ünlü pehlivanıdır... Genç kuşak ise daha yıllardır yaşamımızın her kesiminde dolanıp duran bir alay yabancı pehlivan nedeniyle Koca Yusuf'u pek tanımaz...Dünya'da yenmedik adam bırakmayan Koca Yusuf, 100 yıl önce güreşler yapmak üzere gittiği Amerika'dan dönerken, bindiği geminin Atlantik'te batması sonucu öldü...Geçen gece Orhan Ayhan, TRT 3'te yaptığı spor programını 100. ölüm yılı nedeniyle Koca Yusuf'a ayırdı... Ve elindeki olanaklarla küçük bir Koca Yusuf belgeseli sundu...Programın konukları güreş gönüllüsü ve uzmanı gazeteci Ali Gümüş ile Kırkpınar'ın çiçeğiburnunda genç ağası idiler...Orhan Ayhan, Ali Gümüş'le Koca Yusuf hakkında söyleşti... Koca Yusuf'la ilgili, içinde büyük güreş uzmanı Eşref Şefik'in de canlı olarak yeraldığı çizgi filmi getirdi ekrana...Bu arada akıl edip bir de Koca Yusuf'un attığı golleri (!) gösterseydi, reytingi daha yüksek olacağından, programı daha uygun bir saatte gösterilirdi...GIRHABERSevgili Reha Muhtar bir ağabey olarak seni uyarıyorum... Artık Hakan Aygün diye bir rakibin var, bunu bil, titre ve kendine gel...Haberse haber, gırgırsa gırgır... Tedbirini de ona göre al...Örneğin geçtiğimiz pazartesi ‘‘Gece Hattı’’nda Hakan sular seller gibi bir program yaptı... Zira konusu da zaten Trabzon'un Sürmene ilçesindeki sular sellerdi...Hakan, ilk adını yanlış hatırlamıyorsam, Süleyman Aygün diye kendisiyle aynı soyadlı, selden elektrik direğine tutunarak kurtulan bir vatandaşla irtibat kurdu... Zaten boğazına bir alay su kaçmış Süleyman selden kurtuldu ama Hakan'dan kurtulamadı... Gecenin büyük bölümünü Hakan ve Süleyman'la geçirdik...Bu tarz haber programlarını eleştiriyoruz ama, o kan revan içindeki trafik kazalı, o abus suratlı politikacıların başköşeye oturduğu haber programlarından valla daha iyi...Hakan, selzedeye, ‘‘O direğin tepesinde ne kadar bekledin?..’’ adam, ‘‘20 dakika’’ diye cevap verdi...Bizim Hakan, ‘‘Ne 20 saat mi?..’’ işe heyecan getirdi...Hakan'ın ‘‘Gece Hattı’’nda Mehmet Tezkan'la yaptıkları ve Hacivat Karagöz gibi abartılı bir biçimde elleriyle kollarıyla konuştukları bir bölüm var... O el kol hareketleri inşallah birgün yumruklaşmaya dönüşmez...
Yazının Devamını Oku