Tekin Aral

Lezzet festivali

21 Haziran 1998
Geçen gece Kemer Country'de birincisi düzenlenen ‘‘İstanbul Lezzet Festivali’’ne gittim...Kemer Country Washington'un pardon, İstanbul'un Kemerburgaz ilçesinde bir mahalle...Washington diye karıştırmamın nedeni buradaki evlerin alayının Beyaz Saray'a benzemesi... Zaten adının ‘‘Country’’ olmasının nedeni biraz da bu... Böyle bir yerin adı da herhalde Kemer Şirinevler ya da Kemer Kooperatif Evleri olacak değildi...Bu arada Lezzet Festivali'ne giderken önce yolda bir kamyoncu arkadaşla festivallik olduk... Tam lezzetli yemeklerden önce kamyoncudan lezzetli bir sopa yiyordum ki, çevreden yetişenler herifin güçbela elinden aldılar beni...Bice Ristorante'den Citronellwe Restoran'a, Le Select'ten Max Brasserie'ye, Miyako ve Swiss Gourmet'den Patisserie de Pera'ya adamın adını söylerken dilinin dönmediği ne kadar lokanta varsa Lezzet Festivali'nde mevzilenmişlerdi... Aralarında Liman Lokantası, Güllüoğlu Baklavaları, Divan gibi Türkçe adları görünce göğsüm kabardı, bayrağımızı Lezzet Festivali gönderine çektiren bu kuruluşlarımızla resmen iftihar ettim...Biliyorsunuz ülkemizle ilgili ötedenberi söylenip duran bir rivayet vardır...Biz dünyanın yiyecek açısından kendi kendine yeten 7 ülkesinden biriymişiz...Diyelim ki bu doğru, tamam da, Doğu'da çöplerde yiyecek arayan o çocuklar ne oluyor o zaman?.. Ülkedeki yiyecek alayımıza yetiyor da, bir tek onlara yetmiyor anlaşılan!.. Onlarınki de şanssızlık işte, kader utansın...Ayrıca söylenen bu sözde gerçek payı da yok değil... Bırakın işin yiyecek içecek kısmını, en azından biz milletçek sürekli birbirimizi yediğimizden gerçekten öyle kolay kolay aç kalmayız...Neyse, şimdi bırakalım bu hicranlı konuları da gelelim Festival'e...***Elimde tabak, bahçedeki Çin'inden Japon'una, Hint yemeğinden Kore yemeğine bin çeşit yemeğin yer aldığı lokanta standlarının arasında tanıdık bir yemek bulmak için dolanmaya başladım...Bu arada şunu da söyleyeyim; yüzlerce kişi olmasına karşın ben hayatımda bu kadar sessiz festivali ilk kez gördüm... Herkesin ağzı tıkabasa dolu olduğundan kimse tek kelime konuşamıyordu...Bir İtalyan lokantasının önünden geçerken, lokantanın tanıtım görevlisi bir hanım arkadaş, ‘‘Rizotto'muzdan yemezseniz sizi bir yere bırakmam Tekin bey...’’ diye önümü kesti...Şimdi bizim Serdar Turgut bozulacak ama, bu Rizotto dediğin İtalyan lapası... Yani resmen bildiğimiz lapa... ‘‘Lan bir lapaya bu kadar para alınır mı?..’’ demesinler diye İtalyanlar içine deniz mahsulleri, sebze vs. katıyorlar...Lapayla büyüyen bir neslin çocuğu olarak bıkkınlıktan olacak, benim bu Rizotto ile aram pek iyi değildir...Hanım arkadaşa, ‘‘Şöyle biraz turlayayım, söz, gelip Rizotto'yu yiyeceğim...’’ dedim...‘‘Zaten Rizotto'muzu yemeden sizi buradan hayatta bırakmam...’’ diye cevap verdi görevli hanım...Sonra elimde tabak, zilliği kırmak üzere dolanmaya başladım...Aslında ben herkesin elinde tabak kuyruk olduğu bu açık büfe denen dalgadan hiç hazzetmiyorum... Nedense bana, esir kamplarında ve hapishanelerdeki yemek düzenini çağrıştırıyor...Lezzet Festivali'nde kurbağa bacağından salyangoz kızartmasına, köpekbalığı yüzgeci çorbasından çiğ yılan balığı fletosuna kadar gerçekten yok yoktu...(Bu arada bana Rizotto yedirmeyi kafaya koyan İtalyan restoran görevlisi hanım arkadaş, elinde bir tabak Rizotto ve çatal kaşık haldır haldır beni arıyordu... Tam beni gördü, kendimi bir ağacın arkasına atıp paçayı kurtardım...)***Ne zaman kurbağa bacağı ve salyangoz sözü geçse benim aklıma ünlü tiyatro oyuncusu sevgili Bilge Zobu gelir... Şimdi size anlatacağım olayı bana rahmetli Altan Erbulak anlatmıştı...Sakın ola ki yemek erbabı arkadaşlar alınmasınlar... Bu olay daha kurbağanın bacağını macağını bilmediğimiz çok eski yıllarda geçiyor...Altan'la Bilge Zobu Dormen Tiyatrosu'nda oynuyorlar...Tiyatro büyük illerimizden birine turneye gidiyor... İlk gece oyun sonrası ise kendileri onuruna bir davet veriliyor...Şehrin tüm ileri gelenleri, sosyetesi orada...Herkesin elinde içkisi, bu arada ortalıkta da ellerinde içlerinde çeşitli yiyecekler olan tepsilerle garsonlar dolanıyor...Bilge Zobu da elinde içkisi sessiz sakin bir kenarda duruyor... Tam yanında ise ileri gelenlerin hanımlarının oluşturduğu, görmüş geçirmiş bir grup var... Bir yandan içkilerini içip atıştırıyorlar, bir yandan da konuyu yemekten açmışlar hararetli hararetli sohbet ediyorlar...‘‘Hiç kurbağa bacağı yediniz mi?.. Ben geçen yıl gittiğimiz Paris seyahatinde yedim... Şahaneydi valla...’’‘‘Peki siz salyangoz yediniz mi?.. Önce yiyemem zannettim ama, bu yıl gittiğimiz Brüksel'de yedik, inanılmaz lezzetliydi...’’‘‘Peki hiç kaplumbağa çorbası içtiniz mi?..’’Sohbet bu minval üzre sürüyor... Bilge bir süre kulak misafiri oluyor...Sonra biraz dolanmak için grubun yanından ayrılıyor...Az sonra tekrar aynı yere geliyor... Sohbet berdevam...‘‘Peki salyangozun haşlamasını yediniz mi?..’’‘‘Yemedim ama siz kurbağa bacağının fırınlanmışını yediniz mi?..’’Bilge tekrar gidip şöyle bir dolanıyor... Bir süre sonra aynı yere gene geliyor ki, muhabbet bıraktığı gibi...‘‘Kaplumbağa sırtı yediniz mi?..’’‘‘Peki siz güvercin yumurtası yediniz mi?..’’Bilge Zobu sessiz sakin, az ama öz konuşan bir tip... Tepesi atıyor... Birden hanımlara dönüyor...‘‘Siz hiç MOK yediniz mi MOK?..’’ deyip, yürüyüp gidiyor...***(Bu arada elinde Rizotto tabağı ve çatal kaşık beni arayan o hanım arkadaşla tekrar gözgöze geldik... Bu defa bir masanın altına sığınıp Rizotto'yu hafif sıyrıklarla gene atlattım... Daha sonra bu hanımla durumumuz, mamasını ya da yemeğini yememek için kaçan çocukla, elinde tabak onun peşinde koşturan annesinin durumuna dönüştü...)***Dolaşmayı sürdürürken, şimdi ismi lazım değil ünlü bir restoranın standında bir arkadaşa rastladım... Yemeklerin altından giriyor üstünden çıkıyor, Allah ne verdiyse götürüyordu...‘‘Abi geçen gece bu restorana yemeğe gittik, öyle bir hesap giydirdiler ki...Şimdi ödeşmeye çalışıyor, intikamımı alıyorum...’’ dedi. Az sonra da arkadaş, patlamak üzereyken ambulansla alıp götürdüler...Bu arada Kore lokantası Sai Thai'nin önünde dikilip dururken organizasyon komitesi bana plaket vermeye kalktı... Gözümün kaşımın çekikliği ve Uzakdoğuluya benzer suratım nedeniyle beni restoranın sahibi sanmışlar...Ve gelelim gecenin sonuna... Geliri Türk Kalp Vakfı'na giden gecenin yıldızı Ajda Pekkan'dı... Ve Ajda sesi, sahnesiyle yıllar sonra gene müthişti...Zaten benim için bu memlekette iki gerçek var... Biri Ajda Demirel, diğeri Süleyman Pekkan... Pardon, biri Ajda Pekkan diğeri Süleyman Demirel... Bunca yıl sonra hala tepelerde olmak öyle her babayiğidin harcı değil...Benim gördüğüm Ajda bu işi daha götürür... Ama Süleyman Bey götürmese memleket için çok daha hayırlı olur...Ajda o gece verdiği o iki saatlik konseri Türk Kalp Vakfı yararına verip, tek kuruş almamış... Zaten aralarında anlaşma varmış... Kalp Vakfı, Ajda'nın yıllardır kalplerinden sakatladığı adamları bedava tedavi ediyor, Ajda da karşılık olarak onların konserlerine bedava çıkıyormuş...***Gece bitti... Tam karımla arabamıza bindik, hareket edeceğiz, arka koltuktan bir ses geldi ve arkada elinde tabakla Rizotto'cu kız belirdi.‘‘Hadi aç bakiim ağzını...’’
Yazının Devamını Oku

İbo Ronaldo'ya karşı

20 Haziran 1998
Sibel Can sakatlanınca özel kanallar, Dünya Kupası'nı yayımlayan TRT'nin karşısına İbo'yu çıkardılar...Hangi kanalı açsan hava durumu hariç, haber, teber, talavole, malavole karşında İbo'yu buluyorsun...Ekranlardaki İbo görüntüleri, İbo'nun durdurak demeden verdiği konserlerden oluşuyor...Bir bakıyorsun, İbo Almanya'da, hemen sonra İzmir'de, Antalya'da, şurada burada Kuzey Kutbu'nda vs.. İnsan, ‘‘Yahu bir adam bu kadar çok yerde nasıl bulunur?.. Bu İbo'dan aslında herhalde üç beş tane var...’’ diye düşünüyor... Valla İbo'daki bu enerji inanılacak şey değil... Temel Reis enerjisini ıspanaktan alıyordu, İbo da herhalde lahmacundan alıyor...Bu arada İbrahim Tatlıses'in Almanya konserini başarıyla ekrana getiren Atv'yi de kutlamak gerek, onu da belirtelim...Uzun sözün kısası, şu ara milletçek kendimizi İbo'ya endekslemiş durumdayız...Kupayı yayımlayamayan televizyon kanalları olarak, Dünya Kupası'nın karşısına bile İbo'yu koyuyoruz... Yani Ronalda'ya karşı İbo...Ha bu arada şunu da söyleyeyim İbo'nun Almanya konseri reyting olarak o geceki Dünya Kupası yayımının önünde...Ben size bir şey diyeyim mi? Bu İbo isterse bizi Avrupa Birliği'ne bile sokar...Hatta ABD'nin adı, Aibo bile olur!..YARIŞ YARIŞABİLDİĞİN KADARYarışma programları o tek kanallı TRT günlerinde televizyonların en çok izlenen programlarıydı...O zamanki yarışmalarda görsellik değil, daha çok konu ve soruların içeriği ön plandaydı...Sonra zaman değişti, hem gelişen teknoloji hem de televizyonların çok daha fazla kişice izlenir olması, yarışma programlarının şeklini şemalini de değiştirdi... Hele de giderek çoğalan kanallar ve aralarındaki reyting savaşları, batıdan alınan, eğlenceli, araba, buzdolabı vs. gibi ödülleri ağız sulandıran yeni yarışma programlarını ekranlara getirdi...Bilindiği gibi şu an içlerinde izlenme oranı en yüksek olanı ‘‘Kanal D’’deki Çarkıfelek... Tabii bunda feleğin çarkından geçmiş M.Ali Erbil'in de büyük rolü var...Gene Kanal D'de yayınlanan Berna Laçin'in sunduğu Çocuktan Al Haberi de izlenen programlardan...Atv'de hafta içi her gün yayımlanan ‘‘evendiim’’, ‘‘şimcik’’ vs. gibi yeni sözcüklerle Türkçe'yi zenginleştiren pop şarkıcısı Aydın'ın sunduğu ‘‘Gelin-Kaynana’’ programı ise tamgaz sürüyor... Sanırım bir kısmeti çıkıp Aydın gelin oluncaya dek de sürecek...Şebnem Dönmez'in o kumaşı yetmemiş elbiseleriyle sunuculuğunu yaptığı ‘‘Top Sende’’ programı ise Atv'nin bir diğer yarışma programı... Programda verdiği ödüllerle hem Atv cömert, sağolsun hem de olabildiğince Şebnem cömert... İki cömert bir olunca, program da seyran oluyor tabii...Daha bir alay yarışma programı var ama, benim burada sizlere asıl sözünü etmek istediğim, geçen pazar günü ilk kez izlediğim Seray Sever ve Kayra Şenocak adlı arkadaşların sunduğu Show'daki ‘‘Şans Kapıyı Çalınca’’ adlı program...Ben şimdiye kadar böylesini ne gördüm ne de işittim...Bu programda yarışmacı ailelere ev ödevi verir gibi bir haftada hazırlamaları için Çin çubuklarıyla tabaktan tabağa kurufasulye aktarmak, Anayasa maddelerini kelimesi kelimesine ezberlemek gibi ödevler veriliyor... Yani hem yarışmaya hazırlanma, hem de rehabilitasyonla tedavi gibi bir şey... Bu arada bu hazırlanma safhalarını aile bireylerinden birine kameraya aldırıyor, program esnasında bunu da dizi film gibi gösteriyorlar...Geçtiğimiz ‘‘Şans Kapıyı Çalınca’’ programında, bir hafta çalışarak ezberlediği Anayasa'nın o hayli uzun 19. maddesini okuyan bir vatandaş otomobil kazandı... Anasının ak sütü gibi helal olsun...Zira bu memlekette değil bir haftada, beş yılda Anayasa'nın ‘‘A’’sını bile öğrenemeyip arabanın, katın, yatın hasosunu götüren, üstelik Meclis'in içinde ne tipler varken, Anayasa'nın 19. maddesini sular seller gibi okuyan o vatandaşa o araba az bile valla...Ayrıca yarışma sırasında başarılı olamayınca, yarışmacı karı kocaların hicranlı bir musiki eşliğinde bir gözgöze gelişleri var, yarışmanın yanı sıra aynı anda yerli film seyreden gibi de oluyorsunuz...Kısacası, ‘‘Şans Kapıyı Çalınca’’da yarışmak öyle her babayiğidin harcı değil...Yakında Üniversite'ye Hazırlık Kursları gibi Şans Kapıyı Çalınca'ya hazırlık kursları da açılırsa hiç şaşırmayın...Yaşasın BasketbolNBA finallerinin bitişi, Basketbol severler için adeta Ramazan'ın bitişi gibi oldu...Zira maçlar süresince alayımız, sahura kalkar gibi sabahlara karşı üçlerde dörtlerde ayaklara dikildik...Sonunda biletimi ünlü basketbol sihirbazı Jordan kesti... Takımı Chicago'yu şampiyon yaptı...Bizlere bu müthiş keyfi yaşatan ‘‘Kanal D’’ye teşekkür ediyoruz...
Yazının Devamını Oku

Dünya Kupası’98

14 Haziran 1998
Tekin ARAL

1998 Dünya Kupası tüm hızıyla başladı... Artık futbolla yatıp, futbolla kalkacağız...

Bildiğiniz gibi maçlar TRT’den yayımlanıyor... Bu arada diğer kanallarımız ne yapacak diyeceksiniz...

Ne yapacak olurlar mı?

Onlar Dünya Kupası’nın

tam göbeğindeler...

Görelim bakalım

Dünya Kupası’nda neler yapıyorlar?






 








Yazının Devamını Oku

Dünya Kupası Paris

14 Haziran 1998
1998 Dünya Kupası'na katılamayışımıza çok bozuldum, Bari ben gideyim, oralarda şu memleketi temsil edeyim diye kapağı Paris'e attım...Burada herkes şu an futbolla kafayı yemiş durumda... Millet ünlü Şanzelize'de yürürken bile birbirine çalım atarak yürüyor...Şu an Fransa'da dünyanın 72 düvelinden milyonlarca insan var... Bunların bir bölümü, Paris'te, bir bölümü de ülkelerinin maçlarını oynayacağı şehirlerde mevzilenmiş durumdalar.Alayının ellerinde bayraklar, sırtlarında da takımlarının formaları var. Şarkılar söylüyor, bağırıp çağırıyor, geceleri de Eyfel'in altında kıran kırana resmen çift kale maç yapıyorlar.Zaten burada sırtında forma olmayan ve de suratını boyamamış adam gördüklerinde tuhaf tuhaf bakıyorlar.Bu olanı biteni izlerken, Fatih Altaylı ve Sabah Gazetesi'nden Orhan Vural'la birlikteydik.Fatih ‘‘Tekin abi, ben gidip üç tane forma alayım... Sen de bir yerlerden yarımşar kiloluk iki kutu boya bul, yoksa ele güne rezil olacağız.’’ dedi.***Şu an dünyada af buyrun, ne kadar fahişe ve yankesici varsa, Paris'te icra-i sanat eder durumda.Herkes cüzdanını resmen donunun içinde taşıyor... Bu nedenle insanların ya ön taraflarında ya da popolarında acaip kabarıklıklar var... Ve bu arada, cüzdanı kollamak için herkesin eli ya önünde, ya dötünde...Fahişe takımı ise, günde 24 saat aralıksız çalışıp amme hizmeti veriyor...Ha bu arada, fahişe deyince aklıma geldi; Allah sizi inandırsın aslında bizim gazeteye kafadan girecek bir haber... Paris'te yaşayan arkadaşların anlattığına göre; genellikle Aveneu Foch'da iş tutan Paris'in o ünlü fahişeleri, bir süredir çantalarında prezervatifin yanı sıra ‘‘Viagra’’ hapı da taşıyorlarmış... Ve Viagra hizmeti veren bu hatunlar, ellerinde üzerinde Viagra yazılı bir de karton tutuyorlarmış.Dünya Kupası'nda milli takımımız yok ama, Kupa bahanesiyle evden kirişi kıran zampara takımımız burada hazır ve nazır durumda.İnsanlarla sohbet ederken, tabii bizim ünlü takımlarımızı da soruyoruz... Cimbom'u, Paris St.Germain maçlarından tanıyorlar... Fenerbahçe ise burada, ‘‘Dünyanın antrenör bulamayan en ünlü takımı’’ olarak isim yapmış.***Takımlar buralarda şehir dışındaki Şato'larda kalıyorlar.Fransa'da şehirlerin dışındaki bu Şato'lar, turizm amacıyla kullanılıyor... Özellikle Paris'e yakın olanlar çok ünlü... Şato'ların en yenisi 18. Yüzyıl'dan kalma... Üç dört yıl önce ben bir arkadaş grubuyla birlikte böyle bir Şato'da kaldım... Bu organizasyonu sevgili dostlarım o zamanki Paris Büyükelçimiz Tanşuğ Bleda ve eşi sevgili Erel yapmışlardı...Şato, İkinci Dünya Savaşı'nda Amerikalılar'ın çıkartma yaptığı Normandiya'da Matmazel Valerie'ye ait bir şatoydu. Matmazel diyorum, şato sahibi Valerie, 87 yaşında pabucuna erkek eli değmemiş bir hatundu...İki asır öncesinin kıyafetleriyle ve pudradan bembeyaz olmuş yüzüyle sessizce ortalıkta dolanıyor, hayalet gibi olmadık yerde aniden karşımıza çıkıyordu...Gittiğimizde mevsim kış olduğundan, pencere pervazları zangırdıyor, merdivenler gacırdıyor, arada bir de Şato'nun tek personeli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, heyüla gibi bir zenci sözümona bir arzumuz olup olmadığını soruyordu... Benim o Şato'nun en sevdiğim yanı, Şato'da tuvalet olmaması, her odada yatakların altında eski geleneğe uygun olarak ‘‘lazımlık’’ bulunmasıydı... Çünkü o atmosferde insan korkudan odadan dışarı çıkamadığından, ihtiyacımızı odadaki lazımlıkta gideriyorduk...***Yahu nereden başladık, nerelere geldik?..Açılış maçı bildiğiniz gibi, Brezilya-İskoçya arasındaydı...İskoçlar, o eteklikli kıyafetleri, adam başı günde 30 şişe biralarıyla, Paris'i duman ettiler...Zaten ellerinde biletleri olmalarına karşın, zurna gibi sarhoş olduklarından, maçları oturdukları barlarda televizyonlardan seyrettiler...Fransa, Dünya Kupası için 80 bin kişilik ‘‘Grand Stade France’’i yaptırmış...Bana sorarsanız, burası stat falan değil... Bizim Akmerkez gibi bir bina yapmışlar, alt katında maç oynanıyor, siz de yukarıdan seyrediyorsunuz.Brezilya-İskoçya maçını da bu statta seyrettim... Ronaldo'yu bile tepeden o kazınmış kafasından anca çıkardım... Ayrıca Brezilya takımında usturadan geçmiş Rivaldo, Roberto Carlos, Aldair gibi bir alay adam daha var... Zaten bu kafayı sıfır numaraya vurdurma işi, Brezilya nedeniyle hayli başını almış gitmiş durumda...Takımın yanı sıra, tribündeki Brezilyalı'ların çoğu da kafayı kazıtmış... Cascavlak bir durumda stada geldiler... Brezilya'nın maçlarında neredeyse stada giriş kapılarına birer berber oturtacaklar, kafayı kazıtmayanı maça sokmayacaklar...***Yahu bu Dünya Kupası işi de, böyle... Gönül istiyor ki, bu Dünya Kupaları'nda biz de olalım... Ama dert etmeye değmez... ‘‘Televole’’de Allah'ıma kimse bileğimizi bükemez!..
Yazının Devamını Oku

Dünya Kupası’98

13 Haziran 1998
1998 Dünya Kupası tüm hızıyla başladı... Artık futbolla yatıp, futbolla kalkacağız...Bildiğiniz gibi maçlar TRT’den yayımlanıyor... Bu arada diğer kanallarımız ne yapacak diyeceksiniz... Ne yapacak olurlar mı? Onlar Dünya Kupası’nın tam göbeğindeler...Görelim bakalım Dünya Kupası’nda neler yapıyorlar?
Yazının Devamını Oku

Zamanında komple sporcuydum

7 Haziran 1998
Şu ara gayetle sportif günler yaşıyoruz... Dünya Kupası'nın başlamasına artık saatler kaldı... Alayımıza televizyon başında gece vardiyası yaptıran Jordan'lı, Carl Malone'li, NBA finalleri tüm dehşetiyle sürüyor...Bizde ise geleneksel transfer şenlikleri kutlanıyor, futbolda, basketbolda millete kafayı yediren trilyonlar havalarda uçuşuyor...Biz şanssız bir nesiliz... Bizim zamanımızda sporda bırakın trilyonu, kuruşun lafı edilmezdi...Biz sporu amatör ruhla, hep maksat spor olsun diye yaptık, spor adına kendimizi boşuna helak ettik...Ben övünmek gibi olmasın, gençliğimde komple bir sporcuydum... Yapamadığım, pardon, yani yapmadığım spor kalmamıştır... Bir buz hokeyi, bir de şimdi rafting diye yeni bir spor var... Sanırım bir tek onları yapmadım... Ama n'apiim o kadarına da yetişemedim doğrusu...Şimdi ‘‘Adam almış kalemi eline, sallıyor...’’ dememeniz için, izninizle sizlere biraz spor hayatımdan söz edeyim...FUTBOLSize futbol geçmişimle ilgili bir yazıyı daha önce bu köşede yazmıştım... Dilerseniz kısaca tekrar hatırlatayım...Ben okul yıllarımda çok iyi top oynardım... Şimdi kalkıp kendimi Pele ya da Ronaldo'ya benzetecek halim yok ama, Lefter'le, Hakan Şükür karışımı bir stilim vardı...Zamanın Beşiktaş genç takımında oynayan ve Darüşşafaka'da sınıf arkadaşım olan Erol beni Türk futbolunun büyük yıldızlarından Çengel Hüseyin'in çalıştırdığı Beşiktaş genç takımına götürdü...Küçükken zafiyet geçirdiğimden, o zamanlar biraz sıska ve çelimsizdim...Çengel Hüseyin beni şöyle çaktırmadan bir süre süzdü, Erol'a, ‘‘Beşiktaş Pazariçi'nde bizim kulübün anlaşmalı olduğu Gençlik Lokantası var... Sen bunu oraya götür, bir birbuçuk ay orada yemek yesin, sonra getir...’’ dedi.Ama Erol beni methedip dayatınca da oyuncu seçme maçına çıkmama razı oldu...O gün biz yenilere çiftkale yaptırdılar... Beni de sol açığa koydular... Maçın ilk dakikalarında sahanın benim bulunduğum tarafına şişmanca biri geldi...Bana, ‘‘Çıksana oğlum dışarı, görmüyor musun adamlar maç yapıyorlar, ezileceksin’’ dedi...Ben, ‘‘Neden çıkayım?.. Ben de oynuyorum’’ dediğimde, adam tam şaşkınlıktan küçük dilini yutacakken, o ara bir pozisyon oldu, sonraları çok ünlü olan karşı takımdaki sağbek Bahattin'le kafaya çıktık... O zamanlar Beşiktaş'ın sahası olan Şeref Stadı deniz kenarındaydı...Bahattin bana bir omuz vurdu, ben alçak duvarı aşıp az ilerdeki denize düştüm...Beni apar topar denizden çıkarırlarken, o az önce beni sahadan çıkarmak isteyen şişman yönetici tekrar tepeme dikildi...‘‘Oğlum demin ben sana kenara çekil demedim mi?’’ diye bana bir kez daha bağırdı...Futbolculuğun ne kadar nankör bir meslek olduğunu o gün anladım... Bugünün futbolcuları, umarım yukarıda yazdıklarımdan ibret alır, kendilerine bir ders çıkarırlar...GÜREŞÇİLİĞİMBizim kendisine ‘‘Atababa’’ dediğimiz dedem, eski bir pehlivandı... Yaşlı haline karşın çok kuvvetli bir adamdı, neyi tutsa elinde kalırdı...Atababa'nın babası çok varlıklı bir Rumeli ağasıymış... Atababa'yı o zamanlar il il dolaştırır, diğer ağaların pehlivanlarıyla güreştirirmiş... Bu güreşlerde de ortaya, sürüler, tarlalar neredeyse köyler konurmuş...Atababa'nın en büyük tutkusu abimle bana güreş öğretmekti...Benim sekiz on, abimin onüç onbeş yaşlarında olduğu o yıllar, bizi sürekli güreştirir, bize yağlı güreş oyunları öğretirdi...Bizi kapıştırdığında da biz peşrev yaparken iki parmağıyla burnunu tıkayıp zurna sesi çıkarır, arada da güm güm diye bağırırdı...Bu arada abim ve ben dedemin bize oyun öğretmesi nedeniyle sürekli yarı sakat bir durumda dolaşırdık... Zira az önce de söylediğim gibi Atababa birinin bir yerini tuttu mu, orası bir daha zor iflah olurdu...Derken abim büyüdü, kendini evden dışarlara attı... Ben tek kaldım...O aralar gözleri pek iyi görmeyen Atababa'nın en büyük keyfi, bana Hergün Gazetesi'nde Murat Sertoğlu'nun yazdığı pehlivan tefrikalarını okutmaktı...Örneğin, tam ‘‘Koca Yusuf Çolak Mümin'i kazkanadına aldı...’’ diye okurken, okumayı kestirir, ‘‘Gel bak sana kazkanadını öğreteyim’’ derdi... Tabii gene sakatlanmadık yerim kalmazdı...Bundan dolayı Atababa'ya gazetedeki güreşleri okurken çok zaman pehlivanların birbirlerine yaptıkları oyunları atlar, okumazdım...O da bozulur, ‘‘Yahu oğlum bunlar birbirlerine hiç oyun yapmıyorlar mı?’’ diye sorardı...BASKETBOLDarüşşafaka genç takımında oynadığım yıllar, basketbolum gerçekten müthişti...O zamanki basketbol otoriteleri benim için, ‘‘Bu çocukta 60 santim daha boy, onbeş kilo da daha olsa... Şut atıp, dribling yapabilse ve de zıplayabilse, üzerine basketçi olmaz...’’ derlerdi...Bizim zamanımızda bugünkü İbrahim Kutluay'ın transfer ücreti gibi paralar yoktu... İyi ki de yoktu...Yoksa düşünebiliyor musunuz, ben o gün bir takıma transfer olsam, üste para verirken parayı bugünkü rayiç üzerinden verecektim...HALTERDoğruyu söylemek gerekirse, haltere geç başladım...Yıllarını halter sporuna vermiş bir arkadaşım, ‘‘Kendine yazık ediyorsun... Haltere fevkalade müsait bir vücudun var... Bu işin yaşı yoktur, gel seni bizim salona götüreyim...’’ dedi...Ve Selamiçeşme'de Türkiye vücut şampiyonu Rıza'nın çalıştırdığı halter ve vücut geliştirme salonuna gittik...İlk iki gün kültür fizik falan yaptık... Daha sonra Rıza beni en hafif kilolardan başlayarak bir süre denedi...Sonra biraz da sıkılarak ‘‘Abi sakın aklına bir şey gelmesin ama, sen hani şu bakkallarda falan terazilerde kullanılan kiloluklar vardır... Önce evde onlarla başla, sonra buraya gel...’’ dedi...VE DİĞERLERİAtletizm: Atletizmle tanışıklığım ve birbirimizi hasım olmamız ortaokul sıralarında başladı... Ceylanlar gibi koşuyordum falan ama, o kasa denen namert şeyi bir türlü atlayamıyordum... Cimnastik hocamız Kadri Bey, sanki kasa hırsızıymışım gibi benim bu kasa işini kafaya takmıştı... O kasayı atlayamazsam, sınıf geçirmeyeceğini söylüyordu...O zaman öğrenciyiz tabii, bizde 60 bin dolar yok ki, bir üst lige çıkmak için Fenerbahçe'nin Jamaikalı Merlene Ottey'i getirmesi gibi, bir Jamaikalı kasa atlayıcısı getirelim... Sonunda, her defasında kasaya vura vura kafamın üç numara büyümesine Kadri hocanın yüreği dayanmadı... Sınıfı geçirdi...Golf: Golfçülüğümü sanırım gene bu sütunlardan biliyorsunuz... Şu an golf camiasında namım almış yürümüş durumda... Dahası, tüm golf kulüplerinin girişlerine fotoğraflarım bile asılmış... Bunu duyduğumda çok gururlandım... Ama sonra öğrendim ki, o fotoğraflar sopayla toplara vururken çimleri duman edip golf alanlarını patates tarlasına çevirdiğimden kulüplere sokulmamam için asılmış oralara... Golf camiasına müthiş bozuldum... ‘‘Yazıklar olsun’’ dedim...Okçuluk: Okçulukla tanışmam yıllar önce Antalya'da bir tatil köyünde oldu... Deniz kenarının bir yanında ağaca asılı bir hedef ve muhtelif oklar vardı...İlk oku orada attım... Ve ok atmayı sürdürürken aniden koca plaj boşalıverdi... Ertesi gün de tatil köyü yönetimi okları ve hedefi kaldırdılar...Tabii hepsi bu kadar değil... Spor kariyerimde yüzme, bisiklet, voleybol vs. daha bir alay spor var... Ama yerimiz bitti...Ayrıca el'an sporu da tamamen bırakmış değilim...Geçen gün eşofmanlarımı giyd im, evden çıkıp biraz yürüyeyim dedim... Tam yürüyüşe başladım, baktım peşimde bir ambülans... Önce birine bir şey oldu da ona gidiyor sandım... Ama gördüm ki, ben yürüdükçe arkamdan geliyor, ben durunca da duruyor...Sonunda ambülansın yanına gidip ne istediklerini sordum... Önce ‘‘hık mık...’’ ettiler... Sonra da, ‘‘Kusura bakma abi, seni izlememiz için bizi yenge tuttu’’ dediler... Böyle işte...***SALACAK ÖYKÜLERİBugüne dek elim değip de kitaplaştıramadığım ‘‘Salacak Öyküleri’’ Parantez yayınlarından nihayet çıktı...Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut'un maceraları, Salacak'ın, o güzelim insanları, bütün sinemalarda, pardon, bütün kitapçılarda...
Yazının Devamını Oku