Paylaş
Haydi imzalayalım. Yarısı senin, yarısı benim.
Tarih boyunca yaşamış haddini bilmeyenlerin biyografilerini ve işlenmiş haddini bilmezliklerin öykülerini kitaplaştırmaya kalksak, belki de onlarca cilt ortaya çıkar. Ama yeri geldikçe bazı olayları hatırlamakta yarar var, çünkü bu işin, yani haddini bilmezliğin bir “dünü” yok. Her an yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek. Bir kere “had” ne, ona bakalım. Had, Arapça “hadd” kökünden geliyor. Sınır, uç demek aslında. Hudut sözcüğüyle kökteş. Bu anlamdan hareketle “insanın yetki ve değeri” manasına da geliyor ki zaten “insanın kapasite ve potansiyelinin sınır ve uçları” desek de yanlış olmaz. Yine buradan hareketle “haddini bilmek” ise, kişinin kendi yetki ve değerinin, başka deyişle kapasite ve potansiyelinin sınırlarını bilmesi, bunların farkında olması anlamına gelir. Mesela ömrü boyunca on tane kitap okumamış bir insanın, bırakın okumayı, bizzat 50 tane kitap yazmış bir alime, bilgiye dair ayar vermeye kalkması, bu sınırların bilinmemesi anlamına gelmez mi? Veya günlük yürüyüş bile yapmayan birinin maraton koşmaya kalkması… Yumurta bile kıramayan birinin imambayıldı yapmaya yeltenmesi… Fransa’nın, eski dostu Ermenistan’ı uzaktan desteklemek için, Azerbaycan’ın doğal dostu ülkemizi çirkin ve acıklı şekilde zavallı karikatürlerle provoke etmeye çalışması… Örnekler çoğaltılabilir. (“Acıklı şekilde zavallı” sözümü kısaca açıklamak isterim: Ömrü boyunca kibarlığıyla, nüktedanlığıyla, sevecenliğiyle tanınmış bir beyefendinin, bir salon toplantısında körkütük sarhoş olup yerlere düşmesi, bağıra çağıra ağıza alınmayacak küfürler etmesi, ona buna el kol hareketleri yapması karşısında nasıl bir şey hisseder insan? Acımak, tiksinti vs. Yakışmıyor yani, uymuyor. İşte ben de Voltaire’i, Robespierre’i, Jean Jack Rousseau’yu, Victor Hugo’yu, Jules Verne’i ve daha nice değerli fikir insanını yetiştirmiş Fransa karşısında şu sıralar daha iyisini yapamıyorum doğrusu. Tanıdığım sağduyu sahibi Fransızlar da böyle hissediyor, biliyorum.)Haddini bilmezlik için şimdilerde “hadsizlik” sözcüğü kullanılıyor ama yanlış. Çünkü had “sınır” ise hadsizlik de “sınırsızlık” anlamına gelir. Mesela “limitsiz yerli içki” yerine “hadsiz yerli içki” derseniz aynı şeydir. Uzay hadsizdir mesela, haddini bilmez değildir. Sosyal medya ve buna bağlı kısır sokak jargonu ile her kavramın içi teker teker boşalıyor. Bakalım yakında nasıl konuşmaya başlayacağız? Neyse…
HER OKUDUĞUMDA ŞAŞIRIRIM
Tarih boyunca hep oldu haddini bilmezlikler. Kişisel vakalar kayda geçmediği için bilinmez tabii eminim çok fazladırlar ama ülkelerin, devletlerin haddini bilmezlikleri kitaplarda bolca bulunabilir şeyler. Bunlar arasında bir tanesi var ki, bana göre tüm zamanların en büyük haddini bilmezliği olarak listemin başında oturuyor. Hayır, Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunun ileri sürülmesinden söz etmiyorum. Sözünü ettiğim, denizcilik tarihiyle ilgilenenler kadar genel olarak dünya tarihiyle ilgilenenlerin de bildikleri ya da bilmeleri gereken bir anlaşma: En iyi bilinen adıyla, Tordesillas Antlaşması. (Şimdi böyle küt diye adını söyleyince bir anda hatırlanmayabilir ama açıklayınca bilenler hatırlayacak, öğrenenler de şaşıracak. Ben on yıllardır farklı kaynaklardan okuyorum bu antlaşmayı ama inanın, her okuduğumda yeniden aynı şeyleri hissediyor, aynı derecede şaşırıyorum. Zira öyle böyle değil buradaki haddini bilmezlik!)
BABANIN MALI MI, PAPANIN MALI MI?
Böyle bir şeye kimin hakkı var ki. (Margarita Gokun Silver)
Aslında, 1494 tarihli Tordesillas Antlaşması’nın haddini bilmezlik öyküsü, 13 yıl öncesinde, 1481’de yayımlanmış bir Papalık fermanı ile başlıyor. Portekiz, İspanya’dan kopmuş ve bağımsızlığını korumuş bir krallık. Daha önce hakkında konuşmuştuk, bütün batılı coğrafi keşifleri başlatan da Portekizlilerdir. Daha doğrusu bir Portekizli: Prens Henrique (Enrike). Henrique’nin daha 1410’larda başlattığı keşif faaliyetleri, Afrika’nın güney ucuna erişmek, oradan Hindistan’a gitmek amacını taşıyordu. Belirli aralıklarla Afrika’nın daha güneyine inilen seferler düzenletti. Kendisi, bir keşif gemisine adım atmamış olsa da Henrique, bu yolda ciddi gelişme kaydedilmesinin mimarıdır. 1450’de Henrique’nin seferlerinde “keşfedilen” Kanarya Adaları, aslında Romalılardan beri biliniyordu ama iskân edilmemişti. Portekizliler burayı aldı ve yerleşmeye başladılar. Sonra da Kanarya Adaları üsleri oldu ve daha güneye gidip gidip durdular. Fakat İspanyollar da bir taraftan bastırıyorlardı. Çok Katolik İspanya, Papa’ya baskı yapıyor, “Biz de keşfedeceğiz canım, dünyanın her yeri Portekiz’in mi olacak?” diye lobi yapıyorlardı. Bunun üzerine Papa, 1481’de Aeterni Regis Fermanı olarak bilinen fermanla Kanarya Adaları’nın güneyinde keşfedilecek her toprağı Portekiz’e, kuzeyindekileri de İspanya’ya bağışladı! Demek bütün dünya Papa’nın malıymış! (Hani, “babanın malı mı kardeşim?” deriz ya, o sakın “papanın malı” olmasın?)
FERMAN PAPANINSA DENİZLER KİMİNDİR?
Fakat Kristof Kolomb Bey, İspanya adına, 1492’de Amerika’yı Amerika olduğunu bilmeden keşfedince işin rengi değişti. Bu iş kuzeyle güneyle ilgili olmamalıydı, ayıp oluyordu İspanya’ya. Kolomb’un keşfettiği yeni topraklar, Kanarya Adaları’nın güneyindeydi ama keşfeden İspanya olmuştu. Ne olacaktı şimdi? Papa, enine duran paylaştırma çizgisini, dikine yerleştirdi bu kez. 1493 tarihli Inter Caetera Fermanı, 38 derece batı boylamını (meridyenini) sınır kabul etti. Hattın batısı İspanya’nın, doğusu (ne de olsa Portekiz Afrika’nın güneyine ama Hindistan için doğuya gitmiyor muydu?) da Portekiz’indi.
BREZİLYA İŞİ BOZDU
Şirin bir İspanyol şehri Tordesillas.
Fakat Portekizliler, 38 derece boylamının bomboş bir çizgi olduğunu söyleyerek itiraz ettiler ve Papa bu kez, kendisine kimden kaldığı bilinmeyen toprakları “daha adil” paylaştırabilmek için 38’deki hattı kaydırıp, 46 derece 37 dakika (46° 37ʹ) boylamına doğru ittirdi. (Portekiz için iyi de oldu çünkü 6 sene sonra kazayla Brezilya’yı keşfettiler.) Bu anlaşma, İspanyol ve Portekiz ileri gelenlerinin huzurunda, İspanya’nın kuzeyindeki Tordesillas kentinde yazıldı. Bu nedenle 1494 tarihli bu anlaşmanın adı Tordesillas Antlaşması’dır. (İspanya antlaşmayı 2 Temmuz 1494’te, Portekiz de 5 Eylül 1494’te onaylamıştır.) Antlaşmada istisnalar da belirtilmiştir. Bu iki ülkeden, adı geçen yerlere ilk giden Avrupalı oldukları için batıdaki Brezilya (1500) Portekiz’e, doğudaki Filipinler de (1525) İspanyollar’a bırakılmıştır. (Sadece Brezilya’da Portekizce, kalan Güney Amerika’nın tamamında İspanyolca konuşulması bundandır.)Ama Filipinler, yani yuvarlak Dünyamızın aslında Tordesillas Hattı’nın tam da öbür tarafına denk gelen bölgesinin, batı mı yoksa doğu mu olduğu tartışılmaya başlandı. Başka bir okyanustaydı orası ve Tordesillas Hattı’nda gündüzken orada geceydi mesela. Bu kadar zıt yerler arasında nasıl bir bölüştürme yapılabilirdi ki?
PAPALIK EMLAK GURURLA VERİR
İspanya ile Portekiz, kerameti kendinden menkul “gayrımenkul bahşedici” Papa’yı arkalarına alıp koskoca dünyayı, “orası senin burası benim” paylaşırken zannetmeyin ki kimse rahatsız olmadı. (“O köy senin, bu kasaba benim gezip durdum” derken acaba lafın kaynağını buradan mı alıyoruzdur?) elbette “diğer” ülkeler rahatsız oldular. “Diğer” derken, o sırada İstanbul’u fethetmiş, imparatorluğunu tescil ettirmiş, büyüyen, yayılan, genişleyen Osmanlı’yı bunların arasında sayamıyoruz ne yazık ki. Çünkü Osmanlı konuyla, keşiflerle vs. hiç ilgilenmemiş. Cumhuriyet’in ardından Topkapı Sarayı’nda tesadüfen bulunmasa, Pîrî Reis’in dünya haritası olduğunu bile bilmeyecektik. Tamamen tesadüfle bulunmuş harita, bir köşede öylece bulundu, onun da yarısı eksik zaten! O kadar ilgisiz kalmışız duruma. Hiçbir kayıtta da konuyla ilgilendiğimize dair bir şey yok, kendi aralarında konuştularsa, bilemiyoruz. (Osmanlı, keşfe merak salmak zorunda değildi çünkü her şey zaten elinin altındaydı. Fakat dünyada neler olup bittiğini merak etmeliydi çünkü cihan devleti olunca cihana hâkim olmak da gerekirdi. Zaten merak etmeyip hâkim olamayınca da küçüldü kaldı. Bu da madalyonun diğer yüzü.)
KEŞİFLER ÇAĞI = BİLGİ ÇAĞI
İngiltere, Hollanda, Fransa büyük rahatsızlık duyuyorlar. Zaten birkaç yıl sonra onlar da okyanuslara açılıp, haritanın eksik yerlerini tamamlamaya başlıyorlar. Çünkü İspanyol ve Portekizlilerin haritayı tamamlamak gibi bir amaçları yok. Varsa yoksa altın ve gümüş gelsin. Lakin İngiltere, sırf haritada boşluk kalmasın diye onlarca sefer düzenliyor, her seferine biyolog, zoolog, ressam, astronom, jeolog vs. her türlü bilim insanını dâhil edip, toplayabildiği bütün bilgiyi toplamaya çalışıyor. Keşifler çağı, bu nedenle sadece toprak keşfetmek ve bayrak dikmek çağı değil, Batı’nın bilgi edinme çağıdır ve dünyanın doğu kısmında böyle bir girişim, düşünce, fikir asla olmamıştır. Suçlayamayız, coğrafyayla ilgili kadim bir kader bu. Bu taraf, gazeller, kasideler, masallar tarafı. Gitmek yerine Gemici Sindbad’ın öykülerinde gezinmeyi tercih eden taraf yani.
SARI YELEKLİ FRANSIZLAR
Fransa’da birşeyleri protesto etmek, eski bir alışkanlık. Neyin protesto edildiğinin pek önemi yokmuş gibi sanki.
İlk isyan bayrağını, başta farklı bir nedenle andığımız Fransa açtı. (Gördüğümüz gibi Fransa eskiden beri isyankâr bu ülke. Sarı yelekleri o zaman takmışlar anlaşılan. Asterix ve arkadaşları da Roma’ya direnmişlerdi böyle.) Kral I. François (Fransua), Papa’ya şöyle koca bir “Hadi oradan!” çektikten sonra gönderdi gemileri Amerika’ya ve kuzeyde yeni topraklara bayrak dikti. Kanada’da Fransızca konuşulması da bundandır. İspanyollar ayağa kalktı, “Orası bizim” diye. François, “Gelin de alın o zaman” dedi, gitmediler. “Şimdi işimiz var, Amerikan yerlilerinin köküne kibrit suyu ekmekle meşgulüz, bir ara müsait olduğumuzda geliriz” dediler mi, bilmiyoruz. Tabii sonra İngilizler devreye girer, Tordesillas Antlaşması, sadece İspanyol ve Portekizlilerin umudu olarak kalır, kimse umursamaz ve dünya yavaş yavaş batının keşfini seyreder. Bu işi kimin daha iyi becerdiğini anlamak için, nerelerde hangi dillerin konuşulduğuna bakmak yeterli. Dünyada en çok hangi dil konuşuluyor mesela? Peki neden? Bunu kültürel emperyalizmle falan açıklamaya kalkmak safdilliktir çünkü işin arkasında, çok eskilere dayanan bir merak veya merak eksikliği vardır. Adama derler ki, “Gideydin!”İşte böyle dostlar. 15. yüzyılda Papalığın haddini bilmezliğin zirvesi kabul edilebilecek eylemi, yani tanımadıkları, bilmedikleri, üstelik düz olduğu iddiasıyla uğruna bilim insanları din adına katlettikleri dünyayı bölüp, bir yarısını İspanya’ya, diğer yarısını Portekiz’e vermekten ibaretti. Evet, kısa süre sonra kimse umursamadı ama meraklı dünya, hayli tedirgin oldu tabii. Papalık da sonra bu konuda çıt çıkarmadı, sustu. Kalın sağlıcakla.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
SONBAHAR GİBİ…
Evet zaten sonbahardayız, kışı beklemeye gerek yok ama önümüzdeki hafta bir ihtimal daha bir kış olabilir gibi görünüyor. Sıcaklıklar üzmeyecek seviyede, cumartesi ve pazar günleri yer yer yağışlar etkili olabilir. Poyraz ise canlı diyelim, o da üzmez ama evi kuzeye bakanların daha serin hissetmesini sağlayacaktır. Geleneksel takvime hâlâ bağlı olanlar, bu aralar gelmesi gereken bir pastırma yazından söz edebilir. Doğrusu pastırma yazını uzunca bir süredir yaşıyoruz zaten, bence bu kadar yaz yeter. İstikrarlı ve doğru düzgün yağmura ihtiyacımız var. Küresel ısınma nedeniyle aniden gelip baskın yaparak ortalığı birbirine katan yağışların, toprağın suya doyması açısından hiçbir faydası olmuyor. Neşeniz bol olsun.
Paylaş