Paylaş
Yılan ananta, Vişnu’yu taşıyor ve onu dinlendiriyor. Mehrangarh Müzesi
Malum, temmuz ayı boyunca “yılanlarla ilgili” konuşacağımızı söylemiştik. Yılanın, sevmeyenlere inat, şifayla ilişkili bir tarafı var. (Bunu 17 Nisan 2020’da yayımlanan “Tüm Dünyaya Şifa Dağıtan Yılan” başlıklı ele almıştım. İlgilenenler için https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/tum-dunyaya-sifa-dagitan-yilan-41496442) Orada konunun başka boyutlarını ele almıştım, zira kültür dediğimiz şey öylesine çok katmanlı ki, hep birbiriyle ilişkili ama birbirinden neredeyse habersiz. Ama tüm tıp ve eczacılık simgelerinin içinde yılanın başrolde olması da tesadüf değil. Yılan, gerçekten çok önemli bir figür insanın kültür tarihinde. Sadece şifa kaynağı olarak değil, sonsuz veya çok uzun yaşamın da sembolüdür yılan. Kendi kuyruğunu yutmaya çalışıyor gibi duran yılan figürü kadim kültürlerde kullanılmış, sonsuz yaşam döngüsünü sembolize etmiştir. Hele bu yılanı bir de yan yatmış sekiz gibi kullananlar, artık sonsuzluk simgeselliğini zirveye taşımışlardır kuşkusuz.
EN ESKİ DESTAN
Dünya yazılı edebiyatının (böyle diyoruz, çünkü çok daha eskisi ve köklüsü olan sözlü edebiyat da var) en eski, en önemli, en bilinen ve hatta birçok kavramın “ilk”ini barındıran örneği, hiç kuşku yok ki Gılgamış Destanı’dır. Uzmanlar, Gılgamış Destanı’nın, yazıya geçirilmeden önceki binlerce yıllık sözlü geleneğin bir aktarımı olduğu konusunda hemfikirler. Zaten böyle bir yargıya bizim varmamız da mümkün. Elimizdeki yazmaların tarihi bile çok şey anlatıyor: Sümerce yazma, MÖ 2000’lerden, Eski Babil yazması denilen Akkadca tabletler MÖ 1800’lerden ve yine Akkadca olan son Babil yazması MÖ 1250’lerden kalma. Aynı destanın farklı yazmaları -ki elimize geçmemiş veya henüz bulunamamışlar da var mutlaka- arasında en az 750 yıl var. En yeni Gılgamış yazması tablete işlenirken, Tevrat adını verdiğimiz İbrani kitabından henüz eser yoktu dünyada. İlk tufan öyküsü de yine Gılgamış’tadır. Gılgamış’tan size en son 10 Temmuz 2020’de, “Öldür Öldür Bitmeyen Ejderha” başlıklı yazımda söz etmiştim. Gılgamış, ejder Huvava’yı öldürüyordu. İşte o olaylardan sonra Gılgamış, Utnapiştim’e gider. Utnapiştim, ya da bizim daha iyi bildiğimiz adıyla Nuh, Gılgamış’a, uzun yaşam veya gençlik çiçeğinin yerini söyler. İşte bizim yılan da burada ortaya çıkacaktır.
GILGAMIŞ’IN HAYAL KIRIKLIĞI İLE BİTEN ÖYKÜSÜ
Muzaffer Ramazanoğlu’nun, konunun otoritelerinden Alman Asurbilimci Ord.Prof. Benno Landsberger’in (1890-1968) kontrol ettiği çevirisiyle Türkçemizde yayımlanmış Gılgamış’tan okuyalım: “(Utnapiştim konuşuyor) Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Ayaklarına taş bağlayarak yeraltı tatlısu denizinin dibine dalan Gılgamış, otu alıp yüzeye çıkar. Yanındaki gemiciye, bu otu yiyenin gençliğine döndüğünü, onu alıp kendi şehrinde sevdiklerine yedireceğini ve son olarak kendisinin yiyeceğini, bu şekilde çocukluğuna geri döneceğini anlatır. Sonra Gılgamış’ın şehri Uruk’a doğru yola çıkarlar, dere tepe düz giderler, yorulup bir su kenarında dururlar. Gılgamış, soğuk suya girip yıkanmak ister. Haliyle otu bırakıp suya girer. Geri döndüğünde otun yerinde yeller esmektedir ve orada, bir yılan derisi durmaktadır. Çünkü otun kokusunu alan bir yılan, Gılgamış’ın suya girmesini fırsat bilerek gelip otu yemiş ve hemen o an, otun etkisiyle deri (gömlek) değiştirmiş, gençleşmiştir! Gılgamış o otu kaptırmasaydı, bugün trilyonlarca doların harcandığı bir gençleşme sektörüne gerek kalmayacaktı belki de!
GENÇLİK OTUNU YİYEN GENÇLEŞİR
Gılgamış gençlik otunu denizin dibinden çıkartır
İşte yılanın yılda ortalama iki kez deri değiştirerek gençlik kazanması, görünüşünü sürekli tazelemesi, hoşumuza gitse de gitmese de, yılan standartlarına göre sürekli “genç” ve fit görünmesi bundandır. Gılgamış’ın denizin dibinden çıkardığı ama nasiplenemediği gençlik otunu yemesindendir. Gençlik, hayatta yol almış herkesin bir şekilde özlediği bir zaman dilimi kuşkusuz. Pervasızca yapılmış hataların, aşkların, fiziksel gücün, güzel görünmenin zamanıdır gençlik. Kıymetini bilsek de bilmesek de geçip gider, ki aslında geçen gençlik değil, zamandır. Otu yiyip deri değiştiren ve yeniden gençliğine kavuşan yılan, bir anlamda zamanı geri almış sayılabilir. Zamanı geri almak da hayata baştan başlamak değil midir zaten? Gılgamış da yılana kaptırmasaydı otu yiyip çocukluğuna dönmeyecek miydi?
HİNDULARIN NAGALARI
Deri değiştirmek yılanı genç tutar ve bu nedenle gençliğin ve uzun yaşamın sembolüdür.
Yılanla hayat arasında bir bağlantı olduğu açık. (Mitolojik ve edebî olarak ele alıyoruz konuyu tabii. Bilimsel tarafı ayrı olarak ele alınmalıdır konunun. Ancak yılan zehrinden ilaç yapıldığını da hatırlamakta yarar var.) Bu bağlantı, Hint mitolojisinde de vardır ki yeryüzünün en eski, en köklülerinden biridir Hint kültürü. Hindu inancına göre dünyanın hazinelerini koruyanlar, yılanlardır ve Nagalar olarak tanınırlar. Çoğunlukla insan başlı ve yılan gövdelidirler. (Bizim Şahmaran’ı hatırlamadık mı şimdi?) İnsandan önce yaratılmıştır Nagalar. (Ki bu inancın tek tanrılı dinlerde olduğunu da görmüştük, Adem ile Havva’nın kandırılması mevzuunda yılan başroldeydi) Her şeyden önce var olan kaos denizinin (bu kaos denizi, İslâmiyet öncesi Türk mitolojisinde aynen vardır) üzerinde yüzen çok başlı yılan, Hindu inancının büyük tanrısı Vişnu’yu taşır. Vişnu, Ananta isimli bu yılanın üzerinde dinlenir, yılan onu korur ama esnediği zaman depremler olmasına yol açar!
ARAPÇANIN SÜRPRİZLERİ
Her zaman söylerim, işin sırrı dildedir, yani sözcüklerdedir. Sözcükler, eğer onlara kulak kabartmayı becerebilirsek, geçmiş toplumların düşünüşleri hakkında bize çok tarafsız bilgi verebilirler. Bakınız Gılgamış’ın doğduğu Sümer toprakları, malum Mezopotamya yani Basra Körfezi’nin üstü. Hindistan dediğimiz topraklar da bunun biraz doğusu. Tüm bu topraklara komşu olan halkların aynı şeyleri konuşmaları, aynı veya benzer şeylere inanmaları, onları yazmaları elbette şaşırtıcı değil. Arapça mesela. Öyle şaşırtıcı olabiliyor ki Arapça sözcükler, insan şöyle bir titreyip kendine geliyor doğrusu. Arapça yılan Hayyâ veya hayye. Yılanın çoğulu ise Hayyât! Hayat ile aynı yazılışa sahipler Arapça’da. Hayy ise Allah’ın isimlerindendir, anlamı da “diri ve canlı”dır. Hayat sözcüğünün karşılığı da budur Arapça’da. Sözcükler, dinlerden önce ortaya çıkarlar malum. Yılanın ve canlılığın aynı köke sahip olmaları, size de heyecan verici gelmedi mi yani?
ŞAŞIRMIYORUZ ARTIK
Hinduların Nagalarına dikkat ediniz lütfen. İnsan başlı ve yılan gövdeli canlılar. Bunlar, bizim geçen hafta ele aldığımız Şahmaran’la aynı yapıya sahiptirler. Şahmaran’ımız ne yapıyordu? Kendisi ölüyor ama etiyle insanlara can ve şifa veriyordu. Kültürlerin bu kadar iç içe olduğu bir coğrafyada, Hindistan’da var olan bir figürün Türk kültüründe var olmasına şaşırdık mı? Elbette hayır. Peki geçen haftaki yazıda ele aldığımız Hz. Danyal ile Lokman Hekim’in aynı karaktermiş gibi algılanması, bu iki karakterin Şahmaran’la sona eren öyküyü başlatmış olması, yaşam iksirine sahip defterlerinin ortaklığına şaşırdık mı? Bir yerde ortaya çıkan herhangi bir anlatı, halkın beğenisini kazanırsa işte böyle binlerce yıl boyunca dünyayı gezer gezer de her yerde taraftar bulur. Haftaya yılan ayı temmuzun son gününde, biraz daha değiniriz bu değerli ve gizemli canlılara. Şimdiden ipucu verebilirim: Cennet’te Tanrı’yı kızdıran yılanın, “bundan böyle gövdesinin üzerinde sürüneceği” söylenir. Yani demek ki olaydan önce sürünmemektedir yılan. Sizce yılanların ayakları var mıydı eskiden? Bunun izleri bugün görülebilir mi? Haftaya birlikte öğreneceğiz. Kalın sağlıcakla.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
RÜZGÂR BOL HAVA SICAK
Tipik temmuz. Güneş karayı bolca ısıtıyor, biz 40’lara yakın sıcaklığı yaşıyoruz ama denizin üzerinden bu sıcak karalara hücum eden serince hava sayesinde biraz ferahlıyoruz. Daha da özetleyecek olursak, kuvvetli poyraz da, sıcak hava da devam ediyor. En iyisi tadını çıkartmak.
Paylaş