Paylaş
İçinde insan yoksa, kumaş, tahta ve taştır tiyatro. Foto Paolo Chiabrando - Unsplash
Yarın Dünya Tiyatrolar Günü. Uzun süredir perdesine, sahnesine, koltuğuna, kokusuna, bilet gişesine, vestiyerine, antraktına, oyun sonunda alkışlamasına hasret kaldığımız tiyatroların günü. Işığıyla, akustiğiyle, rahat koltuğuyla, sahne zeminindeki ahşabın gıcırtısıya bambaşka olsa da, tiyatrolar, oyuncular olmadan ne işe yarar ki? Oyuncular, bir tiyatro binası olmadan da oyunlarını sahneleyebilir, izleyicileri büyüleyebilirler. Yani bir başka deyişle tiyatro denen şey, oynayanla izleyen arasındaki bağ değil midir? Dünyanın en güzel tiyatro binasını yapsanız, oyuncusu ve izleyicisi olmadan taş, tahta ve kumaştır o sadece. Tiyatro, insanla vardır, çünkü tiyatro, insan için vardır.
HER SANAT VARDIR ONDA
Ama çok özledik sahiden. Foto Fatih Kilic - Unsplash
Bütün sanatlarla iç içedir tiyatro. Dans vardır, müzik vardır, resim vardır, heykel vardır, elbette yazı vardır, hitabet vardır, şan vardır. Örnek mi? Tamam. Mesela bir resme bakarken uzun uzun düşünürüz değil mi? Gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışırız. Resmedilmiş bir insan, bir vazo dolusu çiçek, bir sepet meyve, kumsala çekilmiş kayıklar, yıldızlarla dolu bir gece… Her ne ise, gördüklerimiz bize bir şey (bazen çok şey) anlatır. Herkes kendi anlayacağını anlar elbet ama kuşkusuz sanatçı, resmederken duygularını açık veya örtülü şekilde yansıtmıştır mutlaka. İşte biz resmi izlerken, sanatçının düşündüklerini veya yansıtmaya gayret ettiklerini dillendiririz. “Ressam, burada diyor ki…” diye konuşmaya başladığımızda, gördüğümüz şeyi seslendiririz. İşte o an ne olur biliyor musunuz? Tiyatro!
BİR AN VE HER AN
Ne heyecan verici, ne sürprizli şeydir şu kırmızı perde. Ama açılsın artık. Foto Gwen King - Unsplash
Örneğin acı çeken bir insanı sonsuzluğa armağan etmek istiyorsa bir heykeltıraş, eseriyle elbette, acı çeken insanın neye benzediğini, tüm kaslarıyla, yüzündeki tüm ifadeyle bilmek zorunda değil midir? Bir tek anı, bir tek saliseyi betimler heykeltıraş ve o anda her hali vardır acı çeken insanın. (Yorumlarla heykelin görüntüsü değişebilir elbette, o başka bir konu.) Oyuncu ise acı çeken insanın her halini bilmek zorunda olan bir başka sanatçıdır. Ve onun bir anı, bir tek saliseyi gösterme şansı yoktur, acıyı, görüntüsüyle, sesiyle, hareketiyle, yani zaman ve mekânda her haliyle yansıtmak zorundadır. Bu kadar örnek yetse iyi olur, yerimizi idareli kullanalım. Ama şunu da söyleyelim ki, sanat yoksa biz sadece biyolojik varlık olarak kalakalırız öylece. Bakın mesela şempanzelerin de hayatında sanat yok, çiftlik hayvanlarının da. İnsan, sanatla insan.
METİNLE BAŞLAR
Tiyatro, yazıyla başlar. Eğer biri, oturup bir oyun yazmazsa, ortada tiyatro da olmaz. “Oyun metni” veya” tekst” diye bazen değeri düşük gösterilse de eser, oyuncuların performansı dışında neredeyse tiyatronun ta kendisidir. Biz Shakespeare’yi (Şekspir) metinlerinden tanıyoruz, yoksa nereden bileceğiz 5 asır önce yaşamış o dehayı? (Biraz bulutlu bir konudur Şekspir’in hayatı ama yeri burası değil şimdi. Öyle ya da böyle, bu oyunlar yazılmışlar, varlar, asırlardır oynanmaktalar.)
ÇATIŞMASIZ HAYAT MI VAR?
Her gün mutluyu oynamak zorunda olmaktan o kadar yorgunum ki. Foto Jen Theodore - Unsplash
Tiyatro, insan zihninin ürünüdür ve bu nedenle varı yoğu insandır. İnsanın olduğu yerde düşünce, düşüncenin olduğu yerde karşı düşünce yani çatışma vardır. Herkes her yerde aynı düşünebilir mi? Elbette hayır. Bir apartmanda oturduğunuzu varsayın, mesela apartmanın dış cephe kaplaması veya merdiven boşluklarına yapılacak yeni badananın rengi, her daireye taktırılacak görüntülü kapı otomatiği ve daha bir yığın konu üzerinde yüzde 100 düşünce birliği sağlanır mı? Çatışma, ille de terör/şiddet gibi anlamlar barındırmak zorunda değildir. Akşama yenecek yemek bile çatışma konusu olabilir. Anne kapuska yapacağını söyler de, çocuklar burun kıvırır mesela, “Ama köfte-makarna yapsaydın ya!” Al sana çatışma!
AGONLAR DİYARI
Oyunların ana karakterine (biraz teknik olacak ama az sabır lütfen) “protagonist” denir. Bu, Yunanca proto (ilk, esas, baş) ve agon (çatışma, mücadele) sözcüklerinin birleşmesinden türetilmiş bir terimdir. “Karşı karakter” ise “antagonist” diye geçer. Yani anti+agonist. Dedik ya, “agon” çatışma ve mücadele demektir. Mücadele yoksa, anlatacak öykü bulmak da zordur tabii. Mutlu mesut yaşayıp giden bir aile, kavuşmuş âşıklar hiçbir şey ifade etmez ki izlerken. Çatışma şarttır ve zaten hayatın ta kendisidir. Yani, sen piknik planı yaparsın yağmur yağar. Tatil planı yaparsın, bir aile büyüğü hastalanır. Yeni bir takside girersin, korona gelir işsiz kalırsın. Tam istediğin arabayı alacakken, döviz hareketlerinin tuhaflığı yüzünden bir bakarsın arabanın fiyatı 1,5 kat artmış! Sevgilinle buluşmak için en güzel kıyafetini giyersin, insanlıktan nasibini almadığı için su birikintisinden hunharca geçen pis şoför, birikintiyi kıyafetine nakşeder! Hayat, hep çatışmalar barındırır yani. Bu nedenle vardır karşı karakter. Bu nedenle ismini çatışmadan alır tüm karakterler.
GÖZLEMEZSEN OLMAZ
Ve biliyor musunuz, tiyatro, doğrudan düşünceyle ilişkilidir. “Tiyatro” sözcüğü de Yunanca kökenlidir. “Theatron”dan gelir, “seyir yeri” demektir ama, bu sözcük de “thea” kökünden türemiştir. Thea, “seyretmek, izlemek, görmek” anlamına gelir. Ve bu da -ister inanın ister inanmayın- “kanıtlanması gereken önerme/görüş” anlamlarına gelen teorem/teori sözcükleriyle aynı köke sahiptir. Çünkü hepsinin altında “görmek, gözlemek” eylemi yatar. Başka deyişle, insanın en eski eylemi! Gözlemek!
İnsan, çevresini gözleyerek anlamaya çalıştı bir milyon yıl önce. Çünkü başka bir anlama aracı yoktu. Sonra yıldırımdan, selden, depremden, şimşekten, yağmurdan ve her şeyden korktu. Güneşin yaşattığını kavradı. Hepsinin ardında ayrı bir insanüstü güç olduğunu varsaydı ve onlara taptı. Onlarla iletişim kurmak için törenler, ritüeller icat etti. Ritüellerde, arkeolojik kanıtlarla artık biliyoruz ki, doğanın güçlerini taklit ederek doğaüstü güçlerle iletişim kurdu. İnsanın, tapınmak için bile oyunculuğa muhtaç olduğu zamanlardı yani.
MIŞ GİBİ YAPMIYOR MUYUZ HEPİMİZ?
Uçak geliyooor, aç bakalım ağzını kocamaaan, diye oyunculuk yapmaz mı anneler. Foto Tanaphong Toochinda - Unsplash
Aslında, hepimiz bir anlamda oyuncu değil miyiz? Hem de her gün ve neredeyse her saat? Yeni doğan bebek bile, kısa süre içinde annesinin kucağını istediğinde ağlayarak bunu sağlamıyor mu? Biraz büyüdükten sonra “Sen doktormuşsun, ben hastaymışım” veya “Sen hırsızmışsın, ben polismişim” diye oyunlar kurmuyor muyuz? Evcilik oyunu tiyatronun ta kendisi değil mi çocuklarda? Okulda, işyerinde arkadaşlarımıza, öğretmen veya amirlerimize gün boyu oynamıyor muyuz? Malzemeden çalıp çürük bina yapan müteahhit, tüm hayatı boyunca dürüst ve iman sahibi insanı oynamıyor mu? Küçük çocukların peşinde koşan sapık, namus hakkında bolca demeç verip namusluyu canlandırmıyor mu ömür boyu? Çatır çatır eşini aldatan koca, evde sadık adamı oynamıyor mu? Karısını yirmi yerinden bıçaklayıp öldüren manyak, mahkemede takım elbise giyip “efendi adamı” oynamıyor mu, iyi hâl indirimi kapmak için? Akşam yediği yumruktan gözü morarmış kadın, pazarda arkadaşına rastlayınca, “yok yok, dolabın kapağına çarptım” diye rol kesmiyor mu? Evet evet, hepimiz oyuncuyuz. Hem de ödüllere layık üstün performanslar sergiliyoruz sürekli. Ama sürekli!
KRAL ÇIPLAK DİYEBİLEN TEK ŞEY
Peki dürüst bir şey yok mu? Ah olmaz mı? Tiyatro işte. Düşündüklerimizin pek azını dillendiririz ya hani... Kralı görürüz mesela. Çok pahalı ve “sadece aptal olmayan insanların görebileceği” kıyafetler diktiğini ileri süren bir sivri akıllı grup tarafından kandırılan kral, üzerinde aptalların göremediğini sandığı kıyafetle, yani aslında sadece donuyla yürümektedir ya halkın içinde, Andersen’in kaleme aldığı haliyle... Ve bir de kendi kendine düşünmektedir ya hani, “Halkım aptal mı acaba, üzerimdeki muhteşem kıyafeti görebiliyorlar mı, göremiyorlar mı?” diye. Ve birden bir çocuk seslenir ya kulakları çınlatan incecik sesiyle, “Aaa, kral çıplak!” diye hani… İşte o çocuktur tiyatro. Tiyatro, o çocuktur.
DÖRT GÖZLE BEKLİYORUM
Tüm tiyatroların açılmasını dört gözle bekliyorum. İlk fırsatta gidip salonun, başka hiçbir yerde olmayan o kokusunu ciğerlerime doldurmak için gün sayıyorum. Oyuncuların, müzisyenlerin, ışıkçı, dekorcu, kostümcü ve daha bilumum bağlantılı güzel insanın evlerine rahat rahat ve güler yüzle ekmek götürebilmeleri için gün sayıyorum. Bir oyun yazarı olarak sahnelere oyun yetiştirmek için zorlanmak istiyorum. Yarın Dünya Tiyatrolar Günü. O güzel günü, açık tiyatrolardan birinin salonunda veya fuayesinde, şiirlerle, müziklerle kutlamak istiyorum.
HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
TAMAM TAMAM ISINIYORUZ
Kapıdan bakmaya ve kazma kürek yakmaya alışığız da, biterken de bu kadar kök söktürmeseydi iyiydi sevgili mart ayımız! Neyse ki müjdelediği baharın eli kulağında, güneşli havalarla ısınmaya başlıyoruz. Gerçi cumartesi biraz yağış alırız ama zaten aniden ısınan hava da hiç iyi bir şey değil, yavaş yavaş ısınıp baharı hissetmek daha tercih ettiğimiz bir durum. Görünen de öyle. Hem pazar hem de önümüzdeki haftanın başı gayet keyifli görünüyor. Yeter ki şu korona belasından kurtulalım artık, gına geldi! Sağlıkla kalın efendim.
Paylaş