Tekin Aral

Karaca devrede!

6 Haziran 1998
Yeşil, şu ara günün konusu...Başbakan bir ara tutuyor, ‘‘Yeşil sizlere ömür’’ diyor...Sonra gene Başbakan Uğur Dündar'la televizyonda yaptığı söyleşide, ‘‘Öldürmeyen Allah öldürmüyor... Yeşil sağmış... Akın Birdal'ın öldürülme emrini Yeşil vermiş...’’ diyor vs.İşte geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili bir yazı yazmış, bunca olayına karşın memlekette ipi kuşağına denk, elini kolunu sallayarak dolaşan bu Yeşil'in, ülkenin MİT'i, polisi, jandarmasınca bugüne dek neden yakalanmadığını sormuştum... Ve yazının sonunda da şöyle demiştik:‘‘Size bir şey söyleyeyim mi?.. Sonunda ben biliyorum ne olacağını...Bir gün ‘‘Yeşil'i yakalamak bizim işimiz değil, TEMA Vakfı'nın işidir’’ diyecekler... Ve kabak sevgili Hayrettin Karaca'nın başına patlayacak... Yakındır, göreceksiniz...’’Geçen gün beni TEMA Vakfı Başkanı sevgili Hayrettin Karaca aradı... ‘‘Tekin Bey, bana bir görev vermişsiniz... Ben kendimi ülkeye adamış bir kişiyim... Bu iş bana düşüyorsa, n'apalım 'Yeşil'i de yakalarım’’ dedi.TELEVOLE'LERE KIYMAYINGalatasaray'ın ligin ikinci yarısındaki maçlarını Diyarbakır'da oynama önerisinin yankıları büyük oldu... Olay neredeyse günün konusu haline geldi... Galatasaray Başkanı Faruk Süren şayet bu konu gerçekleşirse, ikinci yarı boyunca Galatasaraylı futbolcuların da sürekli Diyarbakır'da kalacaklarını söyledi...Bu arada devreye Siirt Valisi girdi ve o da Fenerbahçe'nin bazı maçlarını Siirt'te oynaması konusunda bir girişimde bulundu...Ve bizim spor servisinin de öncülüğünde sonunda ortaya bir Güneydoğu Futbol Kampanyası çıktı...Yalnızca Galatasaray ve Fenerbahçe'nin değil, Beşiktaş ve Trabzonspor'un da maçlarının bir bölümünü Güneydoğu'da oynaması gündeme geldi...Bunlar Güneydoğu'nun gelişmesi adına çok olumlu şeyler...Ama beni burada rahatsız eden ‘‘Televole’’cilerin durumu... Zira bu uygulama Televole ekiplerimize büyük haksızlık...Düşünün; Güneydoğu'da ne yüzme havuzu var, ne öyle abuk barlar var...Herhalde Alpay'la Cansel'in, Hakan Şükür'ün oturup Harran Ovası'nda poz verecek, fıkra anlatacak halleri yok...Bu Güneydoğu işi gerçekleşirse, bu iş Televole'cilerin başını yakacak...32. GÜNSon 32. Gün programında M. Ali Birand'ın konukları İmren Aykut, Ajda Pekkan ve Hülya Avşar'dı...M. Ali Birand çok belli ki programına İmren Aykut'un programını şöyle bir ağırlığı olsun, Ajda ile Hülya'yı da reyting yükselsin, torba dolsun amacıyla konuk etmişti...Bu arada arkada da sanki Cumhuriyet Bayramı kutlama programı yapılıyormuş gibi yerden göğe bir Türk bayrağı vardı...Bizim çocukluğumuzda, cambaz Rıfat Tolgaer, İzmirli Korkusuz Kardeşler alkış almak için bir ara göğüslerinden Türk bayrağı çıkarırlardı...Tabii sevgili Birand alınmasın ama, o abartılı bayrak bana biraz sözünü ettiğim o durumları çağrıştırdı...Yıldız Teknik Üniversitesi'nde yapılan programda çok ilginç sahneler yaşandı...Hülya Avşar kendisine konumu, yaptığı programlar, sanatçı(!) kişiliği ile sorular soran üniversiteli gençlerle eteğini beline dolayıp ‘‘Ben kavga etmeyi çok severim’’ deyip posta koydu, onlarla kavgaya soyundu... Onların bazı sorularını yanıltmayı ‘‘zaman kaybı’’ olarak değerlendirdi...Yahu tabii Hülya'nın da kendi sanatı(!)nı korumak en tabii hakkı... Ama o gençlerle kavga etmek öyle pek ucuz ve kolay iş değil... O gençler yıllar süren kavgalarında arkadaşlarını yitiriyor, işkenceler görüyorlar...Neyse uzatmayalım, program sonunda Hülya Avşar'ın bazı üniversiteli arkadaşları geri zekalı olarak tanımlamasına kadar gitti...Ha bu arada şunu söyleyeyim... Programda gençlerin tabii çok atak, gereksiz ve anlamsız agresif soruları da vardı...İmren Aykut verdiği cevaplarla programın en başarılısıydı...Hülya, kendisine yüklenildiği ölçüde neden Ajda'ya yüklenilmediği konusunu düşünmeli...M. Ali Birand'ın yıllardır merak ve keyifle izlediğimiz ‘‘32. Gün’’ programı sanıyorum reyting endişesiyle format değiştirdi...Tabii işin esprisi ama, herhalde M.Ali, Kenan Erçetingöz'ün ‘‘Yüz Yüze’’ programına göz dikti...
Yazının Devamını Oku

Hesaaap!

31 Mayıs 1998
Bizim ünlü bir geleneğimiz vardır... Eşimiz, dostumuz, arkadaşlarımızla gittiğimiz bir yerde hesap verme konusunda adeta güreş tutar, ‘‘Allahaşkına ben vereyim, darılırım bak...’’ gibi sözlerle kahramanlık yarışına gireriz...Bu hesap didişmesinde çoğumuz gerçekten de içten davranırız ama, kabullenelim ki hele de körün tuttuğunu öptüğü şu zamanda elimizi cebimize atarken işi biraz ağırdan alıp, karşımızdakinin bu işi bitirmesi için dua ederiz...Örneğin özellikle yemek sonlarında masadaki tüm erkeklerin nedense birden çişleri gelir...Hesaptan yırtmak için alayı aniden toz olurlar, kendilerini tuvalete atarlar...Bizim Fürüzan diye bir arkadaşımız vardı... Füruzan tersine hesap ödeme meraklılarındandı... Ama bu işi içtenlikle yapardı... Bulunduğu yerde hesap ödemek Füruzan'ın tutkusuydu adeta... Onun olduğu masada hesap pusulasına el uzatmak hiçbir babayiğidin harcı değildi...Fürüzan'ın hali vakti oldukça yerindeydi... Dahası mirasyedi idi... Babasından han, apartman bir alay öteberi kalmıştı... Ayrıca kardeşiyle kör topal yönettikleri bir de fabrikaları vardı...Füruzan genelde bekardı... Aradabir evlenirdi... Çok gezerdi... Her gece sabahlara dek, o lokanta senin, bu gece kulübü, bar benim dolanıp dururdu...Evliyse karısını, nişanlıysa nişanlısını, bekarsa sevgilisini alırdı, yemeğe, gece kulüplerine birlikte gider, birlikte eğlenirdik...Ama dediğim gibi Füruzan buralarda kimseye beş kuruş ödetmezdi...Hesap geldiğinde adet yerini bulsun diye, ‘‘Aaa, çok oldun artık... Bu defa hesabı bize bırak, ayıp oluyor birader...’’ gibi sözlerle sözde elimizi cebimize atar, hesap pusulasını çekiştirirdik falan ama... Aslında Füruzan'la bir yere giderken yanımıza para bile almazdık... O hesabı çekiştirme faslı sonrası parayı her zamanki gibi gene Füruzan öderdi...Dedim ya Füruzan tutkunuydu bu işin... Kafayı bu hesap ödeme işine takmıştı...İşin daha da ilginci, yanında kimse olmasa tutar başka masaların hesabını öderdi...Müthiş sevimli, konuşkan ve espriliydi... Tek başına gittiği bir lokantada ya da gece kulübünde örneğin yandaki masa ile hemen ilişki kurar, bir süre sonra ya masalar birleşir ya da Füruzan o masaya davet edilirdi... Sonrası, hesaplar Füruzan'dan tabi... Gittiği, ahbaplık ettiği masa kaç kişiymiş, ne yemiş, ne içmiş, bu asla umurunda olmazdı...***Tabi bu arada Füruzan'ın başına bu yüzden ufak tefek şeyler de gelmiyor değildi...Birgün İstanbul - Ankara treninin restoran vagonunda yan masada oturan bir karı kocanın hesabını ödemekte diretmiş, iri kıyım adamdan feci bir dayak yemişti... Dahası adam Füruzan'ı trenden atmaya kalkarken yetişenler adamın elinden güçbela kurtarmışlardı Füruzan'ı...Bir ara Füruzan'ı birkaç yıl görmedim... O sıralar eskisi gibi geceleri sürtmüyor, onlara pek katılmıyordum...Derken nişanlandım... Küçük bir lokalde arkadaş arasında yaptığımız nişanımıza Füruzan'ı da çağırdım... Çok sevinip geldi... Epey de kaldı... Giderken bir garson çağırıp hesap istedi... Yanına koştum bunun benim nişanım olduğunu hatırlatıp hesap ödemesine zor engel oldum...Anlayacağınız tam adam çıldırtmalıktı Füruzan... Bırakın barı, sazı, lokantayı, gittiği arkadaşlar evlerinde bile cüzdanına davranır, hiçbir şey yapamasa giderken ev sahibinin cebine bahşiş sokuşturmaya çalışırdı...Aradan kısa bir süre geçti... Evlendim... Birkaç gün sonra da kutlamak için Füruzan bizi bir akşam yemeğine davet etti... Sözleştiğimiz gün buluştuk...‘‘Bu akşam yeni açılan bir yere gideceğiz... Müthiş methediyorlar... Yemekleri, anbiyansı nefismiş...’’ dedi Füruzan...Ve o yeni açılan yere gittik... Boğaz sırtlarında gerçekten çok lüks bir yerdi... Yemekleri ise inanılmaz güzellikteydi...Füruzan oraya ilk kez gelmesine karşın garsonları başında pervane etmişti...İstakoz gidiyor havyar geliyor, kadehimizdeki şarap bitmeden masada şampanya patlıyordu...Derken zaman ilerledi... Yemeğimiz sona erdi...Füruzan arkaya döndü... O binlerce kez duyduğum ses tonuyla garsona:‘‘Hesap...’’ dedi...Ve de en merasimli bir biçimde hesap geldi...Füruzan pusulayı kaptı... Herzamanki gibi gene gözleri ışıl ışıldı... Elini önce ceketinin sağ cebine daldırdı... Sonra sol cebine derken, pantolonunun ceplerini karıştırmaya başladı... Ama bir türlü cüzdanını çıkaramıyor, yüzü de gittikçe asılıyordu...Ve sonra gülmeye başladı...‘‘Eee, hadi iyisin...’’ dedi... ‘‘Ömrümde ilk kez biri bana yemek ısmarlayacak... O şeref de sana ait olacak... Nasıl oldu bilmiyorum, cüzdanı evde unutmuşum... Başka yer olsa önemli değil... Basar imzayı çıkarım... Ama, buraya ilk kez geliyorum, beni pek tanımazlar... Yıllardır hesapları hep ben ödüyordum diye bozulurdunuz... İşte sıra geldi, şimdi de sen öde bakalım...’’Birden dondum kaldım... Tamam bağrıma taş basıp ödemesine öderdim de, Füruzan'la yemeğe çıkıyoruz diye her zamanki gibi gene yanıma beş kuruş almamıştım... Ayrıca bu defa özel olarak davetliydik de...Füruzan'ın kulağına eğilip, ‘‘Bende hiç para yok ki...’’ dedim.‘‘Yapma ulan... Ömrümde ilk kez birisinden hesap ödemesini istiyorum... O da param yok diyor!.. Dedim ya bildik bir yer olsa önemli değil ama buraya ilk kez geliyorum...’’Bu arada garson tepemizde bekliyor, konuştuklarımıza kulak kabartıyordu...Derken Füruzan garsona döndü...‘‘Beni tanımıyorsunuz herhalde... Bir aksilik oldu... Bana müdürü ya da şefi çağırır mısınız?’’ dedi.Garson, ‘‘Biz sizin gibilerini çok gördük’’ dercesine biraz da alaycı bir ifadeyle ‘‘Olur çağırayım’’ dedi.Az sonra ise masanın başına öyle şef mef değil, bir ekip geldi...Füruzan onlara durumu ve kim olduğunu anlatmaya çalışıyordu... Adamlar ise bizimkinin söylediklerini pek iplemiyorlar, homurdanıp duruyorlardı...İş büyüdü büyüyecek, neredeyse kavga çıkacaktı... Çevre masalar da yemek yemeyi bırakmış, bizi izliyorlardı...İşte tam bunlar olurken o sırada tepemizde dikilen müdürün yanına bir garson gelip müdürün kulağına birşeyler söyledi...Ve de az önce o burnundan dumanlar çıkan müdür, yüzünde güller açmış bir durumda Kamuran'a ‘‘Af buyurun efendim, hesabınız tamam... Afiyet olsun, iyi geceler...’’ diyerek beraberindeki çamyarmalarından oluşan itlaf ekibini de alarak toz oldu...Şaşırmış birbirimize bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk...Bize az ilerki masadan kadeh kaldıran şişman adamı işte o zaman gördüm...Az sonra da dostlarıyla oturduğu masadan kalktı, elinde içkisi yanımıza geldi...‘‘Çok affedersiniz iki dakika oturabilir miyim?..’’ dedi... Biz birşey anlamamış birbirimize bakıyorduk...Adam masaya oturdu... Ve Füruzan'ın gözlerinin içine baka baka...‘‘Sizden çok özür diliyorum... Hesabınızı ben ödedim...’’ dedi... ‘‘Siz beni belki hatırlamadınız ama, ben sizi unutmadım... İki yıl önce İzmir Efes Oteli'nde dostlarımı yemeğe davet etmiştim... Sizinle o ara ahbap olmuş, siz benim otuzbeş kişilik hesabımı ödemiştiniz...’’***Sevgili arkadaşım Füruzan bir süre sonra bir kazada aramızdan ayrıldı...Ama yaşasaydı, bugünkü bunca hesabın içinden nasıl çıkardı bilmiyorum...Zira şu ara memlekette ‘‘verilmesi gereken’’ o kadar çok hesap var ki!..
Yazının Devamını Oku

Zap zup

30 Mayıs 1998
TRT2'de ‘‘Atölye’’ adlı bir program var...Programda ressamlarımız ve sergiler tanıtılıyor... Resim sanatına ilişkin bilgiler veriliyor...Programın reytingini bilmiyorum ama, akıl edip bir ressamımıza Sibel'le İbo'nun birer portresini yaptırıp, onları da program dekorunun şöyle en görünür bir yerine asarlarsa, izlenme oranı bayağı artar...***Arena'da Uğur Dündar'la yaptığı konuşmadan öğrendiğimize göre Gülay Aslıtürk yakında Türkiye'ye dönecekmiş...‘‘Türkiye seninle gurur duyuyor...’’ bağırışçılarına duyurulur... Geleceği saatte havaalanında olsunlar...DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞCHP son yılların en esaslı Kurultayı'nı yaptı... Müthiş görkemli bu Kurultay'ı sanırım televizyonlardan izlemişsinizdir...Kurultay'ın en ilginç olayı, Genel Başkan Deniz Baykal'ın salona pop şarkıcıları gibi duman show'uyla gelmesiydi...Ben zaten Sayın Baykal'ı hayatımda hiç şöyle aççık seççik net bir durumda görmedim... Hep böyle belli belirsiz dumanlar arasında gördüm...CHP'nin ve Baykal'ın çok önemli ve farklı mesajlar vereceği söylenen bu Kurultayı'nda da sonuçta Deniz Hoca gene dumanlar arasına girdi, her zamanki gibi hafif flu bir durumda olmayı yeğledi...Ama o duman gösterisiyle belki Baykal Hükümet'e ‘‘Kurt dumanlı havayı sever... Sizin hükümet de biraz dumanlı durumda... Bu kurda dikkat edin ha!..’’ mesajı vermeyi hedeflemişti...Neticei kelam, Mesut Bey'in sigara, Güneş Taner'in puro dumanından sonra, başımıza bir de Baykal'ın sahne dumanı çıktı sonunda...Uzun sözün kısası, öyle veya böyle milletçek fena halde dumanaltıyız anlayacağınız...YEŞİL‘‘Yeşil’’in adı önce Susurluk olayıyla gündeme geldi...Susurluk olayının en önemli kişisi ve birçok cinayetin sorumlusu olduğu söylenen Yeşil'in güya peşine düşüldü... Ama hiçbir sonuç alınamadı...Derken daha sonra ‘‘Yeşil’’in bizzat Başbakan tarafından, ölmüş olduğu açıklandı...Ve daha da sonra bildiğiniz gibi Akın Birdal vuruldu...Geçtiğimiz gece ‘‘Arena’’ programında ise sayın Başbakan Mesut Yılmaz, Uğur Dündar'a yaptığı açıklamada, ‘‘Yeşil’’ olayına yeni bir boyut getirdi... Yeşil'in sağ olduğunu, Akın Birdal'ı vurma emrinin ‘‘Yeşil’’ tarafından verilmiş olduğunu söyledi... Ve gene Başbakan'ın söylediğine göre ‘‘Yeşil’’in yeri saptanmış durumda ve de sözümona yakalanacak...Duy da inanma... Bu ‘‘Yeşil’’ bunca zamandır memlekette elini kolunu sallayarak dolanıyor, her bir haltı yiyor da, MİT'i, polisi, jandarması bugüne dek niye yakalayamıyorlar bu adamı?..Size bir şey söyleyeyim mi?.. Sonunda ben biliyorum ne olacağını...Bir gün ‘‘Yeşil'i yakalamak bizim işimiz değil, TEMA Vakfı'nın işidir’’ diyecekler... Ve kabak sevgili Hayrettin Karaca'nın başına patlayacak... Yakındır, göreceksiniz.DÜNYA KUPASIÖzel kanallar futbol adına üfürdükleri yerde mangalda kül bırakmıyorlar, ama yakında başlayacak ‘‘Dünya Kupası’’ konusunda sınıfta kaldılar...NTV ve Kanal D Dünya Kupası'nı önemseyen, bu konuda program yapan kanallar...Ama, TRT 3'ün Dünya Kupası programları süper... Ama keşke, Dünya Kupaları'nın adeta tarihini yayımlarlarken araya güvenilir bir iki yorumcu da koyup, eski Dünya Kupaları ve futbolcu ile günümüz futbolu arasındaki farkı anlatan yorumlar da yaptırsalar, o programları daha da zenginleştirselerdi...TRT, ‘‘Dünya Kupası’’nda tek tabanca olacak... Çünkü maçların yayın hakları TRT'ye ait...Ama o Dünya Kupası'nda, maçlar dışında daha neler var neler... Özellikle de ne magazinler var...Örneğin Televole gibi bir ‘‘Kupavole’’ neden olmasın?..Bakalım TRT dışındaki kanallar Dünya Kupası'nda neler yapacaklar, bekleyelim görelim...YÜZ YÜZEKenan Erçetingöz'ün ‘‘Yüz Yüze’’ programını sanırım izliyorsunuz...Kenan aynen soyadı gibi gerçekten ‘‘çetin’’ bir göz...Her bir duruma hakim... Kimin ne halt yediğini önündeki ‘‘modern falcı küresi’’ laptop'a bakıp anında görüntülüyor...Kenan'ın programlarını ben de denk düşürdükçe ilgiyle izliyorum...Bize şöhreti yakalamış o meşhur ‘‘sanatçı’’ takımının nereden gelip nereye gittiklerini anlatıyor... Meraklılarını bu konularda aydınlatıyor...Benim kafama takılan, Kenan Erçetingöz'ün programındaki o ‘‘Kimin pabucu kimin ayağında, kim kimi mucukluyor?..’’ bölümü...Kenan'ın geçtiğimiz hafta futbolcu Sergen ve eski Beşiktaş yöneticisi Erdal Acar'la söyleştiği program, yaptığı programların en iyilerinden biriydi...Türkiye'de transferde, bir oturuşta en büyük parayı kaldıran Sergen'i her yanıyla izleyenlere tanıttı... Meraklılarının Sergen'le ilgili öğrenmek istediği çok şeyi açığa çıkardı...Her şey doğru düzgün giderken de birden kafayı gene belden aşağı sardırdı...Hem Sergen'e, hem de zamparalıklarından söz edildikçe çaktırmadan keyiften ağzı kulaklarına varan Erdal Acar adlı arkadaşa, başladı ‘‘Filancaya pul koleksiyonunu gösterdin mi? Falancayla al takke ver külah oldun mu?.. Şununla güreş tuttun mu?..’’ diye bilimsel sorular sormaya...Yahu Kenan, bir program kotarmışsın... Keşke bunu kaliteli bir ‘‘Yüz Yüze’’ formatına oturtabilsen...O kim kimle güreşiyor işinin suyu çıktı... Bu konuları kimse de pek iplemiyor. Bunları sayfalara döktüren dergilerin çoğu batakta... NBC'deki Jay Leno ve CNN'deki Larry King çok iyi bir ‘‘Yüz Yüze’’ örneğidir...Bence onları bir de alıcı gözüyle seyret...
Yazının Devamını Oku

Futbolcuyuz futbolcu

24 Mayıs 1998
Aziz Nesin vakti zamanında, ‘‘Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu...’’ diye bir söz söylemişti...Rahmetli ne kadar ileri görüşlüymüş, vallahi helal olsun...Zira yediden yetmişe artık alayımız, Aziz Nesin'in dediği gibi futbolcu olduk... Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız, üstümüz, başımız herbir yanımız futbol...Memleketin işsiz güçsüz ortalıkta aylak aylak dolanan hükümeti, parlamentosu bile bu futbol sayesinde iş güç sahibi oldu... Başbakan Galatasaray'a, Meclis Başkanı Beşiktaş'a futbolcu transfer ediyor...Lig, Kupa, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık Kupası vs. derken maçlar bitti... Şimdi cümleten kafayı transfere sardırdık...Sabah yataktan kalkıp kapıdan gazeteyi aldığımızda ilk işimiz, gazetenin af buyurun dötünü çevirip, ‘‘Hakan acaba istediği iki trilyonu alabildi mi, yoksa 500 milyar eksik verip hala çocuğun hakkını yemeye mi çalışıyorlar?..’’ diye spor sayfasına bakmak oluyor... (Neyse bu arada Hakan Şükür, hakkını aldı şükür...)Galatasaraylı Tugay'a kulübü tarafından adeta sadaka verir gibi verilmeye kalkılan 800 milyar lira resmen yüreğimizi dağlıyor, bizi isyanlara sürüklüyor!..Şimdi, ‘‘Sen bu futbolcuların aldıkları paraları kıskanıyorsun... Bu konuyu espriyle karışık bu yüzden diline doluyorsun...’’ diyeceksiniz... Ne demek istediğinizi anlıyorum...Ama gençliğimde boğaz tokluğuna oynadığım Beşiktaş genç takımından sonra, transfer için gittiğim Nişantaşı Kulübü'nün, transferimin gerçekleşmesi için benden üste para istemesinin inanın bu yazdıklarımla hiç ilgisi yok... Yani herhangi bir kıskançlık durumu asla bahis konusu değil...Zaten alan razı, veren razı bu durumda, bize de ot yemek düşer... Tamam da...Bunca trilyonluk futbolcuya sahip bir ülke olarak dışarda niye hiçbir kıymeti harbiyemiz yok, Dünya Kupaları'nda, Avrupa Kupaları'nda neden esamemiz okunmuyor?..Topa şöyle bir tosurdu mu mangalda kül bırakmayan futbol virtiözlerimizin bir teki bile, artık Kuala Lumpur'lu futbolcuların bile oynadığı Avrupa takımlarında neden oynayamıyor?.. Benim kafamın takıldığı nokta bu...Ayrıca bu sözünü ettiğim durum yalnızca futbolumuz için değil, politikamız, politikacımız, yönetim biçimimiz, müziğimiz vs. için de geçerli...Örneğin, şarkıcımız, türkücümüz, popçumuz milyon kaset satıp trilyon götürüyorlar... Ama daha batıya ‘‘ce’’ diyen tek şarkıcımız, batı kasetçalarında, diskçalarlarında dönen tek kasetimiz, diskimiz yok...Uzun sözün kısası, kendimize kapalı devre bir dünya kurmuşuz, uçar kaçar birtakım değerler saptamışız, kendimiz çalıyor, kendimiz oynuyoruz... Çok affedin, birbirimizi düdükleyip duruyoruz...Hay Allah, futbolla başladık nerelere geldik... Bunlar bizim boyumuzu aşan, derin ve de hicranlı konular...Şimdi gelin biz gene dönelim futbola ve transfere... İşin ciddi bölümünü ittiredip gelin olayın biraz gırgırına takılalım... Ve de ben sizlere bir transfer öyküsü anlatayım...Ha, bu arada şunu da söyleyeyim... Gırgır falan diyorum ama, aslında bu öyküyü transfer yapan yöneticilerimizin, özellikle de golcü futbolcu peşinde olan bizim Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım'ın çok iyi okuması lazım... Bu arada bunu da belirteyim...***GOLCÜ FUTBOLCUBaşkan Kamil'den bu sütunlarda sizlere daha önce sözetmiştim...Müteahhit olan ve karısının başının etini yemesi sonucu yaşadığı ilin futbol kulübüne başkan olan Kamil, başkan olduğu ilk yıl, futbolcu diye Amerika'dan Amerikan Futbolu oyuncusu, futbol antrenörü diye Rusya'dan güreş antrenörü falan getirmişti ama, daha sonra bu acemilikleri atlatıp işi öğrendi...O günkü yönetim kurulu toplantısında Kamil'in kafası hayli bozuktu... Yumruğunu masaya vurup:‘‘Transfere o kadar para harcadık... Takımda hala golcü bir futbolcu yok... Ben seyahate çıkmadan bu işi mutlaka halletmeliyiz... Lan bu takımda golleri ben mi atacağım be!..’’ dedi...Gerçekten de haklıydı Kamil... Transfere milyarlar harcamışlar ama, becerip tüm taraftarın beklediği bir golcü futbolcuyu alamamışlardı... Liglerin başlamasına da çok az bir zaman kalmıştı... Taraftar ise ateş püskürüyordu...‘‘Şu lanet seyahate gitmeden önce bu işi bitirmek istiyorum... Şunun şurasında üçbeş günümüz kaldı, neredeyse ligler başlayacak... Biriniz Romanya'ya, biriniz Afrika'ya, diğeriniz Bosna'ya, nereye giderseniz gidin, bu golcü futbolcu işini bitirin... Tamam mı?..’’Kamil bu talimatı verdikten ve son kez masaya tekrar yumruğunu vurduktan sonra, bütün yönetim kurulu üyeleri kolları sıvadılar, işe koyuldular.O ara Kamil, Ortadoğu'nun uçsuz bucaksız dağlarının, çöllerinin tepelerinde bir ihale almıştı... Çok büyük bir işti... Ama kafasında da hep kulüp, özellikle de bu golcü futbolcu işi vardı... İş gezisine gidecekti ama, aklı burada kalacaktı...Ve Ortadoğu'ya gitmeden bir gece önce aldığı telefon Kamil'i sevinçten havalara uçurdu... Arayan yönetim kurulu üyesi Rıza idi... Afrika'dan arıyordu... Müthiş bir golcü bulmuştu... Aceleden seyretme fırsatı bulamamıştı ama, oynadığı kulübün yetkilileri anlata anlata bitiremiyorlardı adamı...‘‘Başkan görsen dalyan gibi adam... Golcülüğü yanısıra asıl önemli özelliği savunmaya yardım da ediyormuş...’’ diye anlatıyordu Rıza...Ertesi gün yanındaki Afrikalı futbolcu ile birlikte çıkıp geldi yönetim kurulu üyesi Rıza. Haber şehre yayılmıştı, kulüp binasının çevresi taraftarlarla dolmuştu. Dahası taraftarlar Afrikalı futbolcuyu şehrin girişinde karşılamışlar, omuzlara almışlardı.Başkan Kamil ve diğerleri de çok beğenmişlerdi Afrikalı'yı. Gerçekten kaya gibi çocuktu. En çok da, bir başka ülkeden golcü aramaktan o gün dönen Yugoslav antrenör bayılmıştı Afrikalı'ya.Ve Kamil'in seyahat günü geldi. Kamil yola çıkmadan önce takıma başarılar diledi. Artık içi rahattı. Gideceği yerde üç dört hafta kalacaktı ama sık sık kulübü arayacaktı.- Gerçi gittiğim yer dağın çölün tepesi, herhalde sizi bulup konuşmak çok zor olacak ama gene de arayacağım.Aradan birkaç gün daha geçti ve ligler başladı. Kamil'den ilk telefon da kendi sahalarında oynadıkları ligin ilk maçının ertesi günü geldi. Çok zor konuşuluyor, cızırtı ve parazitlerden söylenenler çok zor anlaşılıyordu. Ayrıca konuşma zırt pırt da kesiliyordu...‘‘Alooo, ben Kamil... N'oldu, maç n'ooldu?’’‘‘Üç sıfır Kamil bey üç sıfır...’’‘‘Bizim Afrikalı gol attı mı?.. Cosst. Zırr... Cazırtt... (Parazit sesleri)’’‘‘Attı abi, iki tane... Cııssst... Cazırt...’’Bir hafta sonra ki maç deplasmandaydı. Maçtan bir gün sonra Kamil gene aradı kulübü...‘‘Maç n'oldu maç?.. Çabuk konuşun gene pili bitiyor bu adi cep telefonunun... Cıssst... Pısstt.. Cazırt.’’‘‘Bir sıfır Kamil abi... Cızzttt.’’‘‘Golü kim attı?..’’‘‘Afrikalı...’’Kamil keyiflendikçe keyifleniyor... Takımın aldığı sonuçlar özellikle Afrikalı'nın golleri Kamil'i mest ediyordu.Üçüncü hafta da maçın iki sıfır olduğunu öğrenmişti. Afrikalı ise gene iki gol çakmıştı. Daha sonraki hafta ise zaten yurda dönüyordu.Dönüş için uçağa bindiğinde Türk Hava Yolları gazete dağıtıyordu. Bir gazete de o aldı. Ve hemen gazetenin spor sayfasını çevirdi. Belki takımıyla ilgili haber vardı. Birden gözleri alt köşedeki puan cetveline ilişti ve dondu kaldı. Olamazdı... Faltaşı gibi açılmış gözlerle defalarca baktı puan cetveline... Takımı son sıradaydı. Üç maç yapmış üçünde de yenilmişti. Peki o telefon konuşmaları?.. Oturduğu koltukta yığıldı kaldı.İşin aslını ise havaalanında öğrendi. Kendisini karşılamaya gelen yönetim kurulu üyelerinden Necmi:‘‘Afrikalı beş gol attı ama, hepsini bizim kaleye attı abi. Hani defansa yardım ediyormuş ya!.. Sana nalet telefonlarda anlatmak mümkün olmadı. Bu Afrikalı bize o Rıza denen hıyarın kazığı... Hem o Afrikalı'yı postalayalım, hem de Rıza'yı atalım yönetim kurulundan.’’Kamil boş gözlerle Necmi'yi dinliyordu...Bu futbol işi böyle namert bir iş işte...
Yazının Devamını Oku