Tekin Aral

Tenisi benden dinleyin

6 Eylül 1998
Benim tenisle tanışmamın, öyküsü yıllar öncesine dayanır...Darüşşafaka'nın orta kısmında okuduğum yıllar, birgün okula, adı aşağıda bolca geçecek olan Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nden tenis hocaları geldi...Biz bir alay öğrenciyi denediler... Sonra da içimizden sekiz on kişiyi tenisçi yapmak üzere ayırdılar... Okula gelirken, raket, top vs. malzemeler de getirmişlerdi...Spor salonuna bir de tenis ağı germiştik... Ama daha üçüncü haftada bizim sözümona yetenekliler takımının hepsi sıkılıp tüydü... Kala kala ortalıkta bir ben kaldım... Zaten bir tek benim için okula gelip gidemeyeceklerinden tenis hocaları da bu işten vazgeçtiler, bırakıp gittiler...Ama ben tenisi kafaya takmıştım bir kere... Spor odasından arakladığım raket ve topla, spor salonunun kırık camından içeri süzülüyor, orada tek başıma koştur Allah sözümona tenis oynuyordum... Tabii arada derslerden tüyüyordum...Bu arada okulumuzda bir müdür muavini Mustafa bey vardı... Bu tenis işinden ilk gününden beri hiç hazzetmemişti... Zaten o hocaların seçtiği bizim tenisçi adaylarının bu işten tüymelerine biraz da muavin Mustafa bey neden olmuştu...Oysa aslında Mustafa Hoca'nın kendisi adeta doğuştan tenisçiydi... Örneğin bir elleri vardı, en büyük beden Slazenger marka tenis raketi gibiydi...İşte bu muavin Mustafa Hoca, gene dersi kırıp spor salonunda kendimi tenise kaptırdığım bir gün beni enseledi... O büyük beden Slazenger eliyle bana bir ters yüz bir iki tokat, yani tenisçilerin deyimiyle bir backhand bir de forhand aşketti... Bu da benim o günkü tenis yaşamımın sonu oldu...***Ama aradan yıllar geçti, hatta evlenip barklandım ama tenis ateşim hiçbir zaman sönmedi...Bu arada tenisle ilgili kitaplar da bulmaya çalışıyordum... Bir gün küçük bir kitap buldum... Sökebildiğim kadarıyla bir bölümünde şöyle diyordu...‘‘Tenis oynamak için önce raketi sevmek onunla iyi bir ilişki kurmak gerekir... Örneğin raketi kucakta bebek gibi sallamak, bir ip bağlayıp onu araba gibi çekmek, genç tenisçiyle raket ve tenis arasındaki ilişkiyi geliştirir...’’Ben de evde o zamanki tahta tenis raketimi hanıma çaktırmadan aradabir kucağımda sallamaya, çapına ip bağlayıp evde kimse yokken koridorda oyuncak kamyon gibi çekmeye başladım...Ama birgün beni bu durumda yakalayan hanım o kitabı okuyup anlattı ki, o söylenenler ilerde tenise başlaması istenen iki üç yaşındaki bebekler içindir...***Daha sonraları o zaman oturduğumuz Caddebostan'da hanımın ısrarıyla bir sosyal kulübe üye olduk...Kulüpte üç dört tane de tenis kortu vardı...Ben kendime bir hoca peyleyip anlaştım... Daha sonra da tenis derslerine başladık...Aradan bir süre geçti... Birgün gene bir ders sırasında bizim hoca, ‘‘Abi senin İngilizce durumun nasıldır?..’’ diye sordu...‘‘Fena değildir ama tabii ki birçok eksiğim var... Peki niye sordun ki?..’’ dedim...‘‘Hayır yanlış anlama... Madem derse ayıracak bu kadar vaktin var, hani İngilizce dersi falan alsan diyorum’’ diye cevap verdi... Herif utanmasa ‘‘Abi biçki dikiş kursuna gitsen de olur...’’ diyecek...İşte son kez o zaman attım tenis raketini elimden...VE HÜRRİYET CUP 98Bizim gazetenin düzenlediği ‘‘Hürriyet Cup Dostluk Tenis Turnuvası’’nın bu yıl üçüncüsü yapıldı...Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü kortlarında gerçekleştirilen turnuva ben bu yazıyı yazdığım sıralarda da sürüyor...Gazetemiz Reklam Bölüm Başkanı Ayşe Sözeri Cemal'in çabasıyla gerçekleştirilen turnuva organizasyon açısından çok başarılı geçti ama maçlar sonunda biz Hürriyet camiası olarak bu turnuvada ağır yara aldık...Dilerseniz bu ağır yara durumunu açaklayayım...Hürriyet Cup'98 Tenis Turnuvası'nda bu yıl gazetemizi yazıişleri müdürlerimizden Fikret Ercan, Ayşe Sözeri Cemal, Magazin Müdürümüz Orhan Olcay, Hürriyet Medya Towers bina müdürü Metin Kalkavan, reklam koordinatörü Hakan Önen ve mimarımız Nezih Kutay temsil ettiler... Bildiğime göre şu an içlerinde şehit olmayıp adımıza bayrağı dikmek için ayakta kalan bir tek Ayşe Sözeri Cemal var...Yazıişleri Müdürümüz Fikret Ercan gazetenin daha çok dekorasyonundan, yani bizim mizampaj dediğimiz sayfa düzeninden sorumludur...Orhan Olcay ise magazin dünyasının nabzını elinde tutar... Yani ben hayatta Orhan'ın işi kadar kral bir iş tanımıyorum...Metin Kalkavan arkadaşımız ise bizim Hürriyet Towers bina müdürüdür... Her şey ondan sorulur... Hatta bazı arkadaşlar bu işi, ‘‘Metin Bey, 8. kata çıkacaktım... Acaba asansörde hangi düğmeye basmam gerekiyor?’’a kadar vardırırlar...İşte turnuvada gazetemizi temsil etmeleri için titizlikle seçtiğimiz takımımız...Ben maçlara gidemedim...Ama turnuvayı takip eden arkadaşlardan olanı biteni tüm detayıyla öğrendim...Fikret ve Metin ilk maçlarını canlarını dişlerine takıp burun farkıyla kazanmışlar...Yazıişleri Müdürümüz Fikret Ercan aklı işte, eli oynaşta yani teniste olduğundan, ikinci maçında gözünü korta daldırmış...‘‘Lan şu koca yere ne güzel manşet atılır...’’ diye düşünürken rakibi durumu 3-0 yapmış...Fikret, ‘‘Ertesi günkü arka sayfa güzeli kim olacak?..’’ diye tefekküre dalmışken de rakibi işi bitirip Fikret'i elemiş...İlk turda elenen Orhan Olcay'ın öyküsü de ayrı...Bana bizimkilerin maçlarını anlatan arkadaş, ‘‘Orhan'ın servisleri zayıftı, ondan kaybetti’’ dedi.Oysa Orhan'ın servisi bayağı kuvvetlidir... Benim diyen eline su dökemez...Tabii ben Orhan'ın servisi derken Hürriyet'teki Magazin Servisi'nden söz ediyorum...Zaten Orhan da servis atarken kafası hep gazetedeki servise takılı olduğundan, turnuvadaki görevinden terhis olup asli işine dönmüş...İş arasında tenis olursa, sonu da böyle olur zaten...Reklam koordinatörü Hakan kardeşimiz ise o sıra tribünlerde gördüğü tanıdık bazı işadamlarıyla ilan görüşmesi yapmak üzere raketi korta bırakıp tribünlere çıkınca, hükmen yenik sayılmış ve elenmiş...Ama bu turnuvada en trajik yenilgi bizim Hürriyet Towers bina müdürü Metin Kalkavan'ınki...Metin işi yoğun olduğundan maça geç kalmış...Gazeteden fırlayıp çıkarken de raket yerine aceleyle bizim Karnaval gazetesinin verdiği teflon tavalardan birini alıp gitmiş maça...Maç başlamış... Maçın en heyecanlı, üstelik Metin'in de galip durumda olduğu bir yerinde, rakibi Metin'in elindekinin raket değil, teflon tava olduğunu fark etmiş...Ve o sıra soyunma odasındaki pantolon cebinde de bu tava için biriktirdiği kuponlar varmış... İkinci setin ara verilen bir bölümünde soyunma odasına koşmuş, kuponları getirip Metin'in elinden raketi, yani tavayı almış... Ve bu durumda Metin Kalkavan da hükmen yenik düşmüş...***Sonuç olarak Hürriyet Cup önümüzdeki yıl ‘‘Tenis Eskrim ve Dağcılık’’ tesislerinde gene yapılacak...Ve bu turnuvaya büyük bir olasılıkla bizden gene aynı takım katılacak...Bizim arkadaşlara bir uyarım var... Dikkat ederseniz kulübün adı ‘‘Tenis, Eskrim ve Dağcılık Kulübü...’’Yani burda tenis oynamak şart değil... Hadi Eskrim'de de birbirinizi sakatlama olasılığı var diyelim... Ama ben sizlere, Dağcılığı da yabana atmayın, şöyle bir düşünün derim...
Yazının Devamını Oku

Temcit pilavı

5 Eylül 1998
Televizyon haberlerinde aynı görüntüyü temcit pilavı gibi defalarca ekrana getirme, biz izleyenleri hafif geri zekalı yerine koyup ‘‘Bakın siz bu gördüğünüzün ne olduğunu gene anlamamışsınızdır... Şimdi otuzikinci kez tekrar gösteriyoruz...’’ saçmalığı sürüyor...Tabii bu aslında, zaman doldurmak için bol çene konuşmak zorunda olan spikeri, elde destekleyecek görüntü malzemesinin olmamasından kaynaklanıyor...Geçen gece, bizim sevgili Türkiye'nin Hakan'ının fuhuş yaptıkları iddiasıyla yakalanan mankenleri ekrana getirdiği bir haberi vardı...Döne döne aynı mankenleri o kadar çok ekrana getirdi ki, o olayda sanki 2500 manken yakalanmış gibi oldu...DIH DIH DIHŞu aralar televizyon reklamlarıyla ilgili anlamsız bir tartışma başladı... Bu tartışma, ekranlarda çokça gördüğümüz, iki temizlik işçisinin aralarındaki konuşmadan oluşan Yapı Kredi Bankası reklamıyla da yoğunlaştı...Bu reklamda eleştirilen ise, o iki temizlik işçisinin Doğulu aksanıyla, denilene göre Kürt aksanıyla konuşmaları...Be arkadaşlar, patatesin adının üstelik İstanbul sokaklarında ‘‘Battii’’, domatesin, soğanın adının ‘‘Tumadiz, zuaan’’ olduğu, İbo'sunun, Mahsun'unun o aksanlı farklı türküleriyle milleti televizyon karşısına yığdığı ‘‘Yakalarsam muck muck’’ların bağırlara basıldığı bir ülkede o reklamın nesi var ki Allah aşkına?.. Üstelik reklamın esprisi iki temizlik işçisi üstüne kurulmuş... Bizde temizlik işçileri genelde Fransız aksanıyla mı konuşurlar?..Bu ülkede insanlar, ‘‘Benim goylüm, benim iççim’’ laflarıyla kırk yıl iktidar oluyorlar...Koca Meclis'in kürsülerinde nutkunu arapça atanlar var...Geçen gün bir dergide okuduğuma göre bu tartışmayı açıp, bu reklamı eleştirenlerin çoğu da gene reklamcılar... Haklı oldukları noktalar da tabii vardır... Sonuçta bu bir ilke sorunu...Ama aynı reklamcılar, program sunucusu hanımın kucağına oturup pipisini kaşıyan, zor anlaşılır sözlerle türküler çığıran çoluk çocuk şarkıcı türkücülerin çıktığı programlara neden reklam vermek için yarışıyorlar ki o zaman!..Siz ne diyorsunuz Allah aşkına, bizim hayatımız ‘‘Dıh dıh dıh’’ zaten... Önüne gelen birbirini ‘‘dıh dıh’’lıyor...TÜRBANLI TVBir yandan ‘‘İrticaya geçit yok... Laiklik vs.’’ nutukları atılırken, diğer yandan da işler tıkır tıkır ya da takunya sesiyle takur tukur gayet güzel yürüyor, şeriat erbabı işine tam yol devam ediyor...Tabii bu anlayışın ödenekli TV Kanalı Kanal 7 de bu arada boş durmuyor...Geçen gece Kanal 7'nin haber saatinde Ahmet Hakan'ın konuğu bizim Medya'nın ılımlı (!) FP'lisi Abdullah Gül'dü...Karşılıklı birbirlerine gaz vererek, oturup bir güzel ‘‘türban’’ muhabbeti yaptılar... Üniversitelere, resmi dairelere türbanla girilmesini önleyenlere ateş püskürdüler...Bu konuda öylesine ateşliydiler ki, izleyenler ‘‘Peki bunların kafalarında niye türban yok’’ diye düşünmüşlerdir herhalde...Hikaye her zamanki hikaye... Türbanı bir politik kimlik halinde oraya buraya sokmak... Yoksa kimsenin onun bunun türbanına, sıkmabaşına karıştığı yok... İsterse sıkbaşını sıksın suyunu çıkarsın, kimsenin ipinde değil...RADYOLARDA ALARMRadyolar kısıtlı olanaklarına karşın ilkeli yayımcılık açısından zaman zaman TV'lerin önündeler...Tabii, o ergenlik sesli delikanlıların saçma sapan espriler yaptığı, yeteneksiz birtakım genç hanım arkadaşların ciyak ciyak bir avaza bağırdığı radyoları kastetmiyorum...Sözünü ettiğim radyolar, bu işi olanakları elverdiğince adam gibi yapan radyolar...Ama son günlerde, onlara da bir şeyler oldu... Programlar giderek iyice lahmacun kokmaya başladı... Hangi istasyonu çevirsen, karşına en hicranlısından bir alay arabeskçi, adam ağlatıcı şarkıcı türkücü çıkıyor, radyolar da televizyoncu hastalığı bu reyting dalgasının peşine takılmış gidiyor... Yazık ki ne yazık...
Yazının Devamını Oku

Temcit pilavı

4 Eylül 1998
Televizyon haberlerinde aynı görüntüyü temcit pilavı gibi defalarca ekrana getirme, biz izleyenleri hafif geri zekalı yerine koyup ‘‘Bakın siz bu gördüğünüzün ne olduğunu gene anlamamışsınızdır... Şimdi otuzikinci kez tekrar gösteriyoruz...’’ saçmalığı sürüyor...Tabii bu aslında, zaman doldurmak için bol çene konuşmak zorunda olan spikeri, elde destekleyecek görüntü malzemesinin olmamasından kaynaklanıyor...Geçen gece, bizim sevgili Türkiye'nin Hakan'ının fuhuş yaptıkları iddiasıyla yakalanan mankenleri ekrana getirdiği bir haberi vardı...Döne döne aynı mankenleri o kadar çok ekrana getirdi ki, o olayda sanki 2500 manken yakalanmış gibi oldu...DIH DIH DIHŞu aralar televizyon reklamlarıyla ilgili anlamsız bir tartışma başladı... Bu tartışma, ekranlarda çokça gördüğümüz, iki temizlik işçisinin aralarındaki konuşmadan oluşan Yapı Kredi Bankası reklamıyla da yoğunlaştı...Bu reklamda eleştirilen ise, o iki temizlik işçisinin Doğulu aksanıyla, denilene göre Kürt aksanıyla konuşmaları...Be arkadaşlar, patatesin adının üstelik İstanbul sokaklarında ‘‘Battii’’, domatesin, soğanın adının ‘‘Tumadiz, zuaan’’ olduğu, İbo'sunun, Mahsun'unun o aksanlı farklı türküleriyle milleti televizyon karşısına yığdığı ‘‘Yakalarsam muck muck’’ların bağırlara basıldığı bir ülkede o reklamın nesi var ki Allah aşkına?.. Üstelik reklamın esprisi iki temizlik işçisi üstüne kurulmuş... Bizde temizlik işçileri genelde Fransız aksanıyla mı konuşurlar?..Bu ülkede insanlar, ‘‘Benim goylüm, benim iççim’’ laflarıyla kırk yıl iktidar oluyorlar...Koca Meclis'in kürsülerinde nutkunu arapça atanlar var...Geçen gün bir dergide okuduğuma göre bu tartışmayı açıp, bu reklamı eleştirenlerin çoğu da gene reklamcılar... Haklı oldukları noktalar da tabii vardır... Sonuçta bu bir ilke sorunu...Ama aynı reklamcılar, program sunucusu hanımın kucağına oturup pipisini kaşıyan, zor anlaşılır sözlerle türküler çığıran çoluk çocuk şarkıcı türkücülerin çıktığı programlara neden reklam vermek için yarışıyorlar ki o zaman!..Siz ne diyorsunuz Allah aşkına, bizim hayatımız ‘‘Dıh dıh dıh’’ zaten... Önüne gelen birbirini ‘‘dıh dıh’’lıyor...TÜRBANLI TVBir yandan ‘‘İrticaya geçit yok... Laiklik vs.’’ nutukları atılırken, diğer yandan da işler tıkır tıkır ya da takunya sesiyle takur tukur gayet güzel yürüyor, şeriat erbabı işine tam yol devam ediyor...Tabii bu anlayışın ödenekli TV Kanalı Kanal 7 de bu arada boş durmuyor...Geçen gece Kanal 7'nin haber saatinde Ahmet Hakan'ın konuğu bizim Medya'nın ılımlı (!) FP'lisi Abdullah Gül'dü...Karşılıklı birbirlerine gaz vererek, oturup bir güzel ‘‘türban’’ muhabbeti yaptılar... Üniversitelere, resmi dairelere türbanla girilmesini önleyenlere ateş püskürdüler...Bu konuda öylesine ateşliydiler ki, izleyenler ‘‘Peki bunların kafalarında niye türban yok’’ diye düşünmüşlerdir herhalde...Hikaye her zamanki hikaye... Türbanı bir politik kimlik halinde oraya buraya sokmak... Yoksa kimsenin onun bunun türbanına, sıkmabaşına karıştığı yok... İsterse sıkbaşını sıksın suyunu çıkarsın, kimsenin ipinde değil...RADYOLARDA ALARMRadyolar kısıtlı olanaklarına karşın ilkeli yayımcılık açısından zaman zaman TV'lerin önündeler...Tabii, o ergenlik sesli delikanlıların saçma sapan espriler yaptığı, yeteneksiz birtakım genç hanım arkadaşların ciyak ciyak bir avaza bağırdığı radyoları kastetmiyorum...Sözünü ettiğim radyolar, bu işi olanakları elverdiğince adam gibi yapan radyolar...Ama son günlerde, onlara da bir şeyler oldu... Programlar giderek iyice lahmacun kokmaya başladı... Hangi istasyonu çevirsen, karşına en hicranlısından bir alay arabeskçi, adam ağlatıcı şarkıcı türkücü çıkıyor, radyolar da televizyoncu hastalığı bu reyting dalgasının peşine takılmış gidiyor... Yazık ki ne yazık...
Yazının Devamını Oku

Mafya Necati

30 Ağustos 1998
Biz Necati'yi ilk kez bizim Üsküdar İmrahor'daki Manav Mehmet'in kahvesinde gördük... Manav Mehmet hem kahvenin hem de kahvenin karşısındaki manav dükkanının sahibiydi...Necati kahveye geldiği ilk günler pek kimsenin dikkatini çekmemişti... Olsun olsun biraltmış biraltmışbeş boylarında ufarak çelimsiz biriydi... Otuzbeş kırk yaşları civarında görünüyordu...Kahveye geldiğinde kenarda kıyıda bulduğu boş bir masaya oturuyor, çayını söyleyip bir yandan elindeki tespihi çekiyor, bir yandan da gözünü karşı duvara dikip, hiç ses etmeden duvara bakıyordu...Arasıra şöyle bir dışarı çıkıp dolanıyor, sonra tekrar yerine oturup tekrar duvara daldırıyordu...Arada bir de aniden kulaklarını dikiyor... Sanki etrafı dinliyordu... Sonra tekrar sakinleşiyor, çayını içip tespihini çekmeyi sürdürüyordu...Kahveye öğleden sonraları geliyor, on onbeş bardak çay içip akşamüstü gidiyordu... Kimseyle de tek kelam etmiyordu... Ama, Allahı var gelip giderken biraz çekingen bir biçimde de olsa elini şöyle göğsüne götürüp, herkese selamını da veriyordu...Söylenene göre Ufarak Necati Mersin'liydi... (Ufarak diyorum, daha sonra ufak tefekliği nedeniyle Necati'nin lakabı Ufarak oldu...) Kahvenin iki sokak ötesine yeni taşınmıştı... Komşuların dediğine göre evden gece çıkıyor, eve sabah geliyordu... Ailesi ise pek ortalıkta görünmüyordu...***O zamanlar bizim İmrahor'da çok saydığımız bir Reşat Baba vardı... Seksenine merdiven dayayan Reşat Baba, çok görmüş geçirmiş bir adamdı... Bilmediği yoktu...Bir gün gene Manav Mehmet'in kahvesindeydik... Arkadaşlarla bilardo oynuyorduk... Söz bir ara Necati'den açıldı...Reşat Baba, ‘‘Mersinli demiştiniz değil mi?.. Ben de günlerdir bakıp duruyorum... 'Yahu ben bu yiğidi nereden tanıyorum acaba?..' diyorum. Sonunda çıkardım... Bu Necati kim biliyor musunuz?.. Benim askerlik arkadaşım Mersinli Yedibela Necati'nin torunu... Zaten oturuşu, kalkışı, tespih çekişi, çay içişi, duvara bakışı aynen dedesi... Bunun dedesi var ya bunun dedesi; yalnız Çukurova'yı değil tüm Güneydoğu'yu titretirdi... Aman ha bu Necati'ye dikkat edin...’’Ertesi gün Ufarak Necati gene sessizce kahveden içeri girdi...Kahveci Manav Mehmet cam kenarında pişti oynayanları ‘‘İttirin lan buradan... Buraya Necati abiniz oturacak...’’ diye kovalayıp Necati'yi cam kenarında oturttu... Ardından da koşup hemen Necati'nin çayını getirdi...Reşat Baba'nın anlattıklarından sonra biz de artık gözümüzü Ufarak Necati'ye dikmiştik...Necati kahveye gelip oturduğundan çayını içerken birdenbire gene gözü seğiriyor, her zamanki gibi gene kulaklarını dikip etrafı dinliyordu...Sanki hasımlarını kolluyor gibi bir hali vardı...Necati o gün gene on onbeş çay içip akşama kadar kahvede oturdu...Tam çay paralarını verip kalkacak, Kahveci Mehmet elini tutup ‘‘Senin için paranın lafı mı olur ağam, koy onu cebine... Bir kusurumuz oldu ise de bizi affet’’ dedi.Şaşıran Necati kapıdan çıkarken de ite kaka eline karşıki manav dükkanında hazırlattığı koca bir fileyi tutuşturdu...Gene o günlerde bir gün Necati utana sıkıla Manav Mehmet'e, ‘‘Buraların yenisiyim... Şöyle iyice, ucuz bir kasap var mı abi buralarda?..’’ diye sordu...O sıra kahvede oturan ve Niyazi'nin bu arzusunu duyan semtin ünlü kasabı Hakkı yerinden fırladı, bütün bir kuzuyu anında Ufarak Necati'nin evine koşturdu...Ve giderek durduk oturduk yerde Necati'nin namı yayılmaya başladı... Yalnızca bizim İmrahor'da değil, Ufarak Necati'yi tüm Üsküdar, dahası Kadıköy havalisi de duymaya başlamıştı...Necati İmrahor caddesinden örneğin şöyle Doğancılar'a doğru yürürken tüm esnaf kapıya çıkıp Ufarak Necati'ye selam duruyordu...Necati ise her zamanki gibi sakin ve alçakgönüllü idi...Zaten millet de Necati'nin en çok bu durumunu takdir ediyordu...‘‘Baba dediğin böyle olacak... Hazmedecek kabadayılığı...’’‘‘Abi zaten adam Mersin'li... Ne demişler, herkes gider Mersin'e bu Mersinli'ler de gider tersine... Yani bunların tersi moktur... Dalgayı çakıyor musun?..’’***O ufak tefek görünümlü Necati artık belli ki yürekli ve bilekli biriydi...Evinden gece çıkıp, sabah geldiğine bakılırsa da gecelerin adamıydı... Yani ortalığı belli ki geceleri kasıp kavuruyordu...Bir gün kahvede otururken biraz bozuk bir şekilde içeri Necati girdi... Elinde bir zarf vardı... ‘‘Mehmet abi herhalde bir yanlışlık olmuş’’ deyip zarfı çay ocağının önündeki masada oturan kahvenin sahibi Manav Mehmet'in önüne attı...Anlaşıldı ki Manav Mehmet bilcümle esnaftan para toplamış, hafif tertip haraç anlamında Necati'ye yollamıştı...Manav Mehmet zarfı geri getiren Ufarak Necati parayı az bulup bozuldu zannetti, bu kez İmrahor esnafından iki mislini topladı...Birgün hepimizin gözü önünde berber Ziya, ‘‘Abi şu müteahhit Azmi zamanında yalvardı yakardı borç istedi... Elimde avucumda ne varsa verdim... Şunca zaman geçti alamıyorum... Oğlanı evlendireceğim, n'olur şu parayı al ondan abi, hakkın evvellallah bakidir’’ diye kapandı Necati'nin ellerine... Sonra da salya sümük ağlamaya başladı...Berber Ziya bunları anlatırken şaşıran Necati ‘‘Şey, Ziya abi...’’ filan diyecek oldu ama, Ziya'nın hüngür hüngür ağlamasına dayanamayıp ‘‘Tamam üzülme, bakarız çaresine...’’ diyerek kalktı gitti...Ve ertesi gün de Ziya'nın parasını şakkadanak getirip eline verdi...Hepimiz ‘‘Lan kabadayı dediğin böyle olacak aşkolsun valla, nasıl aldı parayı...’’ diye şaşırıp kaldık...Daha sonraki günlerde birgün, kiracısından üç aydır kirasını tahsil edemeyen bu yüzden de ameliyat olması gereken annesini ameliyat ettiremeyen biri daha geldi Ufarak Necati'ye... Adamı uzun uzun dinleyen ve duygulanan Necati iki gün sonra o arkadaşın parasını da saydı eline...Ve Necati'nin ünü giderek daha yayıldı... Artık herkes birbirine Necati'nin inanılamayacak maceralarını anlatıyordu...Bu arada duyuyordu ki, yeraltı dünyası Necati'den rahatsız olmuştu... Necati'yi vurduracakları söyleniyordu...Bir gece Necati'nin evinin önünde ellerinde ikişer adet tabanca vurulmuş iki kişi bulundu...Görünene göre Ufarak Necati üstüne salınan herifleri temizlemişti... Necati hakkında soruşturma açıldı ama sonuçta birşey çıkmadı...Ve bir gün duyduk ki, Necati bizim semtten gitmeye karar vermiş...Polisler Necati'yi kahvenin iki sokak ötesindeki kirada oturduğu evinden eşyalarını kamyona yüklerken yakaladılar...İmrahor'un bir kısım ihtiyar takımı savcılığa dilekçe yazmışlar ‘‘Haraç almak, alacak tahsil etmek vs.’’ gibi suçlardan Necati hakkında suç duyurusunda bulunmuşlardı...***Oysa daha sonra öğrendiğimize göre Necati'nin bu taraklarda hiç bezi yoktu...Necati bir şirkette gece bekçiliği yapıyordu... Evinden gece çıkıp sabah dönmesinin nedeni buydu...Biz Reşat Baba'nın dolduruşuyla hepçek adamcağızı ‘‘Baba’’ yapmıştık...Ufarak Necati, alacağını alamadığını, bu yüzden kızının düğününü yapamadığını salya sümük ağlayarak anlatan berber Ziya'ya ve kirasını tahsil edemediğini söyleyen öbür herife o paraları, durumlarına yüreği dayanamadığından karısının bileziklerini satarak getirmişti...Evinin önünde bulunan o iki mafya tetikçisi ise, namı yürüyen Necati'yi önce hangimiz vurup şöhret olacağız kavgasına girmiş birbirlerini vurmuşlardı...Mahallenin o ihbarından sonra Necati yargılanmak üzere tutuklandı... Sanırım birkaç ay da cezaevinde yattı...Zaten ondan sonra biz de Necati'yi unuttuk...***Aradan bir iki yıl geçti... Bir gün gene Manav Mehmet'in kahvesinde otururken, kahvenin önünde zank diye siyah bir Mersedes durdu... İçinden bir alay adam indi...Ve kahvenin kapısına bir tekme patlatarak içeri arkasında üç adamı bizim Ufarak Necati girdi... Elinde tespih, gene o köşedeki eski yerine oturdu... Gözünü beyaz duvara dikip Manav Mehmet'e, ‘‘Git esnaftan hoşgeldin vergilerini topla...’’ dedi.Sonra da bize döndü, ‘‘Az ilerde deniz kenarında bir yalı aldım, yani gene buralıyım’’...Ve daha sonra yıllarca canımıza okudu... Haracını da aldı, t
Yazının Devamını Oku

Kader utansın

29 Ağustos 1998
Koskoca bir Avrupa Atletizm Şampiyonası yapıldı... Bizim birçok, hem de iddialı geçinen kanallarımız popolarını dönüp bakmadılar bile...Ama o şampiyonaya bizden katılanlar Sibel, İbo, Mahsun, Seda olsaydı, Avrupa Şampiyonası'nı ekranlara en kral biz getirirdik...TRAFİK CANAVARININ DA CANI VARGariban ‘‘Trafik Canavarı’’ televizyonların sanki artık kadrolu elemanı oldu...Her Allah'ın günü ekranlara gelen kan revan içindeki, insanların telef olduğu o bitmez tükenmez trafik kazalarının tek sorumlusu ‘‘bizim ‘‘Trafik Canavarı...’’Yahu bu Trafik Canavarı kimdir?.. Van Canavarı gibi kuyruklu mudur, yoksa kuyruksuz mu?..O haber bültenlerini okuyan haber sunucusu arkadaşlar artıkbu iç bayıltan laftan sıkılmamış mıdırlar?..O haber bülteni metni önüne gelen haber müdürü, resmen bir geri zekalı buluşu olan o Trafik Canavarı tanımlamasını hala bıkıp usanmadan niye ekranlara iteler...O kazaya neden olan af buyurun şoför zepevenkinin bu işte hiç mi suçu yoktur?..Bu kazalara neden olan yolları yapamayanlar, caydırıcı kuralları, cezaları koyamayanlar, bir ‘‘Trafik Canavarı’’ numarasıyla bu işten nasıl yırtarlar ki?..Bu işin bu kadar sorumlusu, sorumsuzu varken biz bulmuşuz bir gariban Trafik Canavarı'na verip veriştiriyoruz...Günün birinde bir trafik kazasında bu Canavar'ın da başına bir şey gelse bakalım o zaman ne halt edeceksiniz?..(Yukarıdaki karikatürde Canavar ve ailesi görülüyorlar...)YAKMA Bİ SİGARATelevizyonlarda daha çok geceyarıları ekrana gelen ve belli ki biraz da kanun gücüyle yayımlatılan ‘‘Sigaranın Zararları’’ adlı bir film var...Film bayağı da uzun olduğundan, sanki başlıbaşına bir televizyon programıymış gibi, gazetelerin, dergilerin program akışlarını yayımlayan sayfalarına bile girmiş durumda...Beni geceleri pek uyku tutmadığından, yani biraz gecekuşu olduğumdan, gecede üç beş defa bu sözümona eğitici filme rastlıyorum...Film o kadar sıkıcı ki, örneğin ben sigarayı bırakalı oniki yıl oldu, bu filme kendimi biraz kaptırsam, sıkıntıdan her an sigaraya başlayabilirim...Zaten film öyle yapılmış ki... Kahvelerde oyun oynarken sigara tüttürenleri... Bilimum kapalı yerlerde sigara içenleri, o dumanlı havayı falan gösteriyor...Güya sigara içenleri sigarayı bırakmaya teşvik ediyor ama, sigarayı bırakanlar da ‘‘Ah lan herife bak ne biçim tüttürüyor...’’ deyip adeta eski dumanlı günlerine dönmeye teşvik ediyor...Bir de bu filmlerde sigaraya henüz başlamamış ama gençliğin raconu olarak her an başlayabilecek gençleri etkileyebilecek bir şey yok... Ekranda sürekli genç insanın seyretmeyeceği, bıyıklı sakallı birtakım adam görüntüleri var... Bu filmler kimlere yaptırılıyor bilmiyorum ama, herhalde bu işin bir bütçesi falan var...O zaman asıl önemli olan gençlere, dahası çizgi filmler yoluyla çocuklara ulaşan daha aklı başında kampanyalar yapın da, hiç değilse bir işe yarasın...YENİ GAFTansu Çiller'i geçen gün gittiği BORSA'da yuhalamışlar...Olaydan sonra Tansu hanım, ‘‘Çok üzüldüm... Oysa ben BURSA'da sevildiğimi zannediyordum.Bir daha BURSA'ya gelmeyeceğim’’ demiş...
Yazının Devamını Oku