Paylaş
Kitap dendiğinde ne anlarız? Kendi dünya görüşümüze göre değişir algı kuşkusuz. Ama eğer kitap sözcüğünü, birdenbire, “Kitap’ta diyor ki…” diye kullanacak olursak, biliriz ki o, kutsal kitaptır. Artık hangi dinsel topluluğun içindeysek, onun kutsal kitabıdır “kitap”. Zaten “kitapsız” dediğimizde de genellikle vicdansızlık yapan, karşısındakilere zulmeden, kötü kalpli, kendisinden başkasını düşünmeyen insanları kastediyor olmamızın altında da bu vardır. Bu durumda, “kitaplı” deseydik eğer vicdanlı, kimseye zulmetmeyen, iyi kalpli, kendisinden başkalarını da düşünen insanları anlıyor olurduk. Ama demiyoruz. “Kitaplı” diye bir sözcük yok. Çünkü varsayıyoruz ki “kitapsız” olanların dışındaki herkes kitaplıdır. Yani vicdanlıdır, kötülük etmez, zulmetmez, iyi kalplidir vs. Peki gerçek öyle mi? Yanıtı, kendi vicdanınızla baş başa veriniz. Çünkü bizim konumuz başka. Konumuz kitap. Kitap dendiğinde kutsal kitap algılanmasının tarihsel kökenine birazdan değineceğiz. Elbette İslâmiyet’e özgün değildir bu algı. İnsanlık, ortak kültür havuzundan beslenir çünkü ve o havuzun ortaya çıkışı onbinlerce yıl önce başlayan bir maceradır. Adalarda veya Amazon havzasında dış dünya ile irtibatsız halde yaşayan kabilelerin haricinde, birbiriyle ilişkili dünya, her zaman bu ortak kültür havuzunu kullanmıştır.
YAZAN KAZANIR
Buradaki yazılarda hep Sümer’e gider bir bakarız, “Bakalım bu konuda Sümerler ne yapmış” diye. Bu çok normaldir çünkü yazıyı onlar icat etti ve o vakte kadar insanlığın kültür havuzunda ne varsa, bilebildikleri kadarıyla, onlar yazıya geçirdi. Büyük olasılıkla yazıya döktükleri şeyler çok daha eskiydi, yani Sümer icadı değildi örneğin o efsaneler, mitler. Ama her şeyi Sümer’de “ilk” yapan, onların bize ilk kez yazıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Daha eskisini bilemediğimiz için de yazılanı “ilk” kabul ettik, ediyoruz.Sümerler yazıyı kil tabletlere yazıyorlardı. Öyle koca koca tabletler değildi bunlar. Çoğunlukla avuç kadar şeylerdi. Nemli kile kamışla yazılır, sonra da kurutulurlardı. Kurutulmuş kil haliyle çok dayanıklı bir malzeme olmadığından, pek çok tablet elimize ulaşamadı ama ulaşanlar, tarihe ışık tutmayı başaracak kadar çoktular. Kamış kalemlerle yazıyordu Sümerler, çiviyle değil. Kullandıkları sembollerin her bir karakteri çiviye benzediği için sonradan “çivi yazısı” dendi o yazıya. Yoksa, hırdavatla ilgisi yok yazının.
KÜLTÜR İHRACATI BÖYLE BAŞLAR
Fenikeli denizciler, daha ziyade Kenan diyarının insanları, ki zaten kendilerine Kenanlılar diyorlardı Fenikeli değil, Sümer’den aldıkları yazıya önemli bir katkıda bulundular: Alfabe! (Bakınız: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/her-sey-yazidir-41862379) O vakte kadar Sümer yazısı hecelerden ve anlamlı simgelerden ibaretti. Her sese bir şekil tayin eden Fenikeliler oldu bildiğimiz kadarıyla, ki o şekillere biz bugün “harf” diyoruz. Neyse efendim, geçelim; bu Fenikeli denizciler bütün Akdeniz’de dolaştılar, koloniler kurdular, Mezopotamya’da başlamış uygarlığı Akdeniz çanağına yaydılar. Tabii Fenike’ye, yani bugünkü Gazze’den yukarı Lazkiye’ye kadar olan kıyı bölgesine en yakın olan topraklarda Helenler, bizim bugün Pers ağzıyla “İyonan = Yunan” dediğimiz halklar yaşıyordu. O nedenledir Girit’te yazının ortaya çıkışı Yunan anakarasından öncedir. Eh, Fenike’ye daha yakın da ondan! Sonra da Yunanlar, Sümer çivi yazısı ve Fenike alfabesini aldılar, tam olarak Fenike alfabesini kendi dillerine uyarladılar ve neredeyse birebir alfabeyi kopyaladılar. Bugünkü Yunan alfabesi, elbette aradan geçen dört bin kadar yılın düzeltme ve değişiklikleri ile, o Fenike alfabesinin üzerinde oturmaktadır.
KAÇ PAPEL?
Sonra tüm Akdeniz medeniyetleri, kendi şartlarına, olanaklarına, kaynaklarına göre yazmaya ve yazı malzemesi üretmeye başladı. Bunlardan biri, Mezopotamya ile neredeyse eşzamanlı ortaya çıkan Mısır uygarlığındaki papirüs. “Cyperus papyrus” adlı bitkiden, yani “kâğıt kamışı”ndan, çok iyi malzeme üretildi. İskenderiye, kuşkusuz Büyük İskender’den sonra (yani MÖ 323’ten sonra) Akdeniz’in papirüs ihtiyacını tek başına karşılıyor ve nakliyesini tekelinde tutuyordu. Papirüs öyle önemli hale gelmişti ki, MÖ 20’lerde, Roma İmparatoru Tiberius zamanında papirüs hasadı başarısız olunca Roma’da bürokrasi durma noktasına geldi, devlet felç oldu. (Papirüs, bugün İngilizcede “kâğıt” yerine kullandığımız “paper” sözcüğünün de kökenidir. Aynı zamanda Türkçedeki argo “papel” sözcüğü de…) Tabii malzeme elinde olur, kültürel merak ve ilgiye de sahip olunca İskenderiye Kütüphanesi, Akdeniz’de efsaneleşmeye başladı. Bu arada İskenderiye de başka yerlerde kendilerininkini geçecek kütüphane yapılmasını istemiyorlardı doğrusu. Entelektüel egoizm. O kadar abarttılar ki, kimse başka kütüphane kurup İskenderiye’yi geçmesin diye papirüs ihracatını durdurdular. (Konunun farklı bir anlatımı için bkz: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/akdenize-dokunmak-41369430)
VATANIMIZIN KÂĞIDI
O sırada dünyanın başka bir önemli kenti, ki Anadolu’da olması gurur vericidir, bu konuda harıl harıl çalışmaktaydı: Pergamon ya da daha iyi bildiğimiz haliyle Bergama. Bergama’da da harika bir kütüphane var ama Mısır ambargosu yüzünden yeni eser üretilemiyordu, bu nedenle yeni bir malzeme bulunmalıydı. Bergamalı Krates ve Eradikos isimli iki bilge vatandaşımız buldu o malzemeyi. Buzağı veya oğlak derisini özel işlemlerden geçirdiler, gergef üzerine gerip kuruttular. Üzerine yazılmış yazıyla rulo yaparak saklanması mümkün olan bu malzemeye Hellenler Pergamene, yani “Bergama İşi” dediler. Latinceye Pergamena diye aktarılan sözcük, sonradan Fransızca’ya “Parchemin” diye geçti. Yani bizim bildiğimiz parşömen! Bunları iki yıl sonraki bir yazıda neden yeniden anlattım? Antik dünyada kitaba verilen önemi kavrayalım diye. Antik! Binlerce yıl önceden bahsediyorum. Kendi adıma elektronik kitap okumayı beceremiyorum. Ekrana bakıp okumak bana iyi gelmiyor, beceremiyorum. “Tabletten geldik, yine tablete dönüyoruz” gibi değil tabii ama kâğıdın kokusunu alamayınca okumak bana biraz tuhaf geliyor. Acaba papirüs ve parşömen nasıl kokarlardı?
TAVERNA EŞİTTİR KIRAATHANE
Helen dünyasında insanların buluşup, bir araya gelip birşeyler okudukları, sonra okuduklarının üzerine konuşup tartıştıkları yerlere ne ad veriliyordu biliyor musunuz: Taverna! Bugün epey bir “Haydi eller havaya” fikri uyandıran taverna sözcüğü, aslında “kitap okunan yer” anlamında ortaya çıkmıştı. Daha sonra “kitapçı dükkânı” anlamını yüklendi sözcük, ardından sıra sıra oturma yerlerine sahip (okuyanı böyle dinliyorlardı) her iş yerinin adı oldu, en sonunda lokantalara taverna dediler. Taverna aslında Yunanca “lokanta”dır. Bugün içkili-çalgılı yer anlamında kullanıyoruz ama orijini farklı işte. Eh, bizim dilimizde de Arapçadan gelme “kıraathane” yok mu? Kıraat, “okumak” demek. Kıraathane de içinde kitap, gazete vs. okunan yer! Yani, erkeklerin işi gücü bırakıp sabahtan akşama çay ve sigara içip pişpirik oynadıkları yer demek değil!
BİBLOS’TAN İNCİL’E…
Denebilir ki “Batı” adetini “Doğu” da yaşatmış. Hayır efendim, zaten batıya doğudan gitmiş alışkanlıklar bunlar. En başta konuştuğumuz gibi yazı doğudan gitti batıya. Okuma alışkanlığı da, okuma yerlerinin oluşumu da. Bakınız şu öneme: Lübnan bölgesinin, yani Fenikelilerin en önemli liman kentlerinden biri Biblos’tu. Byblos yazan da var, önemli değil. Fenike alfabesinin bilinen en eski örneği burada bulurdu. Kral Ahiram, kendi mezarına yazdırmıştı: “Burada, bu bodrum katında, şimdi ve bundan sonra mütevazı ol!” (Ne güzel bir nasihat, duyduğunu dinleyebilen kulaklar için.) Yukarıda anlatmıştık ya, İskenderiye papirüs ticaretini elinde tutuyordu diye… İşte o papirüsler, İskenderiye’den çok önce üretiliyordu zaten. Hem de çok daha önce. Biblos kenti de dünyaya papirüsleri ihraç eden limandı. O nedenle “Biblos’tan gelen yazı malzemesi” anlamındaki sözcük zaman içinde, ufak tefek değişimlerle sadece “kitap” anlamına geldi, sonra da Yahudi-Hıristiyan geleneğinin kutsal kitabının adı oldu: Bible! (Baybıl okunur, biz İncil deriz. Bunun nedeni başka yazının konusu.) Lütfen yazının başını hatırlayınız: “Kitap deyince aklımıza ne gelir?”
LIBRARIUM
Papirüs, bir çeşit saz bitkisinden yapılıyordu. Peki ondan önce başka yazı malzemesi yok muydu? Vardı. Ağaç kabuklarının içi ezilir, inceltilir ve diyelim ki kâğıt haline getirilirdi. Bugün İngilizcede kitap yerine kullanılan “book” sözcüğü var ya, işte o “kayın ağacından yapılmış” anlamına gelen “beech” sözcüğünden türemiştir. Ama durunuz. Ağaç kabuğunun içi, Latince “liber” sözcüğüyle geçer. Kütüphane için de “librarium” denmesi, bugün İngilizceye kütüphanenin “library” diye geçmesi tesadüf mü? Hepsi ağaç kabuğu!
BİZİM KÂĞIT
Bizim dilimizdeki “kâğıt” ise Arapça “katb/kitaba” kökünden geliyor: Yazı yazma eylemi. Çok daha eskiden Aramcada “kitâba”, dikiş dikmek yerine de kullanılmış, sonradan yazı yazma yerine geçmiş. Kâtip, mektep, kitabe, mektup, kütüphane… Hepsi yazıdan gelme. Özetleyelim mi: Kitap deyince ne anlıyoruz? İsmini doğadan almıştır ve tüm varlığı doğudandır. “Batı” diye düşündüğümüz Hıristiyanlık da doğuda doğmuştur, kitaplarının adı da doğuludur. Hatta Ortadoğuludur. Peki şimdi soralım o halde: Madem kâğıt da kitap da doğuludur, bilgi doğuludur, yazı ve alfabe doğuludur, hatta Ortadoğuludur, nedir bu Ortadoğu’nun hali? Yazı Ortadoğu’dan, alfabe Ortadoğu’dan, bütün malzeme Ortadoğu’dan, kitabın adı bile Ortadoğu’dan… E nedir bugünkü Ortadoğu’yu, burun kıvrılan, arkaya bakmadan kaçılan bir yer yapan? İşte bu soruyu yanıtlamaya sayfa değil, kitaplar yetmez, yetmiyor da zaten. Ama düşünmek için yer ve zaman kısıtı yok. Kalın sağlıcakla.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
YAĞMURLU CUMA
Dün gece batıdan başlayarak Marmara’ya giren yağışlı hava, bugün, şemsiyelerle dolaşmamızı sağlayacak gibi görünüyor. Ama geldiği hızla da yarın (cumartesi) öğleye kadar bölgeyi terk edecek. Sıcaklıklar mevsim normallerinde ve rüzgâr da hayli kararsız. Tam bir geçiş dönemi. Deniz suyu Marmara’da 20 derece ortalamada. Daha sıcak su isteyen Ege’ye, hatta Akdeniz’e inmeli. Bence eylülün tadını çıkartmak için ideal bir hafta sonu.
Paylaş