Durum vahim

Marmara Denizi’nde durum gerçekten vahim. Şaka değil, vahim! Gözümüzün önünde ölüyor koca deniz.

Haberin Devamı

Diyelim bir bahçem var. Meyve ağaçları, güller, bol çim, sarmaşıklar ve adını bilmediğim bir dolu güzel bitkiyle süslemişim bahçemi. Akşamüzerleri de verandama oturup bu güzelliği izleyerek çayımı veya rakımı (hâlâ alabilen kaldıysa) yudumluyor, kuşların muhteşem türkülerini dinleyip özellikle bahar aylarında yoğunlaşan harika çiçek kokularını ciğerlerime çekiyor, zamanında meyvelerin en güzelini yiyorum.

Durum vahim
Denize reva mı bu.

Bu güzelliği sürekli kılabilmem için izlemem gereken tek yol var: Bahçeye bakmak! Başka yol yok. Ya bizzat ben bakacağım bahçeme ya da param varsa bu işle uğraşan firmalardan birini arayacağım, düzenli aralıklarla gelip bahçemin bakımını yapacaklar. Ama her ikisi de aynı şey: Bakmak! Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ dedikleri şey yani.
Zamanı gelince bütün ağaçlar ve çiçekler budanacak, bahçe düzenli ve uygun şekilde sulanacak, yine zamanı gelince gübreleme yapılacak, hangi çiçek ne zaman ne oranda budanmalı bilinecek, hangisinin kökü ne kadar su tutar öğrenilecek vs. Bunların hepsini yapmak zorundayım. Eğer akşamüzerleri (ya da sabahları, keyfime kalmış) oturup bahçemi doya doya izlemek, kuşların sesini dinlemek ve mis kokuları ciğerime çekmek istiyorsam.

Haberin Devamı

YA TERSİNİ YAPSAM?

Bunları yapmazsam, yani bahçeme bakmazsam ve hatta ona çok kötü davranırsam ne olur? Mesela evimin tuvaletinin giderini bahçeme versem? Elime geçen bütün ambalajları, doğada asla yok olmayacak plastikleri, çeri çöpü bahçeme atsam?.. Yemek artıklarını, kullanılmış yağları, hatta motosikletimin motorundan çıkan eski yağı, bebeğimin kakalı bezlerini, kullanılmış araba lastiklerimi, kırık klozeti, hela taşını, bozuk fayansları, eski bilgisayarları ve telefonları, artık kullanılmayan eski püskü aletleri, mesela dikiş makinelerini falan... Marketten alışveriş yaptıktan sonra taşıdığım bütün poşetleri... Hepsini bahçeye atsam? Hatta bahçemin komşularına da desem ki, “Gelin siz de atın her şeyinizi buraya ve çekinmeden edin içine. İşeyin doya doya ve pisleyin rahat rahat!” Ne olur?

Haberin Devamı

Durum vahim

Bunu yapan biziz.

NE KADAR SÜRER Kİ?

Bunalınca kenarına koştuğumuz, mis gibi kokusunu içimize çektiğimiz, içinde yetişenlerin tadına doyamadığımız, rüzgârının ve dalgalarının sesiyle hayallere daldığımız denize işte tam olarak bunu yapıyoruz! Yukarıda anlattığım çer çöp var ya, işte onların hepsi belirli zamanlarda yapılan temizliklerde bulunan şeylerden sadece bazıları. Yani uydurmadım, hepsi denizden çıkartılmış nesneler. Bahçe örneğindekine ilave olarak ve belki de hepsinden daha önemlisi, sanayi tesislerinin atıklarını da boca ediyoruz bu arada.
Peki böyle bir durumda, yani bu kadar kötü davrandığımız denizin karşısına geçip, daha ne kadar bir süre mis gibi havasını içimize çekmeyi, “mavi” sini görmeyi, içinde yaşayan balıklardan tatmayı umabiliriz? Sizce bu gidişle daha ne kadar sürecek?

Haberin Devamı

TÜRK DENİZ ARAŞTIRMALARI VAKFIDurum vahim

Ülkemizde denizle ilgili her durumu titizlikle takip eden çok az sayıdaki kurumlardan biri TÜDAV’dır. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV), birkaç gün önce kutlanan Denizcilik ve Kabotaj Bayramı günü, yani 1 Temmuz’da bir manifesto yayımladı ve bu manifesto aynı tarihte Hürriyet’te de haber olarak yayımlandı. Çok değerli bilim insanı Prof. Dr. Bayram Öztürk’ün başkanlığını yaptığı TÜDAV, denizlerimizdeki kirliliğe genel olarak dikkat çekiyor ancak asıl büyük alarm, Marmara için çalıyor zira Türkiye nüfusunun ve sanayi bölgelerinin çok önemli kısmı Marmara’da. Bu kadar çok nüfusun ve sanayi tesisinin atıkları ne oluyor dersiniz? Elbette cumburlop Marmara’ya! Manifesto diyor ki, “Tüm kıyıları ile ülkemize ait olan Marmara Denizi’nde çözünmüş oksijen eksikliği nedeniyle ‘hidrojen sülfür’  (H2S) gazı oluşmaya başlamıştır. 1985 yılında 15 metre olan ışık geçirgenliği günümüzde 2 metreye inmiştir. Bu denizde canlı kaynaklarımızın stokları yıpranmış, sürdürülebilir olmaktan çıkmış ve denizel gıda güvenliğimiz de tehdit altına girmiştir. Marmara’da 100 kadar yabancı denizel türün girişinin azaltılması için ticaret gemilerinde ‘balast suyu’ değişiminin bu denizde durdurulması şarttır.”
Koskoca bir metnin sadece bir paragrafı bu. Ve sadece burada deşifre edilmesi gereken pek çok önemli nokta var. Gelin tek tek ele alalım:

Haberin Devamı

MARMARA DENİZİ

Marmara, bu köşede daha önce de çeşitli kereler yazıldığı gibi, Dünya’nın, tüm kıyıları aynı devlete ait olan tek iç denizidir. Yeryüzünde başka iç denizler de var ama o denize kıyısı olan farklı devletler/ülkeler var. Marmara’da ise durum farklı, kıyılarının tamamı Türkiye Cumhuriyeti. Bunun anlamı şu: Eğer Marmara’da bir sorun varsa, bunun sorumluluğu tamamen Türkiye’nindir ve çözümü de yalnız ve ancak Türkiye Cumhuriyeti uygulayabilir. Bunun iyi tarafı, diğer iç denizlerde olduğu gibi, birkaç ülkenin temsilcisinin aynı masa etrafında oturmaları, ortak bir noktada buluşmaları, belki birbirlerini ikna etmeleri, yan çizenler için ikna edici argümanlar oluşturmaları falan gerekebilir ama Marmara için böyle bir zorluk yok. Her şey bizim elimizde. Buradaki sorunları, kimsenin nazını, tembelliğini, görmezden gelmelerini vs. çekmeden, sadece biz, çabucak çözebiliriz. Ama en büyük sorun şu ki, çözmüyoruz! Kirletmeye devam ediyor, kirletenleri halen görmezden geliyor, arada sırada kesilen bazı cezalarla durumu kurtarırmış gibi yapıyor, bizim olan Marmara’nın göz göre göre bitmesine seyirci kalıyoruz.

Haberin Devamı

HİDROJEN SÜLFÜR

Metin diyor ki “oksijen eksikliği nedeniyle hidrojen sülfür gazı oluşmaya başladı. Nedir hidrojen sülfür? Renksiz, “yanıcı” ve yüksek derecede “zehirli (toksik)” bir gazdır. Canlıların (bunun içinde insan da var tabii ki) sinir sistemi üzerinde korkunç etkileri vardır. Çürük yumurta gibi kokar (şimdilik bu kokuyu almıyor ya da az alıyor olabiliriz ama şimdilik). Merkezi sinir sistemi üzerinde çok küçük dozlarda bile etkiye sahip olur! Bunu, oksijenin doku tarafından alınmasını engelleyerek gerçekleştirir. Kanalizasyon, lağım çukurları ve kömür madenlerinde çokça bulunur. (Yani denizin neye benzediğine bakın lütfen!) Türkiye Acil Tıp Derneği (TATD)’nin internet sitesi tatdtoksikoloji.org’da verilen bilgiye göre:
Göz yaşarması, uykusuzluk, baş ağrısı
Göz-akciğer irritasyonu, iştah kaybı
Koku duyusu kaybı
Pulmoner ödem
Gözlerde hasar
Ani bilinç kaybı
Kalıcı akciğer hasarı
Amnezi
Solunum durması
Bu hale gelen deniz bizim!

IŞIK GEÇİRGENLİĞİ 2 METREYE DÜŞMÜŞ

Güneş ışığı tüm canlılığı besleyen ana unsurlardan biri kuşkusuz. Bugün Güneş’imizin başına bir haller gelse Dünya’da canlı kalmaz. Ürün yetişmez çünkü bitkilerin yaşaması için gerekli fotosentez olmaz, bitki olmayınca otoburlar, otoburlar olmayınca etoburlar, nihayet hepsinin oburu olan insanlar birer birer yok olur gider.
İşte Marmara için söylenen de bu. 2 metrenin altına Güneş giremiyor. Güneş girmeyen yere doktor girer atasözü var ama doktorların dalgıç olmadıklarını da biliyoruz ve yosun/balık doktoru dalgıç bulmak da epey zor. Bulsak bile tüm denize nasıl yetsinler? Bunun anlamı çok daha açık ve kaba haliyle şu: Ölüyor deniz, ölüyor!

SÜRDÜRÜLEBİLİR OLMAKTAN ÇIKMAK

“Sürdürülebilir” sözcüğü, pek çoğumuz için akademik bir laf. Halk arasında pek kullanılmaz, bilinmez. Anlamı şudur: Arkası yok! Devam etmeyecek! Mesela şimdi balık tutuyoruz ya... Oltayla falan, zaten yüzeyde yaşayan istavrit gibi ticari değeri düşük balıklar tutup, “amma da balık var yahu” diyoruz ya... İşte yok o! Yani böyle giderse yüzeyde yaşayan istavritler vs. de bitecek. Zaten Marmara’nın anlı şanlı balık türleri yok artık. Ya da yoka yakın. “Böyle giderse” bu balıkların arkası yok, devamı gelmeyecek. Derinde yaşayan balıklar ya yok oluyor ya da bazıları yaşayabilmek için yüzeye yaklaşıyor, biz de onları tutup tutup “Oh ne de güzel balık var” diye seviniyoruz. Halbuki bir yanılsama bu. Yani balıklar bitmeye yüz tuttukları için çokmuşlar gibi geliyor bize. Onları da tutacağız, yiyeceğiz ve sonra bitecekler! Böyle giderse yani. Sürdürülebilir olmaktan çıkmak bu kadar vahim bir şey işte.

BALAST SUYU DEĞİŞİMİ

Durum vahim

Ah o naylonlar.

Koca yük gemilerini bilirsiniz. Binlerce ton yükü bana mısın demeden taşırlar. Tabii o kadar yüklenince bu gemilerin denizde “dengede” kalabilmeleri için bazı yardımcı unsurlara gereksinimleri vardır. Asırlar önce gemilerin dibine taşlar koyup denge sağlarlardı. Bugünkü modern teknoloji, elektrikli pompalar sayesinde yüzlerce metrelik gemilerin binlerce ton su alan tanklarına deniz suyu pompalayarak bu denge işinin çözülmesini sağlıyor. Suyla birlikte planktonlar, yosun türleri, denizanaları ve hatta balıklar da tanka doluyor. İşte bu tanklara balast tankları deniyor. Balast suyu dedikleri de işte bu tanklardaki deniz suyu. Gemi mesela Hint Okyanusu’nda bir limandan yük alıyor, limandayken denge için balast tanklarını Hint Okyanusu’nun suyuyla dolduruyor ve yola çıkıyor. Diyelim Süveyş Kanalı’ndan geçip Marmara’ya giriyor, bir limanda yükünü boşaltıyor, bu durumda denge ayarları değiştiği için Hint Okyanusu’ndan doldurduğu balast tanklarını da boşaltıp Marmara’nın suyuna karıştırıyor. Bu sırada, Hint Okyanusu’nda tanka giren ve oraya mahsus olan plankton, denizanası, balık, yosun vs. de buraya karışmış oluyor. Bir bakıyoruz, Marmara’da hiç olmaması gereken, tarih boyunca hiç olmamış bir tür belirmiş! “Yahu nereden geldi bu? Bu canlının anavatanı Hint Okyanusu değil miydi?” diye birbirimize saf saf soruyoruz ama cevap belli: Balast tankına binip gelmiş!
Gemiler istedikleri yerden istedikleri deniz suyunu tanklarına doldurur, istedikleri zaman da boşaltırlar. Tabii sizin bu konuda yasal düzenlemeniz yoksa! Bir yasayla diyebilirsiniz ki mesela, “Uluslararası nakliyat yapan tüm deniz ticaret araçlarının Marmara’da balast suyu değişimi yapmaları yasaktır; yapanı tespit edersek canını fena yakarız.” Bu konuda bazı düzenlemeler var, hiç yok değil. Ama işte denetim bambaşka bir hikâye, denetleyebilmek apayrı zihniyet, bu da çok başka bir yazının konusu.
Gönül isterdi ki TÜDAV manifestosunun tamamını burada satır satır ele alayım ama yerim bitti. Fakat okumak isteyenler internette şu adresten hızla bulabilirler:
http://tudav.org/2019-kabotaj-bayrami-manifestosu/
Son söz: Durum vahim. Öyle boş boş bakmayalım artık ve eyleme geçelim. Bu deniz bizim, korumak için ne bekliyoruz Allah aşkına?

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

GİDEREK ISINIYOR, LÜTFEN ATEŞ YAKMAYALIM

Ne güzel serinlemiştik oysa. Her güzel şey çabuk bitermiş, serinlik de bitti. Öyle görünüyor ki Avrupa’yı yakıp kavuran sıcaklık üzerimize geliyor. Pazardan pazartesiye geçişte kayda değer bir yükseliş söz konusu gibi. Yani mesela pazartesi günü 45 dereceler söz konusu. Rüzgârda büyük bir hareket yok, nasılsa öyle gidecek ama 45 derece hava sıcaklığından bahsederken, keşke daha güzel esse demeden edemiyor insan. Fakat bunun da sakıncaları var. Çok sıcak hava, çok kuru dallar ve arazi demek. Yani yangın riski büyük. Rüzgâr da çok olursa, eyvah eyvah! Malum, rüzgârla ateş arasındaki ilişki, elimizdeki kibriti üfleyip söndürmemize benzemiyor, tam tersine ateşi coşturuyor rüzgâr. Bu nedenle lütfen ağaçlık alanlarda ateş yakmayalım. Anız yakmayalım. Patlıcan közlemeyelim. Mangal da yapmayıverelim kardeşim, ölmeyiz bu mevsimde mangal yellemesek! Etrafa söndürmeden sigara atmayalım. Cam şişe atmayalım, mercek görevi görüyor malum. Orman yangını tehlikesi veya başlangıcı görürsek de hemen lütfen şu numarayı arayalım: 177. Herkese keyifli, gölgeli bir hafta sonu dilerim.

Yazarın Tüm Yazıları