Paylaş
Bizim için ne kadar özel bir şey olduğunu düşünmüşsünüzdür mutlaka. Güzel ülkemizde çay içilmeyen veya demlenmeyen bir hane neredeyse yoktur. Çarşıda, pazarda, iş yerlerinde, dükkanlarda, holdinglerde… Her yerde çay içilir. Sadece çay içilmez ama en çok çay içilir. “Çay bahçesi” diye bir şey var hayatımızda. İş hanlarında, pasajlarda ve büyük iş yerlerinde çayın ocağı vardır. Çay ocağı olmayan İş hanı eksiktir, eksikler de hemen yakındaki bir başka yerden telefonla, megafonla, küçük el telsiziyle vs. bir şekilde giderilir. Bizde çay, çok içilir.
SADECE İÇECEK DEĞİLDİR
Çay Türk insanı için sadece bir içecek değildir. Dostluktur, aile sıcaklığıdır, yuvadır, anıdır, kurulan bağdır, onarımdır, neşedir, ağırlamadır, tanışmaktır, hatırlamaktır, olmazsa olmazdır... “Bir çay iç de öyle git bari”dir. “Gel bir çay içelim”dir.
“Çay söylemeden vallahi bırakmam”dır. Türk insanını temsil eden şeylerden biridir. Eh, haliyle kırmızıdır. Akmasın ama tavşan kanıdır. Sınıfsızdır, zengine de güzeldir yoksula da. Beğenidir, mesela ince bellidir. Samimidir, sıcaktır. Destursuz yaklaşırsan yakar, kibar olursan ısıtır. Sohbeti güzelleştirir, hayata tat verir. İlişki gibidir. Aceleye gelmez, dem gerekir. Özen ister, ısıtıp ısıtıp ortaya sürülmez. İyisi tercih edilir, kötüsü ortalığı toza bular, çamur gibidir. Velhasıl, iyi insana benzer çay. Numara yapmaz, şeffaftır, içi dışı birdir.
İKİ ASIR OLMADI DİYEBİLİRİZ
Ama çayla tanışıklığımız hiç de eski değil. Ama dedim ya, sıcakkanlı bir şey, hemen kaynaşı vermişiz. Alt tarafı 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Anadolu’ya getirilmiş çay. Fakat Orta Asya Türkleri’nin çay ile olan ilişkilerinin tarihini tam bilmiyoruz. Belki çok ama çok daha eskilere gittiği söylenir. Çünkü çayın ilk yetiştiricileri Çinliler. Türklerin Çinlilerle tarihsel ilişkisi malum, hatta öyle ki, kendi tarihimizle ilgili en eski kayıtları Çinlilerden okuyup öğreniyoruz.
GÜNEYDOĞU ASYA’DAN
Bir Çin efsanesi, çayın, MÖ 2737’de İmparator Shen Nong’un, kazayla önündeki kaynayan suya, kurutulmuş çay yaprağı düşürerek bir içeceğe dönüştüğünü söylüyor. Kanıtı yok bunun ama inanmak da serbest, inanmamak da. Lakin çayın Çin kökenli olduğu kesin. Çin’in güneyi, Myanmar, Tayland, Birmanya, Vietnam dolayları, kısaca Güneydoğu Asya bitkinin anayurdu. Bölgenin tipik özellikleri, bol yağış alması, aşırı soğuk olmaması, nemli kalması, güneşi belli oranda alması. Bu nedenle nerede istenirse orada çay yetişemiyor. Mesela ülkemizde sadece Doğu Karadeniz bu özellikleri haiz olduğu için orada var. Daha önce Bursa çevresinde de denenmiş ama olmamış, tutmamış, şartlar farklı.
O KADAR HİNT DEĞİL YANİ
Çaydan söz eden ilk yazılı ve güvenilir kaynak, MÖ 350 dolaylarında yazılmış bir Çin sözlüğü. Güneyde zaten yapılan çay tarımı, 6’ncı asrın sonunda Japonya’ya tanıtılmış. Önce rahipler sevip içmiş çayı, sonra yavaş yavaş halk tarafından benimsenmiş. Avrupa’ya geçişi ise 17. yüzyılı buluyor. Bu sayfada daha önce konuştuğumuz gibi Hindistan’a deniz yoluyla 1500’de ulaşan Portekizliler ve onların ardından gelen Hollandalı ve İngilizler sayesinde yavaş yavaş Asya-Avrupa ticareti büyüdü. Zaten, Portekizliler Hindistan’a ulaştıkları sırada Hindistan’da sanılanın aksine çay tarımı yoktu! Hindistan’da çay tarımı, şaşırtıcı belki ama gerçek, 1834’te başladı. Fakat hemen kuzeyindeki topraklardan gelen bitkiler, ticaret ürünüydü ve elbette alınıp satılıyordu. (Bu arada ben daha fazla dayanamadım, mutfağa gidip çay demledim, yazıya öyle devam ediyorum.)
TEE YENİ AMSTERDAM’A KADAR…
İngiltere’ye çayı 1615’te, Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin Japonya’daki temsilcilerinden biri olan R. L. Wickham’ın tanıttığı söylenir. Ülkedeki ilk çay satışı ise 1657’de bir kahve salonunda yapılmış. Ama şu bizim bildiğimiz meşhur İngiliz adeti, “5 çayı” hikâyesinin ortaya çıkışı çok daha sonra. Bedford Düşesi 1840’ta başlatmış o geleneği. (Alice Harikalar Diyarı’ndaki çay partisi çok meşhurdur ama yazar Lewis Carroll o sahneyi yazarken takvimler sadece 1865’i gösteriyordu. Yani Düşes Hanımın ortaya attığı şey çok hızla ve iyi tutmuş olsa gerek.) Tabii bu sırada Yeni Dünya yani Amerika da tatmış bu güzel içeceği ve Avrupa’dan Nieuw Amsterdam’a, yani günümüzün New York’una sıçrayıvermiş. Buzlu çayı ilk yapan da zaten Amerikalılar. 1904’te Missouri’nin St. Louis kentinde yapılan uluslararası ticaret fuarında hava öyle sıcakmış ki, kimse sıcak çay satın almayınca, Richard Blechynden isimli bir ziraatçı, buz koyup satmış çayı. Fakat bunun, ticari kullanım olduğu tahmin ediliyor, zira bundan 40 yıl önceki kimi tariflerde de çaya buz konuyormuş.
MARCO POLO BİRAZ DEĞİŞİK
Efendim, anavatanı Çin olan bu muhteşem bitkiden, Çin’e ilk giden olmasa da, gidişini ve maceralarını ilk kaleme alan Avrupalı olan Marco Polo hiç bahsetmez! Ama Marco Polo’nun bahsetmemesi, çayın varlığına gölge düşürmez. Zira Polo, tuhaf şekilde Çin Seddi’nden de söz etmez. Şehir efsanesi haline gelerek komik şekilde “uzaydan görüldüğü” ileri sürülen Çin Seddi, Marco Polo anlatmadı diye yok olacak değil herhalde. Eh, çay da öyle. Ama Polo’nun bahsetmemesi gerçekten ilginçtir, konunun uzmanları 7 asırdır konuyu tartışmaktalar, sessizce uzaklaşalım, onlar tartışadursunlar. (Bu arada, az önce demlediğim çay çok güzel olmuş. Yazıya dalınca demini harika almış.)
İŞTE SÖZCÜK DİDİKLEMESİ
Gelelim laf kısmına ki aşırı eğlenceli bence. Dünyanın en çok içilen içeceklerinden birini bize armağan eden bu bitkinin, bütün dünyada iki ana söyleniş tarzı var. Biri, genel ses olarak yazıyorum, “çay”, diğeri de “tee”. Bizim çay dediğimiz şeye Hintler, Ruslar, İranlılar, Araplar da “çay” diyor. Bir de Portekizliler. Portekizcede çaya “ça” deniyor (chá yazılıyor). Çayın İngilizcesi ise “tea”. Almancası “tee”, Fransızcası “thé”, Felemenkçesi “thee”, İtalyanca ve İspanyolcası “té” vs.
BÜYÜK BİR FARK YOK ZATEN
Peki neden iki farklı sözcük? Her şeyden önce, aslında farklı sözcük değiller! Ça da aynı ses, te de. Sadece kimin söylediğine göre çıkan sesin değişimidir söz konusu olan. Tabii yerel ağızlarda yerleştikçe, kimi farklılıklar da yerleşiyor. Tıpkı bizim, Portekizcedeki “ça”nın sonuna “y” eklemiş olmamız gibi.
Zaten t ile ç sesi arasında pek çok dilde yakın ilişki vardır. Tchaikovsky (Çaykovski) mesela.Aslında alfabe, çıkardığımız sesleri yazıya geçiriş biçimimizden başka bir şey değil. Semboller dizisi aslında. Mesela… Bir Fransız erkek ismini, Fransızca “Philippe” diye yazabiliriz ama bunu bir Türk’ün duyduğu gibi yazmasını istersek, “Filip” yazar. Çünkü Philippe yazan da Filip diye ses çıkarmaktadır. Şimdi aynı sözcüğü Arap veya Yunan veya Kril alfabeleriyle de yazabiliriz, ki şimdi bunu yapmayalım, ortaya tuhaf görüntüler çıkmasın ama hiçbirini bizim Latin harflerine alışık gözümüz anlamaz. Doğal olarak aynı bitkiye verilen aynı ses ama farklı söyleyiş biçimi, coğrafyanın etkisiyle ufak farklılıklar göstermiş. Başta konuşmuştuk ya hani, Güneydoğu Asya’nın çayın ana vatanı olduğunu… İşte çayı kimin nerede bulduğuyla ilgili bir hadiseden başka bir şey değil konu.
Mandarin Çincesindeki “ch’a” ile Amoy diyalektindeki Çince “t’e” ile aynı şey. Ama Amoy diyalektinden deniz kenarına “te” sesiyle inmiş bitki, Malay diline, ki Endonezya, Malezya, Tayland, Filipinler bölgesinde konuşulan yaygın dillerden biridir, “teh” olarak geçmiş. Hollandalılar da Portekizlilerin ardından bölgeye gelip çay yapraklarının ana ithalatçısı olmuşlar mı? Onlar da duydukları sesi, yani “teh”i alıp kendi dillerine “thee” diye katmışlar mı? Bu da bütün Avrupa’ya yayılmış mı?
PORTEKİZ DE DENİZDEN GELDİ
İnternette karşımıza çıkan bilgilerden biri, “bitkiyi denizden ithal edenlerin te, karadan getirenlerin çay dediğini” söylüyor ama konu o kadar kestirme olsaydı, Portekizliler “chá” demezdi, çünkü bölgeye denizden varan ilk Avrupalılar Portekizliler! Üstelik, İngilizcede 1590’larda tutulmuş kimi kayıtlarda bitki “tee” diye değil, “chaa” diye geçiyor. Yani İngilizcede de bir süre “ça” denmiş bizim çaya, sonradan Hollanda’nın etkisiyle ve İngiliz ticaret ağının Hollanda’nınkini geçmesi sayesinde “tea” olmuş.
PROMOSYON OLARAK BOMBAY VE BİR ŞARKI
Bu arada, bir de konu dışı küçük bilgiyi ekleyip promosyon yapalım. Portekizliler, Hindistan’a vardıklarında, gemilerini güvenle sokacakları nefis bir körfezle karşılaşmışlar. Her türlü havaya kapalı, korunaklı bu körfeze “iyi körfez” anlamında “Bom Baia” adını vermişler; oraya kurdukları şehrin adı da olmuş bize Bombay! Asırlar sonra Hint Sineması’nın merkezi olmuş bu kent ve Hollywood’a uzaktan nanik yapar gibi, adını Bombay’ın “Bo”su ile başlatıp Bollywood demiş sinemasının adına, ki çok severim. (1995’te kentin adını Mumbai olarak değiştirdiler ama alışkanlıklar kolay değişmiyor, halen birçok insan oraya Bombay diyormuş. Zaten seçilen yeni isim Mumbai de ses olarak Bombay’a çok benzediği için fazla sorun yaşanmıyormuş.)Vedamız, çok sevdiğim, bana göre yazılmış en güzel sevda sözlerinden biriyle, Cem Karaca’nın Islak Islak’ı ile olsun. Ne de olsa içinde çay demleniyor:“Sürerim buluttan tarlalarıYağmurlar ekerim göğün göğsüneGüneşte demlerim senin çayınıYüreğimden süzer öyle veririm”
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZISLAK VE SERİNCE AMA SOĞUK DEĞİL
Ekim ayındayız, yağacak tabii. Yağış zaten gerekli. Ama bunlar ara ara gelip giden, şiddetiyle zarar da veren yağış tipleri. Biraz serinletebilir ama soğumuyoruz, haftaya yine sıcak sıcak otururuz. Rüzgâr pek az. Umarım yağış toprağı sular, akıp gitmez. Demem o ki, hazır biraz yağış, biraz da serinlik varken tadını çıkartmalı, çünkü bir süre daha onları ararız gibi duruyor.
Paylaş