Paylaş
İzlanda'dan bir fay. Foto Tucker Monticelli -Unsplash
Geçen haftanın devamı niteliğinde Zülkarneyn arayışına devam edecektim aslında ama hayatımıza bomba gibi düşen İzmir depremi buna imkân tanımadı. Zira böyle büyük şoklardan sonra hemen normale dönmek kolay değil ve gündem de bir o kadar başka şeylere uzanamıyor. Neyse ki depremin ardından geçen zamana rağmen gerçek kahramanlar tarafından kurtarılan kazazedelerin ve özellikle çocuklarımızın gözlerindeki ışık, acıları bir nebze unutmamızı sağlıyor. Doğal olarak ben de Zülkarneyn’i bir tarafa bıraktım (ki zaten iki bin yıldır kenarda bekliyor garibim) ve depreme yönelik bir sayfa hazırlamaya karar verdim.
Eski insanlar, bilimin olmadığı, neyin neden olduğunun bilinmediği, bilinemediği karanlık çağlarda, yani yeryüzünde var olduğumuzdan bu yana (diyelim son birkaç asra kadar) depremi ve tüm felaketleri hep doğaüstü güçlere bağlamışlar. Tabii doğa ile ilişkileri biraz karmaşık olduğundan ve her doğal olayı o zamanlar pagan bir alışkanlıkla bir tanrıya bağlamak ihtiyacı hissettiklerinden, her şey, uydurdukları bir tanrıya bağlanmış. (Yunan’daki Poseidon gibi.)
İŞTE O ZAMANLAR...
Önce bu ilişkiyi biraz anlamaya çalışalım, işin hikâye faslı o zaman anlam kazanmaya başlar zaten. İnsan, doğanın güçlerinin “doğanın güçleri” olduğunu bilmiyordu en başta. En baş dediğimiz, ilkel insan toplulukları elbette. Henüz tarımın olmadığı, tarıma daha binlerce yılın olduğu zamanlar... Avcı-toplayıcı insanın, yeni yiyecekler bulabilmek için diyar diyar gezdiği zamanlar…Mağaralarda, ağaç kovuklarında uyuduğu zamanlar…
İşte o zamanlar, doğal olarak her şeyden korkuyordu insan. Çakan şimşek, hele düşen yıldırım ne büyük bir korku sebebiydi. Yağmura, kara anlam vermek zordu. Yer sallandığında, o zamanlar yıkılacak bir şey olmadığından belki pek can kaybı olmuyordu ama olmasa bile, sesiyle birlikte gelen ve kimseyi ayakta tutmayan o sarsıntılar, gerçekten tüyleri diken diken ediciydi.
Hindu dünyası, kaplumbağa ve filler üzerinde. Tabii Hintler artık bunun böyle olmadığını çok iyi biliyorlar.
DOĞA GÜÇLERİNE TAPINMA
İnsan, sorgulayan bir canlıdır. O zaman da sorguluyordu elbette. “Neden oluyordu bütün bunlar?” Neden yağmur yağıyordu? Güneş neden doğuyor, neden batıyordu? Batan güneş, bir sonraki sabaha kadar nereye kayboluyordu? Gökyüzünden yere doğru inen ve korkunç bir gürültü çıkartan büyük ışık neydi? Düştüğü yeri yakan o ışık nereden geliyordu? Yer neden sallanıyordu? Sorular, sorular, sorular… Eh, ne bilim var ne başka şey. Eğer gücü ve büyüklüğü algımızı, bilgimizi aşıyorsa ama ille de bir yanıt vermek istiyorsak, işte o zaman uydurmaya başlarız. İnsan da bu sorulara yanıt ararken doğanın güçlerine tapınmaya başladı.
Sabah olup hayatı ısıtan ve aydınlatan Güneş çok önemliydi, muhtemelen tanrıydı o. Geceleri onun yerine gelen ama o kadar da parlak olmayan Ay da öyle olmalıydı. Güneş ve Ay gökyüzündeydi ama düştüğü yeri yakan gürültülü ışık, bulutlardan çıkıyordu, demek bulutlar ve ateşli ışık başka bir güç, başka bir tanrıydı. Bunların hepsi havayla ilgiliydi, demek ki yer sallandığında başka bir güç devreye giriyordu, onun tanrısı başka olmalıydı.
İşte böyle böyle, insanoğlu doğadaki her şeyi üstün bir güçle, bir tanrıyla ilişkilendirdi. Bu nedenle çok tanrılı dinler, yani paganizm, yani putperestlik vardı dünyada. Paganizmin (putperestliğin) en önemli söylemi, tanrıların insanları ha bire cezalandırması üzerineydi. Şimşek mi çaktı, “Falanca tanrı bir şeye çok kızdı” denirdi. Yıldırım mı düştü, “Aman şu anda öfkeden delindi, başımıza daha beteri gelmeden bir kurban verelim” deyip bir veya bazen birden fazla insanı, çoğunlukla da masum oldukları için çocukları kurban verirlerdi. Ortadoğu’da çocuk kurban etme geleneği çok yaygındı epey eskiden. Yer mi sallandı, yani deprem mi oldu, “Yerdeki falan tanrı öfke içinde, onu sakinleştirelim” deyip başka bir ritüel uygularlardı. Bu, pagan yani putperest söylemdi.
ÜST ÜSTE KÜLTÜRLER
İnsan, alışkanlıklarını çok kolay değiştiremiyor. Yeni gelen her sistemin içinde eskisinin izleri görülüyor. Örneğin, Roma İmparatorluğu, MS 4. yüzyılın neredeyse sonuna kadar pagandı. Son üç asır içinde Kudüs’te “Yahudiliğin yasalarını tamamlamak” iddiasıyla ortaya bir “fraksiyon” olarak ortaya çıkan -İncil’de birkaç yerde Hıristiyanlar, “Nasranî Tarikatı” olarak geçer. (Örneğin Elçilerin İşleri, 24-5)- Hz. İsa’nın takipçileri, olayı tamamen yeni bir dine çevirdikten sonra kendilerine “Mesih’in takipçileri” veya “Mesihçiler” anlamına gelen Hıristiyanlar (Hristos) ismini verdiler. (MS. 43-44) Ve bunu da ilk kez Antakya’da yaptılar. Hıristiyanlık, yavaş yavaş yayılırken (bunun nedenlerini başka bir yazıda ele almıştık daha önce) Roma tarafından yasadışı ilan edilmiş, takibata ve açıkça zulme uğramıştı. Neyse ki 391’de Theodosius paganizmi yasakladı ve Hıristiyanlık resmi devlet dini haline geldi. Fakat paganizm tamamen yok olmadı. Bugün Hıristiyanlıkta kutlanan özel günlerin önemli bir kısmı, aslında yüzlerce yıl öncesinden beri kutlanagelen özel günlere denk getirilmiş, kiminin sadece adı değiştirilmişti. Başka bir yazıda bunları ayrı olarak ele alırız, burayı daha da kalabalıklaştırmaya gerek yok şimdi.
Bu anlattığım sadece bir örnek. Eskiyle yeni hep iç içe yaşamıştır. İnançlar birbirine karışmıştır her zaman. İnanç olmasa bile öyküler, efsaneler karışmıştır. Gerçek inancın içine mitoloji her zaman dâhil olmuştur. Zannediyor musunuz ki İslamiyet’ten sonra böyle bir şey yok? Olmaz olur mu? Çok sayıda örnekten sadece bir tanesini buraya sığdırabileceğim.
Yani bu çağda, artık akıl yerine başka bir şey kullanmak hoş olmuyor. Foto NASA -Unsplash
ACAYİPLİKLER DÜNYASI
Bir zamanlar, coğrafya ve seyahatle ilgili kitaplardan bazılarına genel olarak “Acaibü’l-mahlûkât” adı verilirmiş. Burada geçen “acaib”, “tuhaflıklar” anlamına geliyor ama eski devirlerin anlayışında bu, aynı zamanda “harikalar, sıradışılıklar” gibi anlamlar da barındırıyor. Bugün kullandığımız “acayip” sözcüğü tam olarak bu. Bizim soru sorarken kullandığımız “acaba” ile aynı “acep” kökünden gelir. Yani, acaba ile acayip aynı şey: Ortada bir tuhaflık var ve onu merak ediyoruz! Bir sürü acaibül mahlukat kitabı arasından en meşhurlarından biri Kazvînî’nindir. İranlı Kazvînî 1203-1283 arasında yaşamıştır ve eserinde mitolojik unsurları İslam ile bağdaştıran onlarca yazardan biridir.
NE NEYİN ÜZERİNDE?
Eserde, pek çok eserde sorgulandığı gibi, Dünya’nın neyin üzerinde durduğu da tartışılan konulardan sadece biridir. Buna göre, Allah, sonsuz gücü olan büyük bir melek göndermiştir, melek Dünya’yı omuzlarına almıştır, bir elini doğuya, öbürünü batıya uzatmıştır. Fakat ayaklarını nereye basacaktır melek? Allah sarı yakuttan, üzerinde yedi bin delik bulunan bir kaya yaratır. Her delikte bir deniz vardır. Fakat kaya nerede duracaktır? Çok büyük bir boğa veya öküz gelir, bunun kırk bin başı vardır. İki ayağı arasındaki mesafe beş yıllık yürüyüş mesafesidir! Peki boğa neye basacaktır? Dev bir balina (Hût) gelir. Öyle büyüktür ki balina, denizin bütün suları bir burun deliğine girse, bu su, çölde bir tohum kadar küçük görünür. Şeytan, balinaya yaklaşıp yükünden kurtulmasını söyler. Balina tam kanacakken, Allah küçük bir hayvan gönderip balinanın burnundan sokarak beynine gönderir. Balina bundan kurtulmak için Allah’a yalvarır. Hayvan çıkar ama ne olur ne olmaz diye uzaklaşmaz, balinanın yüzünde bekler. Öküzün her kılı dünyadaki bir ülkeye bağlıdır, burnuna bir sinek yaklaşınca öküz sarsılır, hangi kılı kıpırdarsa o ülkede deprem olur!
Dünyayla selfie
ÖYKÜ DOLU BİR DÜNYA BU
Bunların mitolojik öyküler olduğunu yazan da biliyor, okuyan da. Her kültürde vardır bunlar. Hint kültüründe kaplumbağanın üzerinde duran dört fil taşır dünyayı mesela. Kaplumbağa bir kobranın üzerinde durur. Bunlardan biri kazayla hareket ederse, deprem olur. Bir başka Uzak Doğu mitinde, yeryüzünün içinde insanlar vardır, arada sırada yüzeydeki insanları merak edip sallarlar dünyayı, dışarıdakiler de “Yaşıyoruuum” diye bağırırlar, içeridekiler anlar ki tamam, her şey yolunda… Bir eski Meksika mitinde, el Diablo isimli ifrit, dünya üzerinde dev yarıklar açıyor. Çok güçlü. Bu yarıklar da bugünkü fay hatları. Ne zaman cehennemin dibinden ifritin arkadaşları yeryüzüne çıkmaya çalışsa haliyle deprem oluyor! Böyle bin tane deprem öyküsü var, yerimiz yetmez.
AKIL LÜTFEN
Bugün artık bilim var, teknoloji var. Uzaya çıkabilen şanslı insanlar, arkalarında Dünya ile selfie çekiyorlar! Dünya’nın yuvarlak olduğunu, hiçbir şeyin üzerinde durmadığını biliyor ve görüyoruz. 43 yıl önce, 1977’de uzaya gönderilen Voyager 2 isimli araç şu anda 18,8 milyar kilometre uzaktan bize sinyal gönderiyor. Fay hatlarını da biliyoruz, haritalandırıyoruz vs. Kimileri, kendilerini ne sanıyorlarsa ve o bilgiye nereden ulaşıyorlarsa, “Allah depremi şu yüzden yaptı, bu yüzden yaptı” diye meczupluk sergiliyorlar. Düpedüz delilik. İnançlı veya inançsız, herkes için maskaralıktan başka bir şey değil. Nereden bilecek neyin neden yapıldığını? Bilse peygamber olur ki artık bunun olamayacağı da biliniyor değil mi? Kimsenin dikkate aldığı yok bu delileri elbette. Ben sadece son 20-30 bin yıldır falan, bazı zihinlerin hiç ama hiç değişmediğini göstermek için kaleme aldım bu yazıyı. Böylesi bir çağda akıldan başka bir tarafımızı kullanmak artık pek hoş olmuyor be arkadaş!
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
HOŞ BİR SONBAHAR
Bu hafta sonu 17-19 derece santigrat arasında gündüz sıcaklığımız var. Elbette geceleri düşük. Kuzeyli rüzgâr üç ün boyunca canlı. Epey de bulutluyuz, ara ara yağmur düşecek gibi görünüyor. Fakat pazar günü için daha sakin ve yağışsız bir hava bekleniyor. Hatta pazar için uygun bir yürüyüş ve açık havada ferahlama günü bile diyebiliriz. Kalın sağlıcakla.
Paylaş