Paylaş
Ateş nedir? Nedir ateş? Nasıl tanımlarsınız ateşi? Mesela suyu bir kaba koyabilirsiniz. Durur orada. Havayı soluruz, örneğin bir balonun içine koyar tutarız, iyi bağlarsak kaçmaz, kalır. Toprağı konuşmayalım bile, üzerinde yürürüz, bize besin verir vs. Bunların hepsinin bir hacmi, kapladığı bir alan var. Ateş başka bir şey. Hapsedemezsiniz söner. Kaba koyamazsın. Üzerine bastığınızı sansanız da bastığınız şey ateş değil, onu var eden kömür, odun filandır. Tutamazsınız ateşi. Ele gelmez ama göze görünür! Evet ateş başka şeydir ama nedir?
TANIMLAMASI BİLE ZOR
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ateş, “Yanıcı cisimlerin tutuşmasıyla beliren ısı ve ışık” olarak tanımlanıyor. Yanmak ne peki? “Ateş durumuna geçmek, tutuşmak.” Ateşi yanmakla, yanmayı ateşle açıklıyoruz, pek güzel ama ateşin ne olduğunu henüz açıklayabilmiş değiliz.
Sözlük bir yere kadar. Ansiklopediye bakalım. Ana Britannica da şöyle tanımlamış ateşi: “Bir maddenin çevreye ısı yayarak ve genellikle alev çıkararak hızla yanması.” Karşımıza yine “yanmak” çıktı, buyurun buradan “yakın”. Latince “ignotum per ignotius” diye bir laf vardır. “Bilinmeyeni, daha da bilinmeyenle açıklamak.” Ona döndük! Gerçi sık yaptığımız şeydir bu topraklarda ama konumuz somut bir şey oluca, biraz daha net açıklamalara ihtiyaç duyuyoruz.
Ateş nedir? Bir kimyasal tepkime, bir fenomen… Her ne ise, sanırım asıl önemli olan, bizim için ifade ettikleri. Üstelik bu dosya, yani ateşin insan için ifade ettiklerinin listesi, öylesine kalabalık, öylesine uzun ki, bir tek yazıya sığması mümkün değil. Buna karşın oturup ateşle ilgili her şeyi burada anlatmaya da gerek yok. Bu nedenle, birkaç ateşli maddeyle yetinmeye çalışacağız. Yetinemezsek, ileriki zamanlarda yeniden yakarız fırın.
HEP VARDI
En başından beri ateşi tanıyoruz. Çünkü Dünya’nın “ateşi” hiç düşmedi. İlla ki bir yerde alevli bir gösterisi var. Hele ki bundan binlerce binlerce yıl önce… Yanardağları düşünelim. Zirveden aşağı akan alevli nehirler dokunduğunu yakıyor! Kim bilir ne orman yangınları, ne felaketler… Belki daha insan olduğumuzu bile idrak etmeden başladık ateşten korkmaya. Ta ki onu kontrol altına almayı öğrenene kadar korktuk ondan. Kontrol altına aldıktan sonra da korktuk elbette çünkü ele avuca sığmayan ateş, her an başına buyruk kesilebiliyordu. Hâlâ korkmuyor muyuz?
YARIM MİLYON – BİR BUÇUK MİLYON. YIL!
O günlerin izidir, ateşin tanrısal bir niteliğe sahip olduğuna inanmamız. Çünkü öyle sorunlu bir şey ki, ne tutabiliyorsun, ne yanına istediğin gibi yaklaşabiliyorsun, ne alıp başka yere götürebiliyorsun! Ama sonunda onu da başardık tabii.
Eski bilgimiz, 500 bin yıl önce Pekin’de ateşin kontrol altına alındığını söylüyordu, son bulgular, Kenya dolaylarında 1 milyon 420 bin yıl önce ateşin, insanlar tarafından “kontrollü” olarak kullanılmış olabileceğine işaret ediyor. Kuru bir dalı başka bir kuru dala yeterince sürttüğümüzde veya belirli taşlardan ikisini birbirine yeterince hızlı çarptığımızda ateşi kendimiz yakabiliyor, nerede ne kadar yanacağını kendimiz ayarlayabiliyorduk. Ne muazzam bir keşif!
GECE HAYATINI BAŞLATTI TABİİ
Bir anda geceler aydınlandı, hayal edebiliyor musunuz? O vakte kadar Güneş gitti, hayat bitti gibiydi, ateşi bir yaktık, “gece hayatımız” başladı! “Ateşli geceler” lafı oradan geliyor olsa gerek! Şaka bir yana, aydınlanmak, çevreyi görebilmek ne büyük lüks. Ama sadece lüksü değil, güvenliği de cabası. Vahşi hayvanlar da bizim bir zamanlar korktuğumuz gibi korktukları için, geceleri doğanın dişlerinden, pençelerinden uzak kalmamızı sağladı ateş. Oh! Gir mağaraya, ağzına bir yere yak ateşi, içeri hiçbir hayvan girip bizimle kedisine ziyafet çekemesin! Güvenliğe bakın siz. İnsanın yerine nöbet tutabilen bir varlıktı ateş!
Evet, korkutucu tarafları yok değildi ama insanı koruduğuna göre, muhtemelen tanrıların bir armağanı olmalıydı. Ama aynı tanrılar, kızdıkları zaman da o armağanı yeniden gönderip oramızı buramızı yakıyor, bizi açıkça cezalandırıyorlardı! Mağaramızın önündeki ağaca düşen aşırı gürültülü yıldırım ve ağacın yanıp kül olmasının dehşeti, tanrıların her zaman her şekilde memnun olmadıklarını, bazen bir şeye kızabildiklerini söylüyor olsa gerekti. Evet evet, ateş tanrısaldı.
LEZZET KATTI
Güvenliğini keşfettikten sonra, konforunu da keşfettik. Hayvanları öldürüp yiyorduk. En baştan beri alışkanlığımızdı, avcı ve toplayıcıydık. Tamam meyve falan yiyorduk ama hayvan yemeden kendimizi yeterince enerjik ve güçlü hissetmiyorduk. Av, şarttı. Bir gün muhtemelen şans eseri et ateşin üstünde kaldı. O zamanlar, “Ocakta yemek unuttum” lafı henüz ortaya çıkmamıştı. Haydaaa! O ne lezzet öyle! Hem de ne kolaylık! Dakikalarca çiğnemek zorunda kaldığımız eti, saniyeler içinde parçalayıp yutmamızı sağlamıştı bu tanrısal armağan.
OCAĞINIZ SÖNMESİN
Kesin olan şu ki, en az birkaç yüz bin yıldır yemekleri pişirerek yiyoruz. Ve bilim diyor ki, bu yüzden çenemiz küçüldü (eski insan kafataslarını hatırlayınız, çene büyük ve önde) ve bağırsaklarımız uzadı. Sindirimin yapılabilmesi için. Tabii, 12 bin yıl önce tarıma geçip, avcı-toplayıcılıktan, çiftçiliğe evrildikten sonra, başımıza başka dertler açıldı. Hareketsizlik, daha çürük dişler, daha önce olmayan hastalıklar… Her neyse… Tarımla birlikte yerleşik düzene geçtikten sonra ateş, evlerimizde de yandı elbette ve evlerin en kutsal yeri oldu ateşin yandığı “ocak”. Hatta öyle ki, ocağın yanması, evde hayatın devam ettiğini gösterir bir şeydi. “Bacası tütmek”, yaşamın sürdüğü anlamını taşıdı. Türkçede “ateş” nispeten yeni bir sözcük. Biz, Asya’dayken ateşe “od” derdik. Ocak lafı, od+çak’tan gelir: Ateş yakılan yer! O yüzdendir “ana ocağı”, “baba ocağı”, “aile ocağı”, “asker ocağı”… Ve sade bizde değil, dünyanın gelmiş geçmiş tüm kültürlerinde aynı kutsiyete sahiptir ateş. Hepsinde. Ama biz bizimkinin üstünde duralım, zira herkese yetişecek yerimiz yok.
ATEŞLE KEHANET
Türkler için ateş çok ama çok önemli. Ateş çok fazla işleve sahip. Bunlardan biri kehanet. Prof. Dr. Abdülkadir İnan’dan öğrendiğimize göre, bir Arap yazar, Türklerin ateşle kehaneti için şunları yazmış: “Türkler’in büyük hükümdarlarının muayyen bir günü vardır ki, o gün kendisi için büyük bir ateş yakılır. Bu ateşe kurban sunulur ve dualar okunur. Bu ateşin üzerinde büyük alevler yükselir. Bu alev yeşilimsi renkte olursa bereketli yağmur ve iyi mahsul olacaktır; kırmızı renkte olursa savaş olacaktır; sarı olursa hastalık ve salgın olacaktır; siyah olursa hükümdarın ölümünü yahut uzak yolculuğu gösterir.” (İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Altınordu Yay. 2017, s. 47)
Göktürkler, hakana gelen elçileri ateşler arasından geçirmişler. Bir çeşit sterilizasyon yöntemi olduğu açık. Başkurtlar ve Kazaklar da, bir hastaları olduğunda, yağlı paçavraları yakıp, hastanın etrafında “alas, alas” diye dolaştırırlarmış. Bu işleme “alaslama” denirmiş. Bugün “alazlama” diye kullanırız bu sözcüğü ama genellikle mutfak ve istenmeyen tüylerle ilgilidir.
YASSAK HEMŞERİM
Atalarımız için öylesine kutsalmış ki ateş, bana soyadımı veren Cengiz Han (ufak bir harf değişikliğiyle Timuçin)’ın ünlü yasa metninde ateşe madeni eşya ile, bıçakla temas etmek bile yasaklanmış, yaralanmasın diye. Ocağa su dökmek cezaya tabi imiş. Bu arada yeri geldi söyleyelim: Cengiz Han’ın yasa metninin adıdır “yasak”. O zamanlar “yasag” diye geçermiş. Moğol dilinde yasaya yasag denmiş. Yasag, tam olarak, “yasanın geçerli olduğu yer” anlamına geliyormuş. Sonradan “yapılması gerekenlerle yapılmaması gerekenler” için topluca yasag demişler, zamanla da bugünkü anlamına sahip olmuş sözcük.
ATEŞ, AZER, ATAR
Eskiden od dediğimiz şeye, Farsçadan sözcük alarak “ateş” demişiz. Farsça “âtaş”, Avesta metinlerinde “atar” diye geçer. (Atar, atarş). İlk kim kullanmaya başladı bilmiyorum ama bugün dilimizde “atarlanmak” diye tuhaf bir laf var ya, o işte! Atarlanmak, yani ateşlenmek, hararetlenmek anlamında. Kim başladıysa aslında doğru başlamış bunu kullanmaya. Acaba Azerbaycan Türklerinden mi geldi bize? Olabilir. Kaldı ki “Azerbaycan” sözcüğünün kendisi de yine ateşle ilgili. Azer de Zerdüştî kültürden bir sözcük ve ateş anlamına geliyor. Malum, Azerbaycan, İran ve Hazar Denizi güneyi, Zerdüştîliğin asırlarca hüküm sürdüğü topraklar. Ve o dinde de “ateş” kutsal. Ateşin tapınakları var. Yanlış olarak ateşe taptıkları sanılır oysa ateş, tanrısallığın sembolüdür. Yine aynı bölgenin dilinde “payegân”, muhafız/koruyan/bulunduran demektir. Azer+payegân da “ateşin muhafızları” veya “ateş tapınağının bulunduğu yer” anlamında, olmuştur Azerbaycan. Şimdi buradaki “azer”in, koskoca denize (ki aslında göle) adını verip “hazer”e dönüşmediğini veya ilgisiz olduklarını düşünürseniz, ayıp edersiniz, benden söylemesi.
Doğrusu daha anlatmak istediğim çok şey vardı ateşle ilgili ama yerimiz bitti bitecek. Mesela İslâmiyet’te de Şeytan, Araf 7:12’de, Adem’e secde etmemesini Allah’a açıklarken, “Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” der. Başka pek çok surede de ateşin önemi vurgulanır. Daha uzak kültürlere ise hiç yer kalmadı. Belki başka zaman
KARAR ŞAŞMASIN DA…
Şahsen ateşe bakıp kehanette bulunamıyorum ama saatlerce bakabilirim de. Sihirli bir şey ateş. Büyülü. Öyle, sessiz sedasız, kendinden çıtırtılı ama en güzel filmden daha güzel bir şey bence.
Bana sorarsanız ateş, insanın sınırlarını hatırlatan bir şey. Sınır derken, hani “tam kararında” deriz ya, o karar noktasını kastediyorum. Nasıl ki ekmeği kızartırken ateşe biraz tutarsak lezzetli, fazla tutarsak yanık olur; nasıl ki evi ısıtırken sobada, şöminede, ısınmak için kullanılan mangalda ateşi kontrol altında tutarsak ev ısınır, kontrolü kaybedersek ev yanar, onun gibi işte. Öfkeyi, sevgiyi, kıskançlığı, üzüntüyü, korkuyu, coşkuyu… Yani bize dair ne varsa onların kararını anlayabilmemiz için iyi bir örnek değil midir ateş? Her şeyin fazlası yakmaz mı başka şeyleri? Her şeyiniz gibi ateşiniz de kararında olsun.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
BUZ GİBİ DEĞİL, BUZ!
Öyle böyle değil, çok sıkı bir soğuk geldi-geliyor. Bir süredir sıcak sıcak esen lodos, bugünden itibaren yerini kuzeyli ve elbette soğuk rüzgârlara bırakıp, bunca zamandır buharlaşan ne varsa hepsini dan diye yoğunlaştırarak üstümüze indirmek üzere. Belediyelerin tuzu kumu hazır etmesi lazım. Hava da cidden soğuyacak. Gördüğüm modeller, sıfırın altında 10’ların bile altını görebileceğimizi söylüyor. Yerler buz tutar, kar uzun süre kalır. Demem o ki, önleminizi alın lütfen. Mecbur kalmadıkça ulaşım da planlamamakta yarar var. Denizlerimiz kuzeyli rüzgârlarla elbette çalkantılı, hele ki pazardan itibaren epey sert. Hele sıfırın altındaki bir hava sıcaklığındaki sert rüzgâr, denizde çok ciddi tehdittir. Önümüzdeki hafta balık tezgahlarına bakıp “Amma da pahalı” demeyin lütfen, onun her kuruşu helaldir. Kalın sağlıcakla.
Paylaş