Paylaş
Lafın sonunu biliyoruz: Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkartamamış. Neden kırk akıllı? Neden elli ya da yüz veya bin değil de kırk? Bir kahvenin neden yirmi değil de kırk yıl hatırı var? Nedir bu kültürlerdeki kırk merakı?
“Kırkından sonra azanı teneşir paklar”, “kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş”, “kırk yıllık Yani olur mu Kâni?”, “bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkartamamış”... Bunlar sadece içinde “kırk” barındıran atasözlerimizden birkaçı. O kadar çok kırk var ki hayatımızda. Mesela bebeğin kırkı çıkmadan evden dışarı çıkartılmazmış (laf aramızda, biz eşimle bu kurala uymadık ve hiçbir şey olmadı). Biri öldüğünde de kırkının çıkması beklenir. Masallarda kırk gün kırk gece düğün yapılır. Şifalı yiyecek/içecek/iksirlerde kırk çeşit baharat vardır. Bir acı kahveninse kırk yıl hatırı olduğunu hepimiz biliyoruz (buna uyuyor muyuz, o ayrı). Türkülerde “Yardımcıdır bize kırklar yediler” deriz. Ali Baba ve Kırk Haramiler’i bilmeyenimiz yoktur. Vurdumduymaz birine bir lafı kırk kere söyleriz, anlasın diye.
Kutsal kitaplarda da bolca “kırk” vardır. Örneğin Kur’an-ı Kerîm’de, “Musa’ya kırk gece söz vermiştik.”(Bakara 51); “Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır.”(Maide 26), “...böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (Araf 142), “Nihayet insan güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki:...” (Ahkaf 15) ve başkaları da var elbette.
Kur’an’da yoktur ama Eski Ahit ve Tevrat’ta Nuh Tufanı’nda tufan kırk yıl sürer. Eski ve Yeni Ahit’te bolca kırk gün veya kırk yıl ifadesi görebiliriz. Hinduizm gibi pek çok kadim inançta da “kırk” önem taşıyan bir sayıdır. Ama merak buyurmayınız, bu yazımızda hayatın gizemleri, kırkın mucizesi gibi merak uyandıran konulara girmeyeceğiz. Derdimiz başka.
TANRININ KIRBACI
İlk ciddi salgın Asya’dan Konstantinopolis’e gelir ve Avrupa’yla yayılarak büyük bir felakete sebep olur. Başlangıç tarihi MS 542 olarak geçer kayıtlara. Dönemin imparatoru Justinianus’un adıyla anılır: Justinianus Vebası! Evet vebadan söz ediyoruz. Sevimsiz bir konu ama dünya tarihinde yeri o kadar büyük ki, görmeden olmaz. Üstelik bugünkü “iyot kokulu lafımızın” da gerekçesini oluşturuyor.
Yakıp yıktıktan, binlerce ocağı söndürdükten sonra sessizliğe gömülen vebadan bir daha 800 yıl kadar haber alınmaz. İnsanlık, artık sadece hikâyelerden ve korkunç masallardan duyduğu vebayı unutmaya yüz tutmuştur. Derken, ışıkla birlikte doğudan yükselen bir imparatorluk, Moğollar belirir tarih sahnesinde. Moğollar, beraberlerinde ok, kılıç ve mızraktan başka çok etkin bir silah daha taşımaktadırlar: Veba! Cenova’nın Kırım Yarımadası’ndaki kolonisi Kaffa’yı kuşatırlar 1347’de. Orduda, vebadan ölenler vardır ve Tatarlar, Cenova kalesinden içeri mancınıkla vebadan ölmüş askerlerin cesetlerini atarlar! Elbette hastalık kısa süre içinde Kaffa’yı mahveder ve o sırada limandan kalkıp Cenova’ya hareket eden bir gemi, hastalığı önce Konstantinopolis’e (İstanbul’a), ardından Messina ve sonrasında da İtalyan anakarasına taşır. Öyle bir yıkımdır ki bu, 1347 sonundan 1350’ye kadar, yani sadece 2 yılda Avrupa nüfusunun dörtte biri yok olur! Çünkü insanlar hastalığın önünden kaçtıklarını düşündükçe aslında onu daha da ötelere taşımışlardır. Genelde böyle değil midir: İnsan, kaçtığı şeyi de hep yanında götürür.
DOKTORLAR DA ÖLÜNCE...
Hastalık, önce Himalayalar’da ortaya çıkmış, farelerin üzerindeki pirelerle yayılmış, önce milyonlarca fareyi yok etmiş, ardından da elbette gemilerdeki farelerle tüm dünyaya yayılarak insanlara musallat olmuştur. (O zamanlar Himalaya’da Himalaya tuzu satılmıyormuş demek ki.)
Öyle apar topar bir hücuma geçmiştir ki hastalık, insanlar hiçbir şey anlayamaz. Hekimler ve bilim insanları da birer birer öldükleri için bilimsel önlem almak da zordur. Her kötü şey için bir sebep arayan insan, elbette “Ahlaksızlık ve günahların çokluğunu” bulur suçlu olarak. Kimse hijyen, sağlık, yetersiz beslenme, düzenli banyodan henüz söz etmemektedir. Ve vebanın adı “kara ölüm” ile birlikte “Tanrının Kırbacı” oluverir. Ortaçağ yarı-karanlığına göre Tanrı, insanları günahlarından dolayı bu şekilde cezalandırmaktadır.
İLK ÖNLEM
Her şey öyle ani olur ki, ilk kez önlem almak, 1377’de o zamanlar Venedik’in egemenliğinde bulunan Dubrovnik’te (diğer adıyla Ragusa) akıllara gelir. Önlem, limana gelen gemileri açıkta bekletmektir. Gemi nereden gelirse gelsin, içindekiler hangi durumda olursa olsun gemi açıkta demir atarak bekletilir ve yanına kimse yaklaşmaz. Ve tahmin edin bakalım, gemiler kaç gün bekletilir limanda? Doğru bildiniz: 40 gün!
Bu önlemin işe yaradığı fark edilir, en azından hastalık olan gemiler hiçbir yere yanaştırılmaz ve içindekiler ölüme terk edilir ama en azından yayılma önlenmiş olur. Zamanla da hastalık duracaktır. (Gerçi 6 ila 13 senede bir hortlar çünkü bazı gemiler çareyi kaçıp ıssız bir yerde karaya çıkmakta bulmuşlardır.) Veba hastalığı, 19. yüzyılda çaresi bulunana kadar dünyanın başına sık sık dert açar ama Avrupa’nın nüfusu dörtte bire düşmüştür artık. (Sadece Avrupa’nın değil elbette, deniz ticareti yapan tüm kentler ve ona bağlı iç bölgeler etkilenmiştir ve genel anlamda dünya nüfusu büyük oranda düşmüştür.)
40 GÜNLÜK SÜRE
Önce Venedik tüm limanlarında uygular 40 gün gemiyi yanaştırmama önlemini. Buradaki 40 günlük sürenin hiçbir bilimsel gerekçesi, dayanağı yoktur. Sadece, yazının başında bahsettiğimiz gibi insanın “40” ile olan tuhaf bağlantısı ve elbette sayının dinsel metinlerde bolca tekrar etmesinin etkisidir.
Biz buna “Kırk Gün Önlemi” diyebiliriz ama bu lafı Venedikliler edemez. Venedik dilinde (İtalyancasında) “kırk gün” için başka bir sözcük kullanılır: Quarantina. Latince “quadraginta” denen “kırk”, Fransızca’da da “quarante” olarak bugün de kullanılır. Venedikliler de “kırk günlük süre” anlamında “quarantina”yı kullanırlar. Yani bizim bildiğimiz karantina!
İşte size bugün de kullanmakta olduğumuz karantina sözcüğünün biraz ürkütücü, bolca da iyot kokulu öyküsü. Kalın sağlıcakla...
Not: Yazının başından sonuna trafiğine şöyle bir baktım da, acaba kuyuya taş atan o deli ben miyim dersiniz?
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
POYRAZIN MAŞALLAHI VAR
YAZIN çok sıcak zamanlarda bu kadar esseydi biraz daha rahat bir sezon geçirirdik. Sağ olsun, tam balkonlarda oturup eylülün masmavi tadını çıkartıp çayımızı yudumlayacağımız zaman gürleyip masada ne varsa uçurmayı marifet saydı. Buna da şükür. Esip gürlese de eylülün renklerini görmemizi sağlayacak o keyifli Güneş arz-ı endam eylemeyi sürdürüyor. Bu hafta sonu da poyraz güçlü esmeyi sürdürüyor. Eski takvime göre bu aralar Kestane Karası Fırtınası var. Belki onu atlatıyoruzdur. Malum, bu fırtınanın ardından (fırtınanın kendisi ile ilgisi yok tabii, sadece dönemsel olarak tarihe işaret ediyor) kestaneler tezgâhları süslemeye başlayacak yavaştan.
Eski sobalı hayatlar da pek kalmadığı için, evdeki o gürül gürül ateşin üzerinde pişen kestane keyfi de yok ama benden size bir öneri: Sahil kasabalarında/ilçelerinde yürüyüş güzergahlarında bolca kestaneci olacak. Akşamüstü kestane kebapla birlikte hafiften eller yanarak yürümek, denizin güzelliğini seyredip içimize iyot kokulu bol oksijenli havayı çekmek büyük zevk. Hafta sonu boyunca hava sıcaklığında bizi üzecek bir durum yok, hatta pazar günü iyice ısınıyor. Kendi hesabıma yağış beklemediğimi de söylemeliyim ama bu aralar o kadar çok utandırdı ki bu yağış mevzuu, söylemeye çekiniyorum. Ama bana sorarsanız, en azından şu an için görünen, yağışsız, biraz esintili (ama fırtına yok, belki sadece adı var) ama keyifli bir sıcaklığı olan hoş bir hafta sonu bizi bekliyor. Tüm dostlara bol neşe, tüm denizcilere selamet dilerim. #tayfuntimocin
Paylaş