Paylaş
Akdeniz’e hayran olmamak mümkün değil. Fotoğraf: Clark van der Beken
Bu aralar tatile çıkan çıkana, bir de önümüzde Kurban Bayramı var ilave olarak. Arada dostlar soruyor, “Tatilde ayağımı uzatıp, içinde deniz olan kitaplar okumak istiyorum ama bana bir şey öğretmesin, zevk versin. Ne önerirsin?” diye. Bu soruya verilecek yanıt o kadar uzun ki!.. Türkçedeki deniz kitaplığı teknik anlamda son yıllarda giderek güçleniyor ama 1990’ların sonu, 2000’lerin başında yoğunlaşan bu ‘kitaplığı genişletme’ çabasından önce hayli zayıftı. Ama dikkat çekerim, ‘teknik’ kitap zayıflığı -hatta yokluğu- söz konusuydu. Yoksa, “İçinde deniz olsun, bana bir şey öğretmesin ama zevk versin” faslından çok sayıda kitap vardı zaten. (Onlar da artıyor tabii bu arada, ne mutlu.)
Çevirilerden önce bu toprağın öz değerlerinin en başında geleni söyleyelim: Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı (1890 -1973). Yazdığı her şey mis gibi okunur, istemeseniz de bir şeyler öğrenirsiniz okurken ve çok ama çok zevk alırsınız.
Şöyle ki...
GEL DE GERİSİNİ SONRASINI ETME
Halikarnas Balıkçısı, en güzel anlatımla süslediği gözlemlerinin ötesinde, dünyanın en güzel deniz öykülerini de anlatır bize. Çünkü Balıkçı, denizciliğin denizcilik, süngerciliğin süngercilik olduğu zamanlarda, güzel insanlarla birlikte yaşamış, onların yaşam kavgalarına, denize karşı verdikleri mücadelelere en yakından tanık olmuştur. Bazen keyfi, bazen felaketi, bazen acıyı, bazen sevinci paylaşmamızı sağlar ‘oradaki’ denizcilerle...
“Mandalya Körfezi’ndeydik.
Dört kaptandılar: Cimri Mahmut, Duba Davut, Çakaloz Veli ve Hovarda Ali; kumsalda yan gelmiş, hoş beş ediyorlardı. Rüzgâr da, şaka değil rüzgârdı ha! Kurumuş devedikenlerini, yabannanelerini, çerçöpü koparıyor ve kayıklarla kıyıdan giden denizcilere çarparak, yüzlerini kan içinde bırakıyordu.
Köylünün biri, ötekine,
– Ben Mazı’dan ayrılalı üç gün oluyor. Kavakların Hasan Ağa da bir gün önce Milas’tan oraya gelmişti, diyordu.
Bu sözleri duyan dört kaptan, hemen kulaklarını dikip heyecanlandılar. Fakat birbirlerine bir şey çaktırmadılar. Kavakların Hasan Ağa’nın Esma adında, yetişkin güzelce bir kızı vardı. Kaptanların dördü de ona istekliydi. Ne var ki, şimdiye kadar ya Hasan Ağa Mazı’da bulunmaz ya da o köyde olduğu zamanlar kaptanlar uzakta, seferde bulunurlardı. Şimdiyse, kaptanların bulunduğu yerden Mazı yakındı. Ne olacak, seksen doksan mil!
Kaptanların her biri, ötekilere çaktırmadan sıvışmak niyetindeydi. İş yarışa binerse, Hovarda Ali’nin skunasından korkulurdu. Rüzgârını bir bulmasındı, tatlı düş gibi uçar giderdi.
Cimri Mahmut, kızın malını, çoktan mangırına dek hesaplamıştı. İçinden: ‘Keşke bin kat daha çirkin olaydı da, bir o kadar zengin olaydı...’ diye düşünürdü. Öylesine tamahlıydı. Cimri Mahmut, arkadaşlarının yanından kalkıp, tayfasıyla fiskos etti. Dalgıç Murat’a bir şeyler söyledi. Murat, gizlice, köyün kıyısındaki çöplüğe vararak, bir çuval dolusu tahta parçası, pabuç ve çul topladı. Onları, görünmeden, Hovarda Ali’nin skunasının su kesiminden aşağısına çiviledi.” (Parmak Damgası adlı eserinden...)
Ayaklarını uzatıp güzel bir şey okumak isteyenler için bu yazı. Fotoğraf: Craig Cameron
İZMİR KÖRFEZİ’NİN DİBİ!
Balıkçı’dan bir örnek daha vereyim. (Hayır örnekleri ver ver bitmez Balıkçı’nın ama hepsini yazmaya kalkarsam bana Hürriyet’in bütün sayfaları bile yetmez o zaman.)
İzmir Körfezi’nin eski hali çoğumuzun malumudur. Aslında bir doğa cennetidir İzmir Körfezi. Kapalı, korunaklı, doğası ve iç bereketi ile muhteşemdir. De işte insan unsuru devreye girince güzellikler uzun sürmüyor. Hatırlarsınız, yakın geçmişe kadar İzmir’in içinden geçmek bile insanın burnunun direğini kırardı. Çünkü insan, düşünmeden bütün pisliğini, kanalizasyon sandığı denize boca ediyordu. (Bugün de çok farklı değiliz belki ama en azından arıtma denen şeyi icat edebildik.) İşte bu İzmir Körfezi’nin durumu, tabii ki Halikarnas Balıkçısı’nın da malumudur ve denizcilik tekniğiyle insan pisliğini pek güzel harmanlar bir metninde. Bir zamanlar bütün çevrenin lağımının aktığı İzmir Körfezi’nde yakalandığı yoğun sisin içinde limanı bulmak isteyen bir denizciyi anlatıyor:
AKDENİZ DEYİNCE...
“(...)Bunun karanlık ve sisli havada İzmir Limanı’nın eskisine ve yenisine giren taka, tırhandil ve skutalara çok faydası olur. Kaptan nerede olduğunu anlamak için miçoya, altı yağlı iskandil sarkıtmasını söyler. Miço iskandili dibe atar.
Kaptan: ‘Kaç kulaç?’
Miço: Altı kulaç! Dip çakıl!’
Kaptan: ‘Urla açıklarındayız!’
Biraz sonra iskandil yine atılır.
Kaptan: ‘Kaç kulaç?’
Miço: ‘Dört kulaç, dip yosun!’
Kaptan: ‘Karşıyaka açıklarındayız!’
Nihayet kaptanın sorusuna miço şöyle cevap verir:
– ‘Beş kulaç! Dip b.k!’
Kaptan: ‘Hah limana vardık! Funda demir!’ der.”(Arşipel adlı eserinden)
Yok, bu yazıda başka kitaplara yer kalmayacak anlaşılan. En iyisi bugün sadece Balıkçı’dan devam edelim, diğer kitaplara başka yazıda yer veririz.
Halikarnas Balıkçısı, bir Akdeniz adamıdır. Akdeniz’i yaşar ve yazar. Ama biliyoruz ki Ege, Marmara ve hatta Karadeniz bile Akdeniz’in uzantılarıdır. Yapıları farklı olsa da en azından coğrafi olarak Akdeniz’in parçasıdır onlar. Bu nedenle Cevat Şakir, hepsine usulca dokunur. Uygarlık, Akdeniz’in işidir ya, Balıkçı, bunu en iyi bilen ve anlatandır. Denizi seven, denizin sarıp sarmaladığı kültürleri de öğrenir, tanır, bilir. Balıkçı, kültürü ve doğasıyla bir bütün olarak aşıktır Akdeniz’e. Hepimize bu aşkı öğreten de odur.
“Marmara, kuzey yanına Silivri, Tekirdağ; öteki yanına da İzmit, Gemlik ve Bandırma diyerek Akdeniz’in kapısına yanaşır. Akdeniz’in kapısı Çanakkale’de Anadolu, birdenbire güneye yönelir.
Akdeniz, kimi gece plankton denilen mikroskobik yaratıkların suda yüzerek sevişip çoğalmasıyla öylesine uyanıp aydınlanır ki suyunun her damlası, zindan karanlığında, bir elektrik ışığı damlacığı kesilir. Zaten, her ana rahminde küçücük yumurta, canlı bir yavru olma işine girişmesiyle, birden düğmesine basılan ampul gibi, bir ışık taneciği olarak parlar. Sessizlikte kulağın ansızın çınlamaya koyulması gibi...
Unutmamalı ki, Akdeniz’in, her yanından çok daha Akdeniz olan yeri Doğu Akdeniz’dir.
Aşkla çakan küçücük yaratıklardan dolayı, karanlıkta Akdeniz, boylu boyunca ışıklı bir can engini, yüzlerce kulaç derinliğince de bir can uçurumu olur. Yaşamın ışıklar içinde titreşimidir, hayatın ağaran şafağıdır bu... Kutuplarda Aurora Borealis ya da kutup ışığı, gökte –sanki nabız– durmamacasına çarpar, yürekten yüreği cevaplıyormuşçasına, karanlık ve buz içindeki iki kutup, manyetik pusulaları çıldırtarak zangır zangır titretir.
Akdeniz’de enginin ışığı göklere vurur da sanki ‘gece’, uykusunda uyurken, hayatın düşünü nur içinde görür ve hayatı sayıklar. İşte bunun içindir ki Akdeniz, ‘Akdeniz’(Bahr-i Sefîd) adını alır.” (Hey Koca Yurt adlı eserinden.)
EYUBOĞLU BALIKÇI’YI ANLATIYOR
Halikarnas Balıkçısı, sadece coğrafyayı lezzetli lezzetli anlatmakla yetinmez elbette. Balıkçıların, denizcilerin, süngercilerin ve onların hayatlarına en yakından tanık olduğu için, ‘insan’ı da en güzel haliyle anlatır. Zaten Balıkçı, anlatma işini en iyi bilendir. Yalnızca kâğıt kalemle değil, sesiyle de anlatmayı çok iyi bilir.
Bakın Sabahattin Eyuboğlu, O’nun anlatıcılığıyla ilgili ne diyor:
“Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu. Derin mağaralara kapatılmış rüzgârların birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. Ama gerçekten bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri, bütün bunlar içinde öpülesi, dövülesi, övülesi sövülesi insanlar, yaratan ve sömüren insanlar Balıkçı’nın ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür ortalığa.(...) Dünyanın sisini pusunu ne temizler? Poyraz bir, Balıkçı’nın merhabası iki!”
Yani demem o ki sevgili dostlar, eğer bu yaz, efil efil, mis gibi deniz kokan bir şeyler okumak isterseniz, bence ilk hedefiniz Akdeniz, bir anlamda Halikarnas Balıkçısı olsa ne güzel olur. Güler, neşelenir, ağlar, öfkelenir, buram buram Akdeniz olursunuz. Benden söylemesi vesselam.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
HAVA ISINIYOR
Avrupa şu sıralar yanıp kavruluyor ama ne mutlu ki henüz biz o duruma gelmedik. (Umarım gelmeyiz de.) Fakat bu hafta sonu biraz ısınıyoruz gibi görünüyor. Rüzgârda kayda değer bir heyecan yok, nasılsa öyle gidiyor, belki poyraz biraz artabilir pazar gününe. Fakat sıcaklıklar adım adım da artıyor gibi. Böylesi durumlarda en iyi şey gölgelerden fazla uzaklaşmamak. Herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
Paylaş