Tekin Aral

Kılık kıyafet

26 Temmuz 1998
İnsanoğlu dünyaya çıplak geliyor... Yaşamla ölüm arası kendisine bir alay giyecek kakalanıyor, haldır haldır çalışarak kazandığının okkalı bir bölümünü örtündüğü bu öteberiye kaptırıyor... Sonuçta, gardrobu tıka basa olanı da, garibanı da öte yana göçerken o bildiğimiz tek tip kıyafetle gidiyor...Eski yıllarda bazı gazetelerde ‘‘hayat arkadaşı’’ arayanların ilanlarının yayımlandığı çöpçatan köşeleri vardı... Oradaki erkeklerin verdiği ilanlar genelde şöyle olurdu...‘‘1.68 boyundayım... Falanca yerde memurum... Arkadaşlarım yakışıklı olduğumu ve iyi giyindiğimi söylerler...’’İşte benim arkadaşlarım da ötedenberi benim havalı ve iyi giyindiğimi söylerler...Tamam, buna fazla bir itirazım yok da (öhhö)... Benim neler çekip, bu günlere nasıl geldiğimi birgün akıllarına getirip sormazlar...***Hayatta ilk takım elbisem, ilkokuldan sonra imtihanını kazanarak girdiğim Darüşşafaka Lisesi'nin verdiği takım elbise oldu...Yalnız elbisenin sol cebinin üstünde ‘‘DŞ’’ arması, ayrıca giyme mecburiyetimiz olan ve elbiseyi aksesuar olarak tamamlayan bir de şapkamız vardı...O takım elbise, aşağı yukarı Darüşşafaka'da okuyan herkesin de ilk takım elbisesiydi...Ve hepimiz onu okul üniforması gibi değil özel kostümümüz gibi giymek isterdik...Cumartesi günü izne çıktığımızda ilk işimiz toplu iğneyle tutturduğumuz göğsümüzdeki ‘‘DŞ’’ armasını cebe atmak olurdu... Sonra da, döneceğimiz pazar akşamüstü almak üzere, şapkaları okulun bulunduğu Çarşamba'daki turşucuya bırakırdık...Cumartesi öğleden sonraları turşucunun önünde biz Darüşşafakalı'ların oluşturduğu uzun bir kuyruk olurdu... Turşucunun dükkanı resmen vestiyer gibiydi... Adam şapkaları koymak üzere, dükkanın arka yanında duvara çiviler çakmıştı... Yalnız şapkayı oraya bırakabilmek için turşucudan bir bardak turşusuyu içmek gerekiyordu...Sonra da cumartesi öğleden sonra ve pazar günü okula dönerken güya kendi özel façamızla 150 kişi aynı kıyafetle Fatih'te dolanıp durur, aslında Dolmabahçe rıhtımına çıkmış Amerikan bahriyelilerini andırırdık...Yaşamımda gerçekten çok büyük yeri olan Darüşşafaka, verdiği eğitimin yanısıra bana ayrıca çok şey öğretti...Örneğin süper ütü yaparım, şimdi pek revaçta değil ama gömlek kolacılığında da üstüme yoktur...Bizim Darüşşafaka'da o yıllar ütü ve kolahane vardı... İzne çıkacağımızın gecesi geceyarılarına dek burada elbiseleri ütüler, gömleklerimizi kolalardık...Ayrıca bende yalnız ütücülük, gömlek kolacılığı değil, temizleyicilik de vardır...İzin günleri çıkış muayenesinde, cekette, pantolonda, kravatta tek leke olsa ters yüzü geri döndürülür, o hafta izne çıkamazdınız...İşte bu durum bizde temizleyiciliği de geliştirdi... O yıllar benzin ve gazla leke çıkarmakta üstüme yoktu...***İlk şık sivil kostümüm ise Darüşşafaka yılları sonrası abimin bana verdiği kırçıllı bir ceketti...Ceket gerçekten çok şıktı... Tek mahsuru bana onbeş yirmi beden büyük gelmesi, kollarının padişah cüppesinin etekleri gibi yerlerde sürünüyor olmasıydı...Aslında abim uzun boyludur ama ceketin gene de bukadar büyük gelmemesi gerekirdi...Meğer o da ceketi Bedri Koroman'dan almış... Ama ceketin asıl sahibi 1.96'lık ve 100 kiloluk rahmetli sevgili Ali Ulvi imiş...Ama ilk iyi giyinmeye Üsküdar'da terzilik yapan Server eniştenin yanında çıraklık yaparken başladım...Tatillerde çalıştığım rahmetli Server eniştenin dükkanını sabahları ben açtığımdan ve anahtarın biri bende bulunduğundan, geceleri arkadaşlarla sinemaya, lunaparka vs.'ye gideceğimiz zaman dükkanı açar, bitmiş, ertesi gün teslim edilecek en kral elbiseyi üstüme çekerdim... Bu elbiseler çoğu kez üstümde az önce anlattığım Ali Ulvi'nin ceketi gibi dururdu ama gene de bana bir hava verirdi...Server enişte dedim de... Kendi çapında bugünkü deyimiyle bu büyük ‘‘haute conture’’den sizlere biraz bahsedeyim...Teyzemin kocası Server enişte Üsküdar'da terzilik yapardı... Dünya iyisi, aynı zamanda da dünya tembeli bir adamdı... Server enişteye elbise ısmarlayan elbisesini teslim alırken, elbisenin modası geçmiş olurdu...Ben her yıl okullar tatil olduğunda onun yanında çalışırdım...Server enişte bana hem haftalık verir, arada bir de oğlu yani kuzenim Ömer'le birlikte müşteri kumaşından bize pantolon filan çıkarırdı...Müşteri elbisesini almaya geldiğinde şaşkınlıkla neredeyse dirseklerine gelen ceket kolu boyu ve ayak bileklerindeki pantalon paçalarına bakar, bir yandan da gözü aynı kumaştan olan benim pantolonda ‘‘Ceketin kollarıyla, pantolon paçaları biraz kısa olmamış mı Server bey?..’’ derdi... Eniştem ise o sırada bana ortadan yok olmam için göz kaş işareti yapardı...Server eniştenin en büyük havası ise, sanki beğendiği modelin aynısını yapacakmış gibi, gelen müşterilerinin eline bir model dergisi vermesiydi...Sonra da bizleri düşünüp kötü gün için kumaş ayırdığından, adamları elbiselerinin içine aradabir ayağıyla da ittirerek neredeyse çekecekle sokardı...***Daha sonraki yıllar biz ‘‘iyi giyinenlerin!’’ imdadına Amerikan Pazarları yetişti...Sağdan soldan bulup buluşturup bu Amerikan Pazarları'na koşturuyor, bir gömlek, bir blucine elde avuçta ne varsa kaptırıyorduk...Oysa, bizim sevgili Ali Taran'ın yaptığı ‘‘Demek vatandaşa Tokai diye sahte çakmak sokailer!’’ diye bir reklam var; işte biz iyi giyinen vatandaşlara da o Amerikan Pazarları'nda Amerikan malı diye yerli blucin, gömlek vs. sokai idiler...Derken daha sonraki yıllar bu giyim işine kafayı iyice sardırdım...Şimdi ismi lazım değil bir arkadaşım vardı, onunla oturur günde neredeyse üç saat ‘‘Bu sene ceket etekleri evaze, yakalar devrikmiş... Hakim renkler siklamen ve mor olacakmış’’ diye moda konuşurduk... Yüzümüzü görmeden biri bizi duysa kart sesli iki kadın konuşuyor zannederdi...Bir gün bir dost meclisinde sohbet ediyorduk... Söz giyim kuşamdan açıldı... Aramızdaki arkadaşlardan biri psikologmuş...‘‘Giyimine aşırı özen gösterenler aslında psikopattırlar... Hepsinin mutlak bir eksiklikleri vardır...’’ dedi... Herifi gırtlaklıyordum...Ha bu arada, benim mankenliğim de vardır... Sizlere daha önce de yazmıştım...Yıllar önce abimin sahneye koyduğu, benim de dekorlarını çizdiğim o günler büyük sükse yapan Vakko defilesini Hilton'da kulisten izliyordum... Sırtımda da yıllardır yaz kış giydiğimden yazlık mı, kışlık mı olduğunu bilmediğim bir elbise vardı...Bir ara af buyurun inbenin biri arkadan itti... Kendimi birden podyumun ortasında buldum... önce ne yapacağımı şaşırdım... Sonra da podyumu bir koşu dolanıp kendimi kulise attım... Halit Kıvanç, Başak Gürsoy dahasi Vitali Hakko bu olaya şahittir...İşin daha gırgırı, üç yıldır giydiğim o sırtımdaki tek elbiseye de bir sürü müşteri çıktı...***Sonuç olarak, bu kılık kıyafet ve moda işi namert bir iştir...Modacının biri bir yıl önce düğmeyi fazla almış, düğmeler elinde kalmıştır, ceketler birden altı düğmeli olur...Ünlü modacının stoğundaki kumaşların yarısını güve yer, az kumaştan fazla elbise çıksın diye etek boyları kısalır...Gene modaya hakim arkadaş kıskanç bir karıyla evlenir... Karısı herif kadınların bacaklarına bakmasın diye etek boylarını uzattırır, moda değişir vs.Ve bence moda adına işlenmiş en büyük cinayet, erkek pantolonlarına fermuar konmasıdır...İkide bir bozulur... Yukarı çekmeye çalışırsın, birden sakatlık olur, sıkışma durumu nedeniyle avaz avaz bağırmaya başlarsın... Ya da sıkışırsın, bir koşu kendini bir tuvalete atarsın, bu defa da namert açılmaz altına işersin falan filan...Ve neylersin ki bu Moda denen şey de yaşamımızın bir parçasıdır...Ama siz siz olun, UYMAYIN ona!..
Yazının Devamını Oku

Vatandaş Okocha

25 Temmuz 1998
Ne memur zammı, ne erken seçim, ne genel af hepsi hikaye... Transferi, hazırlık maçları, sezon açılışları vs.'siyle günün konusu gene futbol...Günün adamı ise Fenerbahçe'nin ‘‘Afrikalı Türk Vatandaşı’’ Okocha...Biz Afrika'yı çocukluğumuzda önce John Weismüller'in Tarzan filmlerinde tanıdık...Daha sonra rahmetli Hikmet Feridun Es'in zamanın Hürriyet gazetesinde yayımlanan röportajlarında izledik Afrika'yı...O yıllar gezginler, gazeteciler Afrika'ya giderlerken yanlarında ayna, tarak gibi şeyler götürüyor, gariban Afrikalı'ların öyle ilgisini çekiyor, onları öyle tavlıyorlardı...Ama sonra köprülerin altından çok sular aktı...Afrika uygarlık, ekonomi, özgürlük alanında olmasa da bireysel olarak patladı... Örneğinn ötedenberi müzik, atletizm, boks alanında başarılarını bildiğimiz Afrikalı'lara şimdi futbolcular da eklendi...Bugün dünyanın birçok ülkesinde dünya futbolunun en ünlü takımlarında Afrikalı futbolcular oynuyor...İşte Fenerbahçeli Okocha da bunlardan biri...Okocha Fenerbahçe'ye sağolsun kendisinin de katkısıyla Alman ikinci ligine düşen Frankfurt'tan geldi...Uygarlık fakiri Afrikalı'lara bir zamanlar ayna vs. gösterilmesi gibi o da futbol fakiri hale düşürülmüş bizlere bir iki top cambazlığı yaptı, goller attı, talavole deyimiyle ‘‘gönüllerde taht kurdu...’’Bizde ‘‘Eli işte gözü oynaşta’’ diye bir deyiş vardır... Okocha'nın burda eli işteyken, gözü de Dünya Kupası'nda oynaştaydı... Ve orda oynaştı, (futbol oynamadı) bir alay kulüp tavladı... Ve Okocha şimdi Türkiye'den ayrılacağını ve artık asla Fenerbahçe'de oynamayacağını söylüyor...Benim bu konuda Fenerbahçe yöneticilerine söyleyeceğim iki şey var:Birincisi: Adamı satın gitsin...İkincisi: Bu adam buraya geldiğinde topunu oynuyor, antrenmanına çıkıyor, golünü atıyor dahası televolelere bile çıkmıyordu...Şimdi tabi alınmayalım ama, ne zamanki Ali Şen yönetimi Okocha'yı Türk vatandaşı yaptı... Okocha'da her türlü fetbazlık, ‘‘Lan nasıl yaparım da herbir yerden yolumu bulur, köşeyi dönerim?..’’ kaytarıcılığı o zaman başladı...Bir sözüm de Devletimiz'in büyüklerine!.. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle sakal traşı olur gibi onbeş dakikada o ülkenin vatandaşı olunmaz...Almanya'da yirmi yıldır çalışan ve tüm isteklerine karşın hala Alman vatandaşı olamayan bir alay yabancı işçi var... Amerika'da, Avustralya'da tüm dünya ülkelerinde durum böyle...Amerika, dünyaca ünlü bir takım sporcuları, özellikle tenisçileri özel yasalarla vatandaş yapıyor ama onları ulusal takımında oynatıyor...Bizdeki bu rezillik nedir?..Yahu Devlet, bir takım fazladan bir yabancı basketbolcu oynatsın ya da bir ünlü kulübümüz iki yabancı kontenjanını daha kullansın diye ‘‘Türk Vatandaşlığı’’nı bu kadar ayağa düşürür mü?..Adam sözümona ‘‘Türk Vatandaşı...’’ Antrenmana bile asıl ülkesinin, örneğin Nijerya'nın formasıyla çıkıyor...Ve de örneğin parada anlaşamayan bu vatandaş futbolcu ya da basketbolcu arkadaşlar, ‘‘Türk Vatandaşlığı’’na anında kıçlarını dönüp çekip gidiyorlar...Bu işin çığrını basketbolcu Dawkins'i, daha sonra Fransız futbolcu Dieter Six'i, ‘‘Dündar Siz’’ adıyla Türk vatandaşı yapan Galatasaray açmıştı... Sonra o arkadaşlar anlaşmaları bitince ‘‘vatanlarını (!)’’ terkedip gittiler...Gelelim gene Okocha'ya...Herif resmen gerizekalı...Şimdi Fransız PSG'ye gidecek, canını çıkaracaklar...Oysa halen vatandaşı olduğu Türkiye futbol cenneti:İster oyna, ister oynama, ister Talavole'ye çık, ister dümenden sakatlan, ister basında ahkam kes, herşey burda...Ey Vatandaş Okocha... Kafanı topla ve kendine gel...KÖTÜ HABERTelevizyon haberlerinde iç karartıcı, acı, kötü haberler reyting uğruna öylesine öne çıkarılıyor ki, insanın resmen içi kararıyor...Üstüne üstlük bu ölümlü, ceset görüntülü, kan revan içindeki görüntüleri sanki ‘‘Sizi yeterince kahredemedik’’ dercesine bir de tekrar tekrar ekrana getiriyorlar...Bu milletin içi zaten kararmış... Hay reytinginiz batsın!..BASKETÇİLEREGeçtiğimiz sezon Amerikan NBA basketbol ligini, hele de o bizleri sabahlara dek ayağa diken müthiş NBA finallerini ‘‘Kanal D’’ de izlemiştik...Açıklandığına göre ‘‘Kanal D’’ basketbolseverlere önümüzdeki sezon da kıyağını sürdürüyor, NBA basketbol ligini yeni sezonda da ekranlarına getiriyor...BİR YUDUM İNSANNebil Özgentürk'ün Atv'de, gerçekten başarılı ‘‘Bir Yudum İnsan’’ adlı bir programı var...Nebil geçtiğimiz programında, daha önce yayımlamış olduğu ünlü dolandırıcı Raki ile yaptığı söyleşiyi tekrar getirdi ekrana...Ama Ali'nin programı, Raki'yi suya susuz götürüp, susuz getirecek bir alay dolandırıcının cirit attığı bu ortamda hayli nostaljik kaldı...ÜNLÜLER TATİLDEYazın gelmesiyle programların, dolayısıyla da TV şöhretlerinin tatilleri başladı... Ama biz gene de onların peşlerini bırakmayacak, tatilde ne yapıp ettiklerini sizlere duyuracağız...
Yazının Devamını Oku

Böyle tatilin...

19 Temmuz 1998
Ülkemiz şu an Turistik tesis açısından Batı'yla kafa kafaya yarışacak düzeyde...Adana'daki depremzedeyi yatıracak yer bulmakta güçlük çekiyoruz ama, evellallah bugüne bugün turisti yatıracak tam 600 bin yatağımız var...İşin ilginç yanı bu beş yıldızlı, gerçekten muazzam ve lüks tatil köyü ve otellerin çoğunun sahipleri müteahhitler...Yani Adana'da yaptığı çürük çarık evi insanların başına göçürtüp onları geceyarıları yatağından uğratanlarla, turisti altına beşyıldızlı yatağı çekenler aynı familyadan... N'apalım, kader utansın...Turizm açısından hafif bunalımlı bir yıl yaşadığımız malum... Yukarda sözünü ettiğimiz o büyük tesislerin çoğu da neredeyse yarı yarıya boş...Ama bunun yanısıra iç turizmin maşallahı var, cıvıl cıvıl... Zaten o büyük turistik tesislerin bir bölümünü de bizim yerli turist takımı dolduruyor...Ama bizimkilerin aslında daha çok tercih ettikleri, öyle gazetelerde çarşaf çarşaf ilanları yayımlanmayan daha küçük ama keyifli oteller... Üstelik turistlerin hayli büyük bir bölümü de bu otelleri tercih ediyor...Sevan ve Müjde Nişanyan'ın uzun gezi ve çabalar sonucu hazırladıkları ‘‘Türkiye'nin En Güzel Küçük Oteller'i’’ adlı çok ilgi gören bir kitapları var... Benim sözünü ettiğim o otellerin çoğu da bu kitapta yeralıyor, tanıtılıyor...Ama bizim Özer'in geçtiğimiz günler ailesiyle birlikte tatil (!) yaptığı, o otel de bu kitapta var mı bilmiyorum?..***Özer benim bir özel kuruluşta müdürlük yapan çok eski bir arkadaşım...Yıllardır adam gibi bir tatil yapamamaktan yakınır durur... Sonunda bir punduna getirmiş, geçenlerde karısı ve çocuklarıyla nihayet tatile çıkmış...Bir arkadaşının tavsiyesiyle gittikleri otel Marmaris'in biraz dışında, otelle tatil köyü arası küçük fakat çok şirin bir yermiş... Denize yüz yüzelli metre uzaklıkta, şahane manzaralı minik bir tepede imiş...Otele gecenin bir vakti varmışlar... Hayli geç olduğundan otel görevlisi kişiyi uyandırmak da hayli güç olmuş...Uykulu gözlerle bizimkileri bir odaya çıkaran otel görevlisi, odadaki tek yatağı gösterip, ‘‘Bu gecelik burda idare edeceksiniz... Daha erken gelseydiniz odanızı hazırlardık... Şimdi yatak almak için odalarına girip diğer müşterileri uyandırmak gerekecek... Zaten sabaha da birşey kalmadı, bu gecelik burda idare edin...’’ deyip tekrar uyumaya gitmiş...Çaresiz kabullenmişler... Hafif belediye otobüsü görünümünde o geceyi üstüste o tek yatakta geçirmişler... Sivrisinek nedeniyle zaten doğru düzgün de uyuyamayıp, çoluk çocuk sabahı etmişler...Sabah kalkmışlar, pırıl pırıl bir gün... Pencereden o cennet gibi güney sahilleri görünüyor... Kahvaltı etmek ve oda yatak işini halletmek üzere aşağı inmişler...Lokantaya geldiklerinde salonda onlardan başka kimse yokmuş...‘‘Biz erken kalktık’’ demiş Özer... ‘‘Baksana saat daha sekizbuçuk... Millet herhalde daha uyuyor...’’Garsonu çağırıp kahvaltı istemişler... Bir güzel kahvaltı etmişler... Tam kalkacaklar; garson Özer'e bir hesap pusulası dayamış... Otele tam pansiyon parası ödeyen Özer tam garsona şarlayacak... Yanlarına otelin şişman kırmızı yanaklı sahibi koşup gelmiş...‘‘Ah tabi siz gece geldiniz, size bildiremediler... Kahvaltı sabah saat yedi ile sekiz arası verilir... Daha sonraki kahvaltılar ücrete tabi oluyor...’’ demiş...Özer içinden bir lahavle çekmiş... Ama daha ilk günden çoluk çocuğun keyfini kaçırmamak için, neredeyse bir günlük tam pansiyon ücretine yakın kahvaltı faturasına atmış imzayı...Tombul otel sahibi, ‘‘Siz şimdi deniz kenarına inin, denize girip güneşlenin... Bu arada ben de sizin odalarınızı hazırlatayım...’’ demiş...***Hafif tepedeki otelden hep birlikte az aşağıdaki otelin plajına inmişler... Gerçekten nefis bir manzara varmış...Önce biraz denize girmişler... Sonra şezlonglara uzanmışlar... Bir gece önce adam gibi uyuyamadıklarından Özer şezlongta dalmış gitmiş...Karısı uyandırdığında ise öğle vaktiymiş... Öğle yemeği yemek üzere otelin yolunu tutmuşlar...Restorana girdiklerinde ise bakmışlar kendilerinden başka müşteri olarak bir masa var...Tombul otel sahibi hoplaya zıplaya gülerek tekrar dikilmiş tepelerine...‘‘Ah çok affedersiniz beyefendi, size söylemeyi unuttuk... Bizim otel müşterilerinin çoğu turist olduğundan yemek saatlerini onlara göre ayarlıyoruz... Bizde öğle yemekleri saat oniki ile bir arasındadır... Şu an saat birbuçuk... Zaten son tabldot yemeğini de şu yan masaya verdik... Ama, dilerseniz ızgaralarımız, balıklarımız falan var...’’Özer çoluğu çocuğu mutsuz etmemek için şöyle ortadan uzun boy bir kazık da öğle yemeğinde yemiş...Yemekten sonra yerleştirildikleri yeni odalarına çıkmışlar... Bu arada Özer karısı Nalan'a ‘‘Öğleden sonra biraz denize girip saat 5'te erkenden akşam yemeğine gelelim... Bu şişko pezevengin yemek saati, ne yapacağı belli olmaz, herife açık kapı bırakmayalım...’’ demiş...Öğleden sonra tekrar otelin plajına inmişler...Daha plaja inmişler... Özer'in karşısında kulağı küpeli, kafayı Romen takımı futbolcuları gibi civciv sarısına boyatmış bir oğlan peydahlanmış... Elindeki siyah bir mendille Özer'in gözlerini bağlamış... Daha ne olduğunu anlamadan da ‘‘Haydi aşk başlıyooor!..’’ diye bir nara patlatıp Özer'i tutup ortalık yere ittirmiş...‘‘Biraz şaşkın şaşkın dolandım... Sonra birden iki koca el omuzlarımdan kavradı... Biri vantuz gibi dudaklarıma yapıştı’’ dedi Özer...‘‘Ne oluyor lan!..’’ diye bağırıp mendili bir atmış gözünden... Bakmış kendisi gibi gözleri bağlı devanası gibi, bir Alaman kokanası kendisini öpmeye çalışıyor... Az ilerde gene gözleri bağlı bir geçkin frenk zamparası da karısı Nalan'ı mıncıklamaya çalışıyor...Koşmuş, herifin kıçına bir tekme patlatıp önce Nalan'ı kurtarmış... Sonra da küpeli civciv oğlanın gırtlağına çökmüş...Oğlan otelin müşterileri eğlendirmekle görevli animatörlerden biriymiş...‘‘Biz bu oyunla müşterileri kaynaştırıyoruz abi...’’ demiş Özer'e...‘‘Ulan bunca kişinin önünde şimdi sana bir kaynaşırım, görürsün ananın örekesini...’’ demiş Özer oğlana... Nalan çocuğu Özer'in elinden zor almış...***Özer ve Nalan bir hafta boyunca kaçta olduğunu kesin olarak bir türlü öğrenemedikleri kahvaltı ve diğer yemekleri kaçırmamak için, denizi falan boşlayıp lokantanın önünde sırayla sürekli nöbet tutmuşlar... 7.15 - 7.45 Kadıköy vapuruna yetişir gibi sabah kahvaltılarına kan ter içinde koşturarak yetişmişler...Sivrisineklerle mücadele edebilmek için sinek ilaçları aldıkları otel içindeki dükkana, neredeyse bir ilaçlama uçağı satın alabilecek paraya yakın para ödemişler...Otelin bir haftalık ücretini peşin ödediklerinden çıkıp gidememişler de...Bir geceyarısı uyurken Özer'in ‘‘Gümbürt!’’ diye bir sesle kendini yerde bulması ise tüm bu olan bitenin üzerine tuz biber ekmiş...Uyku sersemi ayağa fırlayan Özer, bakmış odada iki herif var... Tam heriflere girişecek, adamlardan biri ‘‘Şey affedersiniz...’’ demiş, ‘‘Az önce müşteri geldi de... Sizin altınızda bir fazla yatak var onu alıyorduk... Çok çaldık, duymadınız, kapıyı resepsiyon anahtarıyla açtık... Sizi de çok dürtükledik ama uyanmadınız...’’İşte bunları anlattı bana Özer... Size biraz abartı gibi gelecek ama inanın sözüne güvenilir çocuktur... Bu arada kolu sarılı, bir gözü ise hafifçe morarmıştı...‘‘Hayrola n'oldu?.. Dönerken kaza falan mı geçirdiniz?..’’ diye sordum...‘‘Yok’’ dedi, ‘‘Bunlar veda gecesinde oldu... Otel sahibi şişko, döneceğimiz gün bir veda gecesi düzenledi... Otelin açılışından kalma havai fişekler, çatapatlar, roketler falan varmış... Onları patlattı... Ben kolumdan roket yedim... Gözüme de havai fişek geldi... Büyük oğlanın boynu, hanımın da biraz saçı yandı... Herifin veda gecesi, az daha 'HAYATA VEDA' gecemiz oluyordu...’’
Yazının Devamını Oku

Kupa bitti yapı paydos

18 Temmuz 1998
Gürültüsü, patırtısı, futbol keyfi dedikodusu vs.'siyle bir ‘‘Dünya Kupası’’nı daha idrak eyledik...Bir ayı aşkın sürece televizyonların kralı, ağababası Dünya Kupası'nın tüm maçlarını her gün canlı olarak yayımlayan TRT idi...Bu arada TRT verilen rakamlara göre, Kupa boyunca 7 milyon dolarlık reklam almış... Oysa TRT onlarca kez söylediğimiz gibi, tek tabanca olduğu Dünya Kupası, Olimpiyat, Avrupa Futbol, Atletizm Şampiyonaları'nı fırsat bilip, bu yayımlarının önüne, arkasına özgün programlar yapıp koysa, o 7 milyon dolarlar 17 milyon dolarlara ulaşır... Dahası TRT, reyting uğruna yapmadığı numarayı bırakmayan özel kanalların da önüne geçer...Ama TRT'deki o salla başını al maaşını memur yapısı sürdükçe ve siyasi otorite TRT yayınlarına böylesine maydanoz oldukça, o söylediklerimiz nasıl olsa kolay kolay gerçekleşmez...TRT'nin böyle bir spor olayını evlerimize getirmesi bizler için nimetti...Dünya Kupası boyunca yazdığımız yazılarda TRT'nin maçları anlatan spikerlerini sürekli eleştirdik...Gerçekten de pek başarılı sayılmazlardı... Futbolcu adlarını birbirine karıştırdılar... Gerekli gereksiz konuştular vs., ama günahı sevabıyla hepsi geride kaldı... Ayrıca bu maçları özel bir kanal yayımlasaydı, hangi maçı hangi spiker kadrosuyla izleyecekti ki?..Bence TRT'nin maç spikeri bir yana, asıl başarılı olamadığı iki önemli konu vardı...Dünya Kupası, hele de Paris'te olursa, yalnızca maçlardan ibaret değildir... Birincisi, TRT bize maçlar dışındaki o müthiş atmosferi ulaştıramadı...İkincisi, maç nakli dışında burada yaptığı programlar son derece fakirdi... Stüdyosunda konuk ettiği birkaç yorumcu dışında, sokağa çıkabilir, evlere girebilir, söyleşiler, ne bileyim belki iddialı küçük yarışmalar, işi ‘‘Talavole’’ye vardırmayan mini ara eğlencelerle Kupa keyfini artırabilirdi...Uzun sözün kısası, TRT kırk gün kırk gece bir ağalık yaşadı... Herkes ulusal televizyon kanalımızı izledi...Şimdi TRT'ye düşen, silkinip bürokrat yapısından olabildiğince sıyrılarak, yakaladığı bu seyirci ilgisini sürdürebilmek...HAYVANLARDAN ‘‘HAYVAN’’LARABaşlık belki biraz ağır kaçtı ama, neyleyin ki gerçek de bu...Televizyonlardaki ‘‘National Geographic Channel’’i izliyor musunuz bilmiyorum...Kanal sürekli nefis hayvan belgeselleri yayımlıyor... Hayvanların da nasıl bizler gibi doğanın bir parçası, dahası bizler kadar sahipleri olduklarını vurguluyor...Bu belgeselleri keşke o köpek yavruların çöp kamyonlarında pres edenler de seyretse...MEDYA'DA ALAYINI SOLLADIKDünya Kupası'nda takımımız, hakemimiz falan yoktu ama, gazetelerimizde okuduğumuza göre neredeyse tüm İkitelli oradaydı...Dahası, bu basınımızın bu Dünya Kupası seferi nedeniyle gazeteler çıkamama tehlikesiyle karşı karşıya kalmış... Gazete patronları Dünya Kupası'na giden gazetecilerimizin yarısını geri çağırmışlar...Ayrıca Medya'mızın neredeyse yarısından çoğunun Dünya Kupası'na gönderilmesi konusunda iki söylenti daha var...Birincisi, o gazetelerde Kupa'ya gidiyor diye çarşaf çarşaf fotoğrafları yayımlanan gazetecilerin çoğu Dünya Kupası'na falan gitmemişler, yazıları burada yazmışlar... (Bak yukarıdaki karikatür...)İkincisi ise, bizim patronlar onca adamı Dünya Kupası'na göndererek, ‘‘Bakalım aslında bu gazeteler kaç kişiyle çıkabiliyor...’’ diye bir deneme yapmışlar... Valla söylenen bu.ZAP ZUPTV'de YERLİ SİNEMAProgramların tatile çıktığı yaz döneminde birçok televizyonun sermayesi eski Türk filmleri... Fakat daha ucuz olduğu için mi bilmiyorum, kaliteli, zamanında ses getirmiş onca yerli film dururken ekranlara, o veremli kızlı, mezarlıklı, sokaklarda dilenen yetim çocuklu öylesine adinin bayağısı eski abuk filmler getiriyor ki, olacak şey değil... Televizyonlar ülkedeki beğeni kalitesini bu kadar aşağıda gördükleri sürece tabi. Hepsi için söylemiyorum ama bu ülkede televizyonculuğun belli bir kaliteye ulaşması çok zor...N'olur yapmayın beyler... Bu ülkedeki herkesin beğeni düzeyi sizin sandığınız kadar düşük değil...
Yazının Devamını Oku

Turizmde işler nanay

12 Temmuz 1998
Bir punduna getirip, hafta sonuyla karışık geçtiğimiz haftanın dört gününü Antalya'da geçirdim...Antalya'da sıcaklık gölgede 42 dereceydi... Biliyorsunuz cismin katı, sıvı ve gaz hali olmak üzere üç hali vardır...Biz İstanbul'dan uçağa bindiğimizde cismin katı halindeydik... Antalya'da uçaktan inip terminal binasına girdiğimizde ufaktan sıvı hale dönüştük... Kalacağımız Merit Arcadia oteline geldiğimizde ise resmen buharlaşmış, gaz haline gelmiştik...Bildiğiniz gibi bu yıl turizmden yana hafiften sefilleri oynar durumdayız... Ülkemize gelen turist sayısında önceki yıllara göre hayli azalma olmuş...Söylenenlere göre de bunun çeşitli nedenleri varmış...Bunların başında da ülkemize gelen turistten alınan ayakbastı parası geliyormuş... Tüm ülkeler bu ayakbastı parasını çoktan kaldırmışlar... Bizim Turizm Bakanlığı ise bu parayı almakta diretiyormuş...Ben buna asla inanmıyorum... Zira benim tanıdığım turist milleti bu ayakbastı parasını kafaya taksa, ülkeye ellerinin üzerinde yürüyerek girer, bu ayakbastı parasını ödemez... Ama onların derdi o değil... Nedenler, aslında hepimizin bildiği malum nedenler...***Örneğin onca yıldır yazıyoruz, üzerine karikatürler çizip, espriler yapıyoruz... Şu Kılıç Kalkan ekibini ‘‘hoyda bre’’ diye turistlerin üzerine salmaktan vazgeçmedik...Kıbrıs sorunu, Yunanistan filan hikaye... İnanın birgün bir savaş çıkacaksa bizim bu Kılıç Kalkan ekibi yüzünden çıkacak... Ülkeye gelen turistler de sonunda kendilerini savunmak için tam techizat donanımlı gelecekler... İş çığrından çıkacak, turist gemilerinin yanaştığı Karaköy Yolcu Salonu rıhtımında çıkan kavga, belki sonunda Üçüncü Dünya Savaşı'na kadar gidecek...Ben bugüne dek hasbelkader bir alay ülkeye gittim... Hiçbir ülkede böyle adamın üstüne üstüne hücum eden folklor vs. ekibine rastlamadım...Bence turistin ülkemizden elini ayağını çekmesinin bir diğer nedeni de turistik yerlerde adımbaşı mevzilenmiş olan o mahalli giysili ünlü Maraş dondurmacıları...Turist o sıcakta bunalmış, bir dondurma yiyecek... Dondurmacıya gidip parayı veriyor... Ondan sonra da atraksiyon, yani bizim dondurmacının numaraları başlıyor...Bizim palabıyıklı, parayı veren turisti önce dondurmayı uzatıyor... Kan ter içindeki gariban turist tam dondurmayı alacak, ‘‘pışşık’’ deyip dondurmayı külaha koyduğu o çubukla birlikte geri çekiyor... Turistin eli havada kalıyor...Derken şirin dondurmacımız tekrar uzatıyor dondurmayı turiste... Turist vatandaş, pardon, turist arkadaş, tam elini uzatıyor... Bu defa da ‘‘bak havada kuş uçuyor’’ anlamında havayı gösterip, dondurmayı kaşla göz arası Zati Sungur gibi aniden yok ediyor... Turist hırsından ağlayacak ama, kendine yedirip ağlayamıyor, bu rezillik aynen sürüyor...Ben yıllar önce bu yukarıda anlattığıma benzer bir manzaraya Kuşadası'nda şahit oldum...Bizim yöresel giysili, palabıyıklı dondurmacımız af buyurun bir turist azmanına gene bu numaraları yapıyordu... Kan ter içindeki turist önce bir süre sabretti... Sonra bizim dondurmacı külahı tam havada çevirirken, dondurmacıya bir kafa koydu; daha sonra dondurmacıyı yere yatırıp parasını ödediği dondurmayı aldı adamın elinden...***Dondurmacıyı boşverin ama, aslında turiste hizmet konusunda bayağı başarılıyızdır...Örneğin, konaklamanın yanısıra, turizmden asıl kazancımız halı vs. satışlarımızdandır... Bu konuda çok başarılı elemanlarımız vardır...Bir tarihte bu arkadaşlardan biri, bir halıyı turiste ‘‘uçan halı’’ diye satmış...Turist de halıya oturup mağazanın üçüncü katından kendini koyverince Nuruosmanıya Caddesine çakılıp hastanelik olmuştur...Bir de Allah eksikliklerini göstermesin özellikle Sultanahmet Meydanı'nda, kartpostalcılar, Türkiş kebapçılar ve kavalı turistin kulağına sokup ‘‘dürülü dürülü’’ diye üfleyen kavalcılar vardır... Bu arkadaşların turizmimize hizmetleri yadsınamaz...Bunlar turiste mal satmak için adama bir yapışırlar; öldür Allah peşini bırakmazlar... İçlerinde kaval ya da kartpostal satmak için turistin peşinden, ülkesine kadar örneğin Paris'e, Berlin'e, Amsterdam'a gidenler çok olmuştur...***Neyse gelelim gene Antalya'ya... Antalya'da Merit Arcadia otelinde kaldım... Diğer oteller turist açısından sinek avlarken bizim otel Alman ağırlıklı olarak bayağı doluydu...Otelin genel müdürü Ümit beye, oteli nasıl bu kadar doldurabildiklerini sordum...‘‘Biz Alman müşterilerimize yarım pansiyon yanısıra, birer de 'pazar filesi' veriyoruz... Yedikleri içtikleri dışında filelerini dolduruyorlar, bizim açık büfeden stoklarını yapıyorlar...’’ dedi... Söylenene göre, tüm kışlık nevalesini Antalya'dan düzen Almanlar bile varmış...***Antalya'nın özelliği çok verimli bir toprak yapısına sahip olması...Sabah kalkıyorsun bir bakıyorsun burnunda iki demet soğan çıkmış... Ya da alnında bir hıyar boyatmış... Antalya işte böyle verimli bir yer...***Aslında turizm adına çok ciddi yatırımlar yapılıyor...Örneğin, ‘‘Belek Arcade’’ adlı, turiste dönük, Akmerkez'i andıran bir alışveriş merkezi yapılmış ki, gerçekten görülmeye değer...Antalya tatilinin son gecesi ‘‘ALLY’’ye gittik...‘‘ALLY’’, Şamdan, Escobar, Sale ve Repe vs.'nin oluşturduğu, İstanbul'daki ‘‘Paşa’’ya benzer bir yer... Antalya'da denizin tepesinde çok keyifli bir mekan oluşturulmuş...Bu arada ‘‘Paşa’’ dedim de aklıma geldi... Okurlardan sürekli telefon ve fakslar alıyorum... Tüm okurlar benim her yıl yazdığım ananevi ‘‘Paşa’’ yazımı bekliyorlar...Ama şu ara ‘‘Paşa’’ yazısını yazmak için kritik bir dönem... Şimdi Ecevit kalkacak bizim Paşa yazısına dokundurmalar yapacak...Başbakan Mesut Yılmaz, ‘‘Altına imzamı atarım...’’ deyip benim onca emek verdiğim yazıyı sahiplenecek falan filan...Uzun sözün kısası... Turizmde işler mommok!..
Yazının Devamını Oku