Paylaş
Cennet zaten elimizin altındayken neden birbirimize cehennem kılıyoruz acaba. Foto Dawid Zawila - Unsplash
İnsan en mükemmel canlı! Kim diyor bunu? İnsan tabii ki. Soralım bakalım, yaşam alanlarını yok ettiğimiz, öldürüp durduğumuz, sırf yemek için de değil, süs yapmak için bile katlettiğimiz, soylarını kuruttuğumuz, doğanın bahşettiği kürklerini üstümüze geçirdiğimiz, boyunlarına tasma taktığımız ve daha türlü işkencelerle hayatlarından bezdirdiğimiz diğer canlılara bunu: “Mükemmeliz değil mi?” Şahsen genel olarak cevabın, “Allah belanızı versin!” gibi bir şey olacağına inanıyorum. İçlerinden bazılarının çıkıp onca işkenceye rağmen, “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyeceğinden de kuşkum yok ama bu, durumun genel bozukluğunu ortadan kaldıracak güçte olmayacaktır. Hele aynı soruyu gezegenimiz Dünya’ya yönelttiğimizde, daha da beter yanıtlar alacağımızdan adım gibi eminim.
AMAN DA NE KADAR GÜZELİM BEN!
Mükemmellik nedir ki? İnsanın kendi kendine, “Ben harikayım, ben bir taneyim, ben mükemmelim, aman da ne kadar güzelim” falan demesinin ne anlamı var? Evet zaman zaman kendimizi iyi hissetmek için ayna karşısında veya yastığa başımızı koyduğumuzda bunlar düşünülebilir kuşkusuz ama ele güne söyleyip duruyorsak, bize “hasta” denmez mi? Çünkü işin doğrusu, bizim ne olduğumuzu, ne olduğumuza dair sanılarımız değil, neler yaptığımız belirler. İstediğimiz kadar “iyi insan” olduğumuzu sanalım, yaptıklarımız iyi değilse, hatta tam tersine kötü ise, sanılarımız ancak hastalıklı düşüncelerdir. Aynı durum, bireyler için olduğu gibi, toplumlar için de geçerlidir. Toplumların kendi kedilerini pohpohlaması bir şey ifade etmez, diğer toplumlarla kıyaslandığında durumun nicedir, ona bakılır.
AYNA AYNA, SÖYLE BANA!
Kısa bir süre ortadan kaybolmuştuk, yunuslar Boğaz'da şölen düzenlemişti. 'Oh be dünya varmış' der gibi.
Savaş var. Yine! Niye? Neden var savaş? Öncesinde zaten 2 senemiz korona yüzünden çöpe gitmişti. “Mükemmel canlı”ların tamamı eve kapanmıştı! Farkındasınızdır, en mükemmel canlı eve kapanınca dünya bir güzelleşti, doğa bir canlandı, kuşların ötüşü değişti, o doğa için bile fazla kısa olan süre içinde bile canlılar âlemi bir renklendi. Artık nasıl büyük baskı yaratıyorsak, birkaç aylık eve kapanmamız bile tüm diğer canlıların (bence) mutlu bir dönem geçirmesini sağladı. Korona bitince zaten yine eskiye döneceklerdi, ama salgının hemen ardından savaş çıkınca, bırakın diğer canlıları, biz “mükemmeller” bile daha beterinin içinde bulduk kendimizi. Oysa biz, hepimiz, hem tüm insanlar, hem diğer tüm canlılar, okyanusu oluşturan damlalarız ve ancak birlikte bir şey ifade ediyoruz. Sen kendi evinin duvarları arasında ya da kendi sınırların içinde istediğin kadar kendi kendini pohpohla, “Ayna ayna, söyle bana, var mı benden güzeli?” diye böbürlenip dur, diğerleriyle birlikte yaptıklarındır seni sen yapan!
ZEKİ YERİNE AKILLI MI OLSAYMIŞIZ?
2-2,5 milyon yıl önce hepimiz, bütün insanlar, bakın ne diyorum “bütün insanlar”, Doğu Afrika dolaylarında çıktık ortaya. Ardından çeşitli değişimlerle bugüne uzandık. Homo Sapiens adını verdiğimiz bugünkü modern insanın nüfusu, bundan 150-200 bin yıl kadar önce, diğer insanımsılara göre epey yoğunluktaydı. Homo, insan demek malum. Sapiens ise “zeki”. Keşke “zeki insan” yerine “akıllı insan” olsaymışız. Nasreddin Hoca’mızın bindiği dalı kesme öyküsündekinden ne farkımız var? Hoca, budala olduğu için kesmiyordu bindiği dalı, bize bir şey anlatıyordu o öyküde; anlayamadık! Şu anki durum, bundan daha iyi nasıl anlatılır? “Bindiğimiz dalı kesiyoruz.” Haydi deneyin, bu sözü kullanmadan aynı durumu anlatmayı.
Sapiens, “zeki” demek evet, Latince “sapio” kökünden gelir. Sapio, aslında “zeki”den daha derin anlam içerir. “Tatmak”, “tadı olmak”, “tat alabilmek” anlamları da vardır. Daha da Türkçeleştirirsek, hem “ağız tadı” anlamına gelebilir hem de “ağzının tadı olmak” anlamına. Şu an ne düşündüğünüzü çok iyi biliyorum ama ben onu yazının sonunda söyleyeceğim.
UZUN SAPLI KAŞIKLAR
Yaşamak mümkünken, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, yakışıyor mu bugünkü dünya, insana. Foto Niko Photos - Unsplash
Size çok sevdiğim eski bir öyküyü anlatayım. Cenneti ve cehennemi görmesine izin verilen fanilerden biri, bir meleğin rehberliğinde önce cehennemi ziyaret etmiş. Cehennemi hep kötü, korkunç, karanlık, alevli falan bir yer olarak hayal eden fani, büyük bir incelikle döşenmiş, her yeri pırıl pırıl ve ışıl ışıl bir yerle karşılaşınca çok şaşırmış. Çok uzun bir masa kuruluymuş burada, üzerinde her çeşit yiyecek, içecek, meyve, nar gibi kızarmış etler, her türlü tatlılar, şunlar bunlar… Bunu görünce fani daha çok şaşırmış. Fakat en şaşırtıcı olanı, masa başında oturan bütün insanların öfkeli, hiddetli ve kötü durumda olmasıymış. Bağırıp çağırıyor, küfrediyor, lanetler yağdırıyorlarmış ve hepsi açlıktan kırılıyor gibi görünmekteymiş. Yemek yiyemedikleri için çılgına dönmüş durumdalarmış. Yemek yiyememelerinin nedeni ise bileklerine sıkı sıkıya zincirlenmiş kaşıklarmış. Kaşıkların sapları o kadar uzunmuş ki, kimse o güzelim yemeklerden yiyemiyor, yemekler dökülüp saçılırken ağızlarına bir lokma bile giremiyormuş. Elleriyle de yiyemiyorlarmış, her iki ellerine bağlı uzun saplı kaşıklar nedeniyle.
AYNI DEKOR FARKLI İNSANLAR
Savaşları insan çıkartır ve her zaman 'yaşam' kaybeder. Foto Hasan Almasi - Unsplash
Adam, cenneti görmek istemiş. “Hay hay” demiş rehber melek. Kısacık bir yoldan yan salona geçivermişler. O da ne? Cennet, cehennemin aynısı! Aynı şekilde incelikle ve zevkle döşenmiş, aynı nitelikte dekore edilmiş ve aynı sofra kurulu. O masadakilerin de ellerine bağlı upuzun saplı kaşıklar var. Fakat cennetteki masanın başındaki insanlar, cehennemdekirlele kıyaslanamayacak kadar mutlu, neşeli, tok. Adam farkı bir bakışta görmüş tabii. Cennette bulunanlar, uzun saplı kaşıklarla ne yapacaklarını fark etmiş olanlarmış çünkü. Hepsi, tabaktan aldıkları yiyeceği karşısında oturan kişiye yediriyormuş! Kendileri için değil, diğerleri için emek harcayarak karınlarını doyuruyorlar, yeryüzünde olmayan lezzette yemeklerle hep birlikte mutluluğun doruklarına ulaşıyorlarmış. Fani dersini almış ve döndüğü hayatına artık farklı bir gözle bakıyormuş!
MUZ KADAR DEĞİLİZ
Bizi mükemmel yapan nedir? İki ayak üzerinde duruyor olmamız mı? Genlerimiz demeyin mesela hiç. Bilim gösterdi ki, bizim yaklaşık 20.000 genimize karşılık, muzun 36.000 geni var. Yani bir muz kadar genimiz yok! Neden hayatımızda sürekli düşmanlıklar peşindeyiz? Neden bu kadar benciliz? Cennete çevirebileceğimiz bir gezegende, herkese yetebilecek kaynak varken, neden sürekli mutsuz ve açız? Harcayamayacağımız kadar çok para, hiç göremeyeceğimiz kadar çok mülk, hiç kullanamayacağımız kadar çok araba, taşıyamayacağımız kadar çok mala rağmen, neden sürekli bağırıp çağırıyor, lanetler yağdırıyor, küfrediyor ve açlıktan/açgözlülükten kırılıyoruz?
PİŞMAN-DÜŞMAN
Hayatımız düşmanlık ve pişmanlık arasında gidip geliyor. Biliyor musunuz, pişman sözcüğü, Farsçadan gelmiş dilimize. “Düş peşime” derkenki “peş” var ya, o işte. Peş/paş “arka, geri” demek. Geri. Mana da manah’tan, “düşünmek” demek. Yani paş+mân=pişman: Arkadan, geriden, sonradan düşünen demek. “Ah bugünkü aklım olsaydı” durumu yani. Düşman sözcüğü de buna benziyor tabii. Düş/duş/duj, Farsça “kötü, uğursuz” demek. Manah kısmı aynı. Yani “kötü düşünen, kötülük düşünen” demek oluyor düşman.
AKRABANIN AKRABAYA ETTİĞİNİ…
Tamamı akraba olan insan soyu, sözüm ona “zeki insan” ve sözüm onanın katmerlisi, yaratılmışların “en mükemmeli” olanı biz, düşmanlıktan başımızı kaldıramıyoruz. Dünyada savaş var, açlık var, bırakın ilacı sütü falan, içecek temiz su bulamadığı için ölenler var. Evet bir avuç insan çırpınıyor birşeyler yapmak için. Bir avuç insan, farkında, elindeki uzun saplı kaşıkla karşısındakini doyurabileceğinin. Hatta -umutsuz değilim- giderek de artıyor bu güzel insanların sayısı. Ama kötüler de çok güçlü yahu. Bazen uzun saplı kaşık bize doğru uzanırken umutlanıyor, karnımız doyacak diye seviniyoruz ama bir bakıyoruz o kaşık tak diye kafamıza inmiş! Yemek yerine dayak yiyoruz. Umudumuz yerlerde paramparça oluyor.Akrabayız hepimiz. Hepimiz. Rengimiz, dilimiz, boyumuz, surat şeklimiz, inancımız, siyasi görüşümüz, pasaportumuzda yazan ülke, etnik kimliğimiz, cebimizdeki para ne kadar olursa olsun hepimiz akrabayız. Akraba, Arapça “karîb” kökünden gelir. “Yakınlık” demek. Hani, “yaklaşık” yerine bazen “takriben” deriz ya, aynı kök işte. Arapçanın da içinde bulunduğu Sami dillerinde “k-r-b” kökü aynıdır. “Yakın olma” anlamındadır. Bu sözcükten “Tanrıya sunulan adak” anlamındaki “kurban” çıkmış İbraniceden. Büyük olasılıkla “Tanrıya yakın olmak” anlamıyla birlikte taşınmıştır. Yani, birbirimizle “yakınken”, yakın olduğumuz birbirimizi “adak” etmişiz bir anlamda.
ÇÖPLÜKTEN ÇIKMAK HÂLÂ MÜMKÜN
Oysa hiçbirimizin hiçbirimizi cehennemde yaşamaya mahkum etme hakkı yok. Foto Hermes Rivera - Unsplash
Evet, “sapiens” ağız tadı le ilişkili bir sözcük. Cennet yapmak yerine cehenneme çevirdiğimiz dünyada, bencillikle, açgözlülükle ağzımızın tadı iyice kaçtı be arkadaş. Duyanlarınız vardır, “cehennem” sözcüğü bize Arapçadan gelmiş ama daha eski olan İbranî dilinden o da. “Ge-hinnom” sözcüğü orijinali. “Gözyaşı Vadisi” demek. Kudüs yakınlarında bir yer. Hinnom vadisinde bulunan tapınak yıkılınca terk edilmiş orası ve Kudüs’ün çöplüğü olarak kullanılmış. Yani buralar “cehenneme döndü” dediğimizde elbette kendi kültürümüzdeki ateşi, alevi düşünüyoruz ama bir anlamda da yalan değil, çöplüğe dönmekten söz etmiş de oluyoruz. Güzeller güzeli gezegende, tüm akrabalarımızla birlikte birbirimizi doyurup mutlu olabilecekken seçtiğimiz yol, herkese ve her şeye düşmanlıkla bakıp yaşadığımız bu yeri çöplüğe, yani cehenneme çevirmek!.. Yolun başında değiliz elbet. Ama bundan vazgeçmek, birbirimizi incitmeye değil mutlu etmeye yönelmek mümkün. Hâlâ!
BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN
Egemenliğin yalnız ve ancak biz halka ait olduğunu, bizi yönetenleri de yalnız ve ancak bizim belirleyebileceğimizi 102 yıldır hatırlatan ve günlük telaşlar içinde unutmamamızı sağlayan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
MİS GİBİ HAVA
Güzel hafta sonu havasını özlemiştik doğrusu. İşte fırsat. Güzelce ısınıp, güneyli hafif rüzgârın da etkisiyle üşümeden, fena halde de terlemeden açık havada keyifli zaman geçirmenin tam sırasıdır bence. Yağış da beklenmiyor. AVM’lere tıkılıp kalmak yerine mis gibi baharın kokusunun alınacağı, çiçeklerin, kelebeklerin renklerine hayran kalınacağı yerlerin tercih edilmesini tavsiye ederim doğrusu. Olmadı deniz kenarı. Güzel bir hafta sonu bizi bekliyor. Kalın sağlıcakla.
Paylaş