Paylaş
Hubble Uzay Teleskobu tarafından çekilmiş gerçek bir fotoğraf. NGC1032 isimli galaksi, Balina (Cetus) takımyıldızına 100 milyon ışıkyılı uzakta. Fonda başka galaksiler de var. Yani, çok büyük bu evren.
Geçmişten günümüze ne çok şey değişti değil mi? Aslında, değil! Değişen şeyler var elbette ama değişmeyen şeyler de çok sanki. Her şey, nereden baktığımıza bağlı. Mesela milyonlarca, hatta milyarlarca yıldır Güneş, Dünya’yı ve içindeki hayatı ısıtıyor. Bu gerçek hiç değişmedi. Ama Dünya’da yeni kıtalar oluştu, oluşanların yeri değişti, dinozorlar vardı mesela, hepsinin soyu tükendi, insan çıktı ortaya, o başladı diğer canlıların soyunu tüketmeğe, ne güzel sularımız vardı, giderek tükeniyor temiz sular çünkü biz sürekli kirletiyoruz vs. Değişim çok. Ama içtiğimiz suyu kirletsek, bindiğimiz dalı kessek de suya olan ihtiyacımız değişmedi mesela. Yaşamak için ona çok ama çok ihtiyacımız var. Göllerin bazılarının şekli değişti, bazıları haritadan silindi, kıyı şeritlerine dolgu yapıp duruyoruz, haritalar değişti, tarım alanları yok oluyor birer birer ama mesela yemek yeme ihtiyacımız değişmedi. Tarım yapacak alan kalmayacak yakında ama bizim tarım ürünlerine ihtiyacımız sabit!
Güneş hep orada, Ay, ilk gününden beri Dünya’nın çevresinde dönüp duruyor, bizim gibi diğer gezegenler de Güneş’in çevresinde kendilerine has eliptik yörüngelerinde dönmekteler ama gelin görün ki insanın, bu gökyüzü cisimlerini algılaması değişti. Şunun şurasında ne kadar zaman oldu ki Dünya düz mü değil mi diye tartışmayı keseli? Şimdi uzay mekiğine atlayıp, “Dur sana fotoğrafını çekip göndereyim” diyenlerin sayısı artıyor. Yakında ticari uzay gezileri başlıyor. Bugün selfie çekiyorlar yuvarlak Dünya ile, yarın yörüngede, “Kanalıma hoş geldiniz” diyenler artacak!
HER ŞEYİ KENDİMİZ YAPTIK
Güneş ile gezegenlerin boyutsal karşılaştırması
Biz bugün biliyoruz Güneş Sistemi’nin ne olduğunu, tabii ki bilim sayesinde. Eskiden farklı bakıyorduk evrene ve her şeye. Merak ediyorduk ama merakımızı gidermek, doğru bilgiye ulaşmak için gerekenler yoktu. Gerekli ne varsa kendimiz yaptık. Akıl sayesinde. İnsan aynı insandı, malzemeler de aynıydı. Ne bileyim, ağaç, toprak, su, madenler… Üzerinde sadece çiçeklerin, ağaçların yeşerdiği, hayvanların uçuşup kaçıştığı dünyada, hiçbir şeyi olmayan çıplak insan, bugün, dünyanın öbür ucundaki bir başka insanla konuşmak için telefonuna sesle kumanda ediyor. Gece yapacak başka şey olmadığı için çayıra uzanıp yıldızlara bakarak oralarda inek, tavşan, yılan, aslan falan gören insan, bugün o yıldızların ötesine bakıp, aralarına uzay aracı gönderiyor.
Çayıra uzanıp seyrettiğimiz devirlerde gökyüzünde ne varsa, hepsinin ayrı bir katta yaşadığını varsayıyorduk ve o katların sayısı belli idi: Yedi! Yedi, gerçekten insan için oldukça gizemli, oldukça yaratıcılığa açık bir sayı ama bu konuyu başka yazıda ele alacağız. Yedi deniz, yedi iklim, yedi kat gök, yedi düvel, yedi kıta, yedi gün, yedi, yedi yedi… Çok var. Bugün sadece küçük bir kısmına bakacağız.
YAZ TABLETE AL GELECEK MİLENYUMA
Yedi kat gök, Doğu mitolojilerinde sıkça rastlanan bir unsur. İslâm mitolojisinde de çok iyi tanınıyor. Dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’de adı bile geçmeyen, Prof. İsrafil Balcı’nın araştırmasına göre, 776 – 849 yılları arasında yaşamış İbn Ebû Şeybe’ye kadar hiçbir kaynakta rivayet edilmeyen, pek çok ilahiyatçının “İslâmî düşünceye aykırı” bulduğu “Mirac” hadisesi, yedi gök motifinin kullanıldığı bir anlatıdır. Osmanlı kaynaklarında, minyatürlerde, tarih ve coğrafya kitaplarında da yer alan yedi kat gök, aslında çok daha eskiye, Sümer’e kadar gider. Muhtemelen daha da eskiye gidiyordur da, yazıyı bulup bize aktaranlar Sümerler olduğu için öyle diyoruz. Daha öncekiler biliyor olsalar bile yazamamış garibanlar. Sümerler tabletlere yazmışlar, malum. Kil tabletler yaşken, çiviye benzeyen karakterlerin kullanıldığı ve bu nedenle “çivi yazısı” denen yazı üzerlerine kazındıktan sonra kurutulmuş ve ne mutlu ki günümüze kadar gelmişler. Bu yazı tabletlerine Aramî dilinde “diptera” denmiş. Aramî diline çok benzer dile sahip Fenikeli denizciler Akdeniz’de dolaşıp durdukları için, Yunanlarla çok yakın temas etmişler; deri parçalar üzerine yazı yazan Yunanlar, bu sözcüğü, yani ‘diphtera’yı tabaklanmış deri için kullanmışlar. Antik çağlarda neredeyse bütün Yakındoğu’da konuşulan Aramî diliyle akraba Sami kavimlerinden Araplar da buna benzeyen bir sözcüğü kullanmışlar ve biz de onlardan almışız. Bu nedenle biz de yazmak için kullanırız “defter”i! Arapçası da “daftar” işte… (Laf aramızda, akut döneminde boğazda oluşan köselemsi doku nedeniyle bir hastalığın adının difteri olması da bundandır.)
ÇIPLAK GÖZLE BU KADAR OLUR
Efendim, Sümerler, elbette milyonlarca yıldızı görmüşler ama bunların hepsi aşağı yukarı belirli ve sabit bir yerde, hemen hemen aynı katta duruyormuş gibi göründüğünden, daha farklı görebildiklerini anlamlandırmayı tercih etmişler. Eh, teleskop falan hak getire o devirlerde, ne görülüyorsa çıplak gözle… Sade gözle toplam 5 gezegeni ayırt edebilmiş Sümerler. Tabii, gezegenler de Ay gibi Güneş’ten aldıkları ışığı yansıttıkları için parlıyorlar, yıldız zannedilmişler. Ama diğerlerinden çok farklı oldukları için özel birer isim verilmiş onlara. (Takım yıldızlarda kümeye isim vermişler, aslan, boğa vs. diye, gezegenler tek tek isimlendirilmiş.) Tabii Güneş ile Ay’ı da ekledik mi, oldu sana 7 cisim. Yerleştirmişler mi hepsini bir kata? Sıralamışlar mı kafalarında bu katları? Haftanın her gününe de birinin adını vermişler mi? (Hepsinin yanıtı evet.)
YEDİLİ DÜZEN
Güneş Sistemi. Elbette ölçeksiz. Ölçekli olsa buraya sığmıyor.
Adım adım gidelim. Sümerler, gözlemleyebildikleri beş gezegen ile Güneş ve Ay’ın isimlerini haftanın her bir gününe verince hafta 7 gün olmuş. Ancak haftayı 7 gün yapan, sadece 7’nin ilginçliği değil, aynı zamanda Ay’mış. Daha doğrusu Ay’ın evreleri. Yeni ay, ilk dördün, dolunay ve son dördün dediğimiz evreler, yedişer günlük periyotlara sahiptir. Türkçedeki “hafta” sözcüğü Farsça’dan geliyor. Yani yine aşağı yukarı Sümer topraklarından. Farsça “heft” yedi demek. Önce hefte olan sözcük, “yedili” anlamına geliyormuş, zamanla hafta olmuş. İşte bu Ay evrelerinden dört tanenin bir bütün oluşturduğunu tespit eden eski insanlar, bu bütüne de “ay” demişler. Diğer dillerde de ay, hep Ay ile bağlantılı. İngilizcesi “month” (Ay’ın İngilizcesi moon’dur), Almancası “monat” hep “ay”dan gelen laflar.
GÜNLERE BAKSANIZA…
Bugün halen Sümer haftasını kullanıyoruz. Hatta Hint-Avrupa dil ailesinin üyeleri olan Batı dillerinde isimleri bile bugün varlığını koruyor. Güneş, İngilizcesi ile “Sun”; Sunday halen pazar günü. Güneş’in Almancası “Sonne”, pazar günü de haliyle Sonntag. Ay’ın İngilizcesi “Moon”; Moonday, Monday olarak kısalmış ve pazartesi anlamına geliyor. Ay’ın Fransızcası “Lune”, pazartesi de bu nedenle Fransızca’da “Lundi”. “Satürn’ün günü” anlamındaki Satur(n)day, cumartesidir, değil mi? İngilizcede yok ama Fransızcada Mars halen var. Salı gününün Fransızcası “Mardi”.
AH FELEK AH
Sümer’den sonra yeni bir gökcismi görülmesi ve hayata dâhil edilmesi çok zaman almış. Şuna baksanıza, Sümerlerden, yani MÖ 2500’lerden söz ediyoruz. Sonra, aradan 4 bin yıl falan geçiyor, yedi felekli gökkubbe bilgisi bütün dünyayı dolaşıyor, ta Osmanlı’ya ulaşıyor, Osmanlı da bunları mitolojik metinlere, minyatürlere, takvimleri, yazmalara konu ediyor. Gökyüzü, yarım birer fanus gibi semayı oluşturan katlara sahip olarak tasvir ediliyor ki bu fanus katlarının her birine “felek” deniyor. Felek, gökyüzü anlamına da geliyor, talih anlamına da. Bu ikiliğin nedeni, yine kadim kültürlerde gökyüzü ile hayatımızı, kaderimizi oluşturan tanrının veya tanrıların aynı anlama gelmesi. Türklerde gök sözcüğünün hem tanrı hem de gökyüzü anlamına gelmesi gibi. (bkz. geçen haftaki yazı.)
KAT KAT GÖK
Bütün bunlara göre, Dünya’dan göğe çıkarken ilk felekte (ilk kat gökte) Ay var. O devirlerde kullandığımız ismiyle Kamer. İkincide Utarit (veya Utârîd). “Bu da ne?” diye soranlar mutlaka var, hemen söyleyelim: Merkür. Utarit, onun eski adı. Üçüncü felekteki yıldız/gezegen, Zühre. Bizim bildiğimiz adıyla Venüs. (“Erkekler Mars’tan, kadınlar Venüs’ten” lafını hatırlayınız. Tahir ile Zühre’de bu ismin seçilmiş olması da ayrıca anlamlı.)
Zühre’den sonraki feleği süsleyen büyük ışık kaynağımız Şems. Yani Güneş. Güneş’ten biraz daha gidilince gelinen feleğe (ki elbette tamamıyla yanlış bir varsayım) Mirrih hâkim. Benim çocukluğumda bu isim kısmen Merih olarak kullanılırdı. Bugünkü adı Mars. Bir elinde kılıç, bir elinde kesilmiş kelle tutan bir erkek cellat olarak tasvir edilir minyatürlerde.
HİNDİSTAN’IN MAVİLİLERİ
Lord Shiva. Hinduizmin çok kollu mavi tanrısı.
Bir sonraki gök tabakasının sahibi Müşteri yıldızı. Tabii yıldız falan değil gene, bizim bildiğimiz Jüpiter gezegeni. Son olarak da, yani yedinci kat gökte oturan Zuhâl. Zuhâl, bizim Satürn. Bütün bunları çevreleyen ve tüm yıldızlara ilaveten 12 burcun bulunduğu en dış felek var. Zaten feleğin “talih” anlamına da geliyor olmasında, o 12 burcun etkisi büyük. Zuhâl, çok ilginçtir, Dünya’ya en uzak halkada olduğu sanıldığı için, gamlı ve kederli bir erkek olarak tasvir edilir ama derisi koyu mavi renklidir, çünkü bunu düşünen insanların kafasında var olan “en uzak yer” Hindistan olduğu için (Büyük İskender’in gittiği en uzak yer de Hindistan’dı, sonradan anlatılan Zülkarneyn’in de), bir Hint figürü olarak belirir. Hindistan’ın en önemli tanrılarından biri Şiva da mavidir. Üstelik, İslam mitologyası bununla yetinmez, bir de fil ekleyiverir Zuhâl’e. Nitekim Hint mitolojisinde Ganeşa adlı bir tanrı vardır, fil kafalıdır ama aslında insandır, Şiva’nın oğludur, kopan kafası yerine fil kafası oturtulmuştur sonradan ve bu nedenle bilgeliği temsil eder vs. Her şeyin ne kadar iç içe olduğunu anlatmak için söylüyorum bunları.
KENDİMİZİ GÖRÜYORUZ İŞTE
Bugün çok daha fazla şey biliyoruz gökyüzü hakkında. Sonsuz bir evrene baktığımızın farkındayız ama sonsuzluğu algılamak zor. Kara deliklerin bile gerçek fotoğrafını çekebiliyoruz artık. Evrenin sırları birer birer çözülüyor ama hepsinin çözülmesine daha çok var sanki. Masal olduklarını bilsek de mitolojiyi okumak, ondan keyif almak güzel. Eskiden neye inandığımızı, nasıl düşündüğümüzü örmek adına da ayrıca güzel. Kendi gelişimimizi, kendi ürünlerimize bakarak ölçebiliyoruz. Tabii ne kadar becerebiliyoruz, o ayrı. Kalın sağlıcakla.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
NASIL OLSA EVDEYİZ
Çok soğuk değil, gündüzleri 10 derece üzerinde bir havamız var. Kuvvetli rüzgâr beklenmiyor, yağmur yağdırma olasılığı bulunan ufak tefek bulutlar üzerimizde hafiften gezinecek. Ama ne zararı var efendim? Evdeyiz bu hafta. Umarım bu önlemler işe yarar, umarım artık kimse, gözle görülmeyen bir virüse yenik düşmez, umarım kimse zor durumda kalmaz, umarım hayat tez vakitte normali döner.
Paylaş