Paylaş
18’inci yüzyıl İngiliz denizciliğini yansıtan bir tablo
Bugün size on sekizinci yüzyılın denizcilik şartlarından söz etmek istiyorum. Yani, 1700’lerden. Hani bizim Karayip Korsanları film serisi ile masalsı da olsa biraz görme olanağı bulduğumuz devirlerden...
EMPERYAL-İST NEDİR?
Daha önce birkaç kez değinmiştim, o dönemlerde gemilerde hayat hiç kolay değildi. Hatta o kadar zordu ki, “kolay değildi” derken bile hafifletmiş oluyoruz. Malum, o devir, İngiltere’nin, başka deyişle Britanya İmparatorluğu’nun denizlere hükmettiği dönemler. İngilizler, dünyanın bütün denizlerine yelken açmışlar, haritaların eksik kısımlarını tamamlamakla, orada burada yeni koloniler kurmakla uğraşıyorlar. Koloni kurmak, bir yeri fethetmekten çok daha ötesi. Koloni kuran ülke, oraya dilini, inancını, kültürünü, alışkanlıklarını götürüyor, oradan da en üst düzeyde faydalanıyor. Tüm kaynaklarından. Başta insan olmak üzere, yeraltı ve yerüstü kaynakları, koloni kuran ülkenin oluyor ya da onun yararına kullanıma açılıyor. Bugün bütün dünyanın ortak dil olarak İngilizceyi kullanması bir tesadüf değil, o yılların doğal sonucu. ‘Emperyal’, ‘imparatorlukla ilgili’ demektir. Emperyalist de, bu işi savunan, tutan, destekleyen gibi anlamları içeriyor. Üzerinde çok daha fazla durulabilir ama konumuz değil. Bütün imparatorluklar, doğal olarak emperyalisttir, aksi halde imparatorluk olmazlar. Persler de öyleydi, Romalılar da, Osmanlılar da...
ADMIRALTY VE PÎRÎ REİS’İMİZ
Böyle rahat ortamlara nadiren rastlanırdı.
Her neyse, biz İngilizlere dönelim. Pasifik’ten Hint Okyanusu’na, Atlantik’ten Uzakdoğu’ya, Karayip Denizi’nden Kuzey Buz Denizi’ne kadar her yerde İngiliz bayraklı gemiler dolaşıyordu o vakitler. Bu durumu sadece “Altın-gümüş vs. aramak”la açıklamak olanaksız. Her gemide birkaç bilim insanı vardı. Doğabilimci, gökbilimci, zoolog, botanikçi, haritacı, filolog (dilbilimci) vs. ayrıca vakanüvisler ve ressamlar da görülen; yaşanan her şeyi kayıt altına almak için hazırlardı. İngiltere’de adı ‘Kraliyet’ ile başlayan bir sürü cemiyetin kuruluş dönemleridir o zamanlar ayrıca. Kraliyet Botanik Cemiyeti, Kraliyet Harita Cemiyeti, Kraliyet Jeoloji Cemiyeti vs. Yani Londra’da oturup, ‘Hadi gidip şu dünyanın nesi var nesi yoksa sömürelim’ diye karar almış değiller, sürekli öğreniyorlar. Geçen hafta size Kraliyet Donanması’nın Haritacılık Dairesi Başkanlığını yapan Francis Beaufort’tan söz etmiştim. Günümüzde o kurumun (Admiralty) ürettiği haritaların dünyanın en güvenilir haritaları olması boşuna değil elbette. Yerküreyi karış karış dolaşıp her şeyi öğrenmeye çalışmış, bunu da büyük oranda başarmışlar. O haritaların boş yerlerini milim milim doldurmuşlar. Bu bir hayranlık değil, tespit. Bizim de muhteşem adamımız Pîrî Reis’imiz bir dünya haritası çizmiş, zavallı haritanın ancak bir parçası, yapılışından dört yüz yıl sonra, Atatürk’ün talimatı doğrultusunda Topkapı Sarayı’nda yapılan araştırmada ‘tesadüfen’ ortaya çıkmış! Ne ikinci bir nüshası var ne diğer parçaları. Çok üzücü.
MÜRETTEBAT NASIL TERTİB EDİLİR?
Berbat menüden kurtulmanın bir yolu da şartlar elverdiğinde balık tutmaya çalışmaktı.
Hay Allah! Lafı yine uzattım. Ama engel olamıyorum bazen kendime, ayıp denebilecek şeyleri hatırlamayı yararlı buluyorum ki ders almayı sürdürülebilir kılalım. Bu sefer İngilizlere kesin döndüm. Şimdi, bu kadar geniş bir alanda, ne alanı bütün dünyada, faaliyet gösterince, gemilerde çalışacak insan sıkıntısı da haliyle yaşanıyordu tabii. Onlar da çareyi, limanların çevresinde yoğunlaşan (çünkü gemiciler bol içerdi) ucuz meyhanelere tezgâh kurmakta buldular. Tezgâh şöyle: İşsiz güçsüz ya da sosyal bağı zayıf adamlar kafayı bulunca, onu gemiye tayfa olarak yazılmaya ikna eden bir ekip var. Adamın, aradıkları kriterlere uygun olduğunu görmelerine rağmen ikna sorunu yaşadıklarında da pek fazla uğraşmıyor, derdest edip götürüyorlar. Sarhoş adam sabah olunca gözünü bir geminin içinde açıyor ve bazen bulanık kafayla gönüllü, bazen de zorla attığı imzayı görünce itiraz edemiyor -etse kırbaç cezası var- ve bir yere kaçamıyor. (Tabii subaylardan, gemilerdeki bilim insanlarından vs. söz etmiyoruz. Onlar eğitimli ve çoğu aristokrat kökenli tipler. Sözünü ettiklerimiz, gemide çalışan gemiciler.)
KÖTÜ BİR KOKU VE...
Şimdi gözünüzün önünde canlandırın lütfen. Böyle bir araya getirilmiş (mürettebat, tertib edilmiş, yani bir amaç için özel olarak düzenlenmiş insanlar demektir) gemiciler grubunun durumu şu: üzerlerindeki tek giysi, meyhaneye giderken giydikleri ve muhtemelen zaten pis olan şeyler. Bu şekilde oluşturulmuş mürettebat, diyelim yüz kişi. Gemiler ufacık yerler aslında. Gemicilerin uyudukları yer basık, havasız ve küçük. Herkes ambar gibi bir yerde, alt alta üst üste yatıyor. Arada duvar falan yok. Havalandırma yok. Şanslısının hamağı var. Yıkanamayan insanların, aylarca aynı giysilerle, hele hele aynı çoraplarla yaşadığı bir ortamı... Tamam vazgeçtim. Lütfen artık gözünüzün önünde canlandırmaya çalışmayın, dayanamayabilirsiniz.
SU YERİNE ROM VE BİRA
İçme suyu ayrı bir sorun. Çünkü o zamanlar arıtma yöntemleri, suyu temizleyen kimyasal çözümler falan yok. Hijyen zaten hak getire! Hiç de temiz olmayan fıçılara konan, kendisi de pek temiz olamayan tatlı su sizce ne kadar dayanır? Haliyle birkaç hafta içinde kokmaya ve yosun tutmaya başlıyordu içme suyu ve artık ‘sakın içme o suyu!’ haline geliyorlardı. E ne yapacak insanlar, ne içecek? İşte o nedenle gemilerde kişi başına belirli bir miktar günlük sulandırılmış rom ve bira istihkakı vardı. Sırf susuzluğu alsın ve bozulmadan saklansın diye. Eh ne yapsın adamlar? Sabahtan akşama kadar susuzluğu gidermek için alkol alınca alkolik olmak pek zor olmasa gerek. İşte bu nedenle Karayip Korsanları gibi filmlerde denizciler durmadan çakırkeyiftirler! Aynı nedenle limanlar, meyhane ve barların ana merkezidir ve yine bu nedenle Batı’nın gemici şarkılarında bolca içki lafı geçer. Bir ilave daha: Filmlerde görürsünüz, mesela eve gelen birine, “Bir içki alır mısın?” diye soran kişiye bazen şöyle bir yanıt verilir: ‘Hayır teşekkür ederim, susamadım.’ Bizim aklımız bunu pek almaz, birayla viskiyle falan susuzluğun ne ilgisi var diye. Yoktur tabii ama onların geçmişinde, kültürlerinde var işte. Susuzluklarını onlarla gidermişler çok uzun bir süre.
TAŞ GİBİ EKMEKLER
Yiyecek faslı da öyle pek iç açıcı değil. Evet arada sırada yemek için gemilerde canlı hayvan da bulunduruluyor ama karın doyurmanın ana kalemini oluşturan şey et değil peksimet! Çok tuzlanmış et, kurutulmuş bezelye ve peksimet. Bazen de çok sert ve dayanıklı peynir. Peksimet ise, adı havalı da gelse, iki kez pişirilmiş ekmekten başka bir şey değil. İçinde yağ vs. olmadığı için epey uzun süre bozulmadan dayanabilen tek şey neredeyse. Fakat onlara da böcekler musallat oluyor. Bu yüzden zavallı gemiciler, beton gibi ekmeği yemeden önce geminin duvarlarına vs. vurarak, önce içindeki böceklerin dökülmesi için uğraşıyorlar. Böcekleri dökülmüş taş gibi ekmek ve rom! Aman ne menü!
KAFALARA DİKKAT
Peki bu kadar kalabalık ve pis bir ortamda tuvalet işi nasıl çözülüyor dersiniz? Tuvalet diye ayrı bir bölme yok o zamanlar. Geminin baş tarafında, dışarıda, kemane denen bir bölüm vardır. Orada, üzerine delikler açılmış bir platform var. Gemi başını dalgalara daldırıp çıkardıkça da platform temizleniyor. Bir anlamda doğal sifon sistemi var yani. Fakat çok rüzgârlı havalarda, dışkılar bazen uçabiliyor. Öyle zamanlarda def-i hâcet eyleyen kişi, “marifeti” uçarken kimseye çarpmasın diye, güvertelerin birinden başını dışarı sarkıtabilecek arkadaşlarını uyarmak için bağırıyor: ‘Kafalara dikkat!’ Tabii bunu İngilizce yapıyor ama, ‘Watch your heads!’ diye uzun uzun bağıracağına, kısaca söylüyor ve sadece ‘heads!’ diye bağırıyor. Bugün halen İngilizcede gemi/tekne tuvaletlerine “heads” denir. Sebebi de budur.
KADİR BİLMEK
Günümüz teknelerinin modern tuvaletlerinden biri. Eskinin zavallıları bunu görse ne derlerdi acaba.
Efendim bugün size pek de hoş olmayan şeylerden söz ettiğimin farkındayım. Ama bazı şeyleri bilmek ve hatırlamak lazım. Aksi halde insanlığın bugüne nasıl geldiğini anlamak zor. Bugün teknelerde vakumlu tuvaletler, içme suyu arıtma sistemleri, mikrodalga fırınlar, buzdolapları gibi pek çok konfor unsuru var. Ama dünya haritasının eksik yerlerini dolduran gemicilerin çektiği çileleri (inanın buraya ancak pek azını yazdım ki okurlarımı sonsuza dek kaybetmeyeyim) bilmek, belki kıymet bilmeyi de kolaylaştırır. Sonuçta bugün geldiğimiz konforlu nokta, çekilen çileler ve acılarla sağlanmıştır ve gelişmeyi sağlayan insanlığı “bizler ve onlar” diye ayırmamak, sanırım en doğru yöntemdir. Kalın sağlıcakla. Bu arada Mudanya Mütarekesi’nin 97’nci yılı da hepimize kutlu olsun.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
AÇIK VE SICAK
Güzel bir hafta sonu olacağını tahmin etmek güç değil. Rüzgâr zayıf ve yağış, en azından Pazar akşamına kadar beklenmiyor. Hafif bir poyraz, açık bir hava yelkencilerin en sevdiği şeylerden biri. Bu nedenle denizde herkes için keyifli bir hafta sonu olacağını sanıyorum. Deniz suyu 20 derece santigrat. Herkese keyifli bir hafta sonu, tüm denizcilere selamet dilerim.
Paylaş