Paylaş
Berlin'deki Bergama Zeus Altarı da Sultan II. Abdülhamid zamanında yurtdışına götürülen yapılardan. Heykel de değil ki bu çantaya sığsın. Koskoca bina.
Geçtiğimiz iki hafta boyunca Avrupa hakkında konuştuk. Önce Avrupa’nın, dünyanın diğer yerlerinin de gıpta ettiği bir yer haline nasıl geldiğine baktık, sonra da kıtanın coğrafî olarak varlığını sorguladık. Asya’nın batıya uzanan küçük bir parçası olan Avrupa’nın, 10 milyon kilometrekarelik alanıyla nispeten küçük olmasına rağmen, tüm dünyaya neden egemen olduğuna şöyle bir baktık. Nedenini tam olarak bilemiyorum ama içimdeki dürtü, bu konuda biraz daha konuşmamız gerektiğini söylüyor. O halde, bu kez de şu soruyu soralım: Avrupa’nın farkı ne?
GERİDEN GELDİLER AMA…
Gelin sorumuzu açalım biraz. Avrupa’da yaşayan topluluklar, antikçağda, Yunan uygarlığı dışında neredeyse tamamen karanlıktayken, o sırada almış başını gitmiş bir Hint uygarlığı vardı dünyada. Elbette bir de Çin. Ve elbette asırlar sonra farkına varılacak Amerikan yerlileri uygarlıkları. İnkaların kentleri ve mimariyle birlikte organizasyonel anlamda geliştirdikleri becerilerinin ne harika eserler ortaya çıkardığını bugün biliyoruz. İspanyolların köküne kibrit suyu ektiği uygarlığın, İspanya’nın rüyasında bile göremeyeceği kadar estetik ve bir o kadar da barışçıl olduğunu artık biliyoruz. Sonra, Mısır vardı, biliyorsunuz. Mısırlılar, Nil’in ahengiyle bayındır, mutlu yaşıyorlardı. Muhteşem eserler ortaya çıkardılar, tıpta, matematikte ve kuşkusuz tarımda büyük ilerlemeler kaydettiler. Piramitleri ayrıca meşhur. Tabii Anadolu halklarını da unutmak mümkün değil. Luwileri, Hititleri ve nicelerini… Eh, bütün bunları tamamen unutmak isteyenler için, bu sayfanın takipçilerinin artık yakından tanıdığı Mezopotamya uygarlığı var! Sümerler, Akkadlar, Assurlular, Babilliler, Medler, Persler… Gider böyle.
Başka açıdan söyleyelim mi: Avrupa dışında neredeyse her yerde “medeniyet” vardı! Peki neydi o kadar geriden gelen bu küçücük (kıta da değil) bölgenin, hemen her konuda öne geçmesini sağlayan?
HÜMANİSTİZ BİZ, NE TATLI!
Bunu anlayabilmemiz için incelememiz gereken şey, insan. Evet insan. Yani kendimiz. Hatırlarsınız, son iki yazıda Avrupa’dan söz ederken, Rönesans ve hümanizm kavramları üzerinde durmuş, hümanizmin, “Ay canım benim” diye insanları sevmekle hiç ilgisi olmadığını, Dünya üzerinde kurduğumuz uygarlığın insan merkezli olduğunu kabul etmek ve insanı ona göre ele almayı anlamak olduğunu söylemiştik. Sokaktaki dilenciye para verene hümanist denmez yani, dense dense merhametli veya yardımsever falan denebilir. İnsanı, Ortaçağ’dan çıkarken keşfetmeye başlamış, hangi inanca ait olursa olsun tüm insanların aslında aynı şeylere gereksinim duyduğunu, aynı şeylerden etkilendiğini, aynı şekilde doyup aynı şekilde acıktığını vs. anlayan Avrupalı, bu bakış açısıyla şu soruya yanıt aradı: “İnsanı insan yapan nedir?”
Diyelim ki tüm insanlar sessiz. Sesimiz, çok gerekmedikçe çıkmıyor. Kedi gibi, veya ne bileyim, kirpi gibi… Konuşmuyoruz diyelim. O zaman ne dediğimiz, neye inandığımız, neyi savunduğumuz, neyi ileri sürdüğümüz de duyulmazdı. Yemek yediğimiz, yediklerimizi sindirip vücuttan attığımız, uyuduğumuz, toprağı kazdığımız vs. görülürdü ama bunu bütün insanların yaptığı da görülürdü. Ve insanla birlikte tüm diğer memelilerin aynı şeyi yaptığı da görülürdü. Yemek, uyumak, çiftleşmek, barınmak… Tüm diğer canlılarla neredeyse tam olarak aynı şeyi yapan insanı, diğer canlılardan farklı yapan neydi peki?
İNSANI İNSAN YAPAN…
Bunun yanıtı, hepimizin bildiği gibi sanatta ve bilimde yatar. Resim yapan ayı yok veya yıldızların neden parladığını araştıran penguen. Sığırcıklar birlikte çok güzel uçuyorlar ama diğer canlıları eğlendirmek için koreografi hazırlayan dansçılar değiller. Bülbüller ve bir dolu kuş harika ötüyor ama farklı seslerin olağanüstü armonisiyle oluşan bir senfonileri yok. (Duyabilen romantik kulaklar için doğada elbette harika şeyler var, o ayrı.) Nefis yuvaları var karınca veya arıların ama milyonlarca yıldır aynı şekilde yapıyorlar bunu, asansörleri veya akıllı aydınlatma ve ısıtma sistemleri, kahve makineleri vb. şeyleri yok.
TESADÜF OLAMAZ
Demem o ki insanı, diğer canlılardan ayıran sanatı (buna bağlı estetik anlayışı) ve bilimi (buna bağlı merakı) var. Yeryüzünde sanat ve bilimi olmayan topluluklara bakın lütfen. Sonra bir de olanlara… Sanatı ve bilimi olmayan ülkelerden kaçanlar, soluğu sanatı ve bilimi olan ülkelerde alıyorlar, boşuna mı? Sanatı ve bilim olmayan ülkelerde yaşayan, sanat ve bilimle yoğurulmamış insanlar da artık seziyor ve hissediyorlar, bir şeylerin çok eksik kaldığını. Doğudan batıya göç hareketinin, kaçak göçmenliğin ve buna bağlı sorunların, “internet” denen küresel teknolojik ağ ortaya çıktıktan sonra artmış olması, sizce tesadüf olabilir mi? Görülüyor, duyuluyor ve biliniyor artık her şey. “İyi”yi görüp onu talep ediyor insanlar. Ya tüm gelişmeler yıkılır ve tüm insanlık sanat ve bilim olmadan yaşamaya başlar (ki pek olası değil artık, tüm bilinçli insanları da ortadan kaldırmak gerekir) ya da bunlardan mahrum toplamlar da artık talep eder ve üretir, böylelikle tüm dünya sanat ve bilime kavuşur.
Çokuz, Ama bizi biz yapan değerleri koruduğumuz sürece insanız. Foto Ryoji Iwata
MODERNLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Avrupa ya da daha çok şey çağrıştıran diğer ismiyle Batı, işte yukarıda konuştuğumuz hümanizm ve buna bağlı gelişen Rönesans’ın ardından ciddi bir değişim geçirdi. 16. yüzyıl, artık değişimlerin, yeni ve işe yarar bakış açılarının kilometre taşı oldu. Batı, bundan önceki iki yazıda ele aldığımız gibi çok bedel ödedi. (İlgilenenler https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/ adresinden yazılara ulaşabilirler.)
Kendi geçmişimizden Osmanlı’yı ele alırsak, ki zaten başka pek seçeneğimiz de yok çünkü Osmanlı, ”Doğu” kavramı ile özdeşleşmişti asırlarca, 17’inci yüzyılın sonundan itibaren, birşeyleri yanlış veya eksik yaptığını anladı ama geç kalmıştı ve açığı asla kapatamadı. Eleştirilere çok taraflı yanıt veren kimi yazarlar, “Olur mu canım! Osmanlı’daki modernleşme çabalarını görmezden geliyorsunuz” derler. Yoo, kimse görmezden gelmiyor. Hatta kendileri olayı çok güzel gösteriyorlar: Modernleşme çabaları! Başka şekilde söyleyecek olursak, “modern diye bir şey var ama o biz değiliz, olmaya çabalıyoruz!” Düşünmek gerek, neden bir zamanlar “en iyi” iken, sonradan öylece kalakalmış bu koskoca yapı? “Ayak uyduramamak” denir bazen. Neden lokomotif olmak varken ayak uyduran olunsun ki neden bilimi üretmek varken üretilmişi takip eden olunsun ki? Ayak uyduramamak, yeni çıkan cep telefonu modelini satın alamamak gibi bir şey. Mesela bugün, halen tuşlu cep telefonu kullanmak gibi. İyi de ayak uydursan ne olacak, onu üreten olmadıktan sonra?
HEPSİNİ BATI GÖSTERDİ BİZE
Dünya, çokkültürlü koskoca bir gezegen. Ama o çokkültürlülüğü bize gösteren, gidip onları bulup çıkartan, dillerini çözen, müzelerde eserlerini sergileyen kim? Hep Batı. Bu topraklardan Batı’ya tarihî eserler götürülmüş olmasına bugün kızıyoruz ama dün kimsenin umurunda değildi ki onlar! Kim bilir tarihin hangi aşamasına tanıklık etmiş koskoca antik kentler “harabe” idi bizim için ve taşlarını söküp her türlü inşaatta kullanmak mubahtı! Kendi ellerimizde verirdik “ecnebilere”. Padişah mührüyle! Dünyanın bütün eski medeniyetlerini, haritada bulamadığımız, kıta olup olmadığını tartıştığımız o küçücük Avrupa’dan gelen “bilim” insanları bulup çıkardı ortaya. Avrupalı olmayanların kılı kıpırdamadı. Bugün Sümer’i, Hitit’i, Troya’yı, Babil’i, Mısır’ın piramitlerini, hiyerogliflerini, İnkaları, Mayaları biliyorsak Avrupa bilimi ve “merakı” sayesinde.
BİZ YIKTIK!
Doğal bilimleri geliştirmek, öğrenmek ve öğretmek için ortaya çıkan İngiliz Kraliyet Cemiyeti’nin kuruluş tarihi kaç biliyor musunuz: 1660! Jeoloji, coğrafya, biyoloji gibi cemiyetleri yazmıyorum bile, yerim doldu. (Neden bütün dünya İngilizce konuşuyor sanıyorsunuz?) Bizde de, görkemli Uluğ Bey ekolünden gelen Taküyiddin isimli “bilim insanı”, İstanbul Tophane’de III. Murad döneminde gelişmiş bir rasathane kurmuştu. 3-4 sene faaliyette kalabildi ve 1580’de, başta Şeyhülislam Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi ve bazı paşaların tahrikiyle yine III. Murad’ın emriyle yıkıldı o rasathane. Yerle bir edildi. Gerekçesi, gökyüzünü inceleyip Allah’ın işine karışmak!
Mısır uygarlığı da Batı'nın ortaya çıkardıklarından. Foto Spencer Davis
SAÇMALAMADAN ÇALIŞMAK GEREK
Bugün, başkasının geliştirdiği teknolojiye “ayak uydurarak” satın aldığımız cep telefonumuz, Dünya’nın yörüngesinde dönen uydular sayesinde çalışıyor. Yani gökyüzünü inceleyenlerin bilimi ile. Dünya, Kopernik’i, Galileo’yu tanıyor ama Takiyüddin diye birini ancak bilim tarihini inceleyenler bilir. Adamın eserini yerle yeksan etmeselerdi belki de onun adı yaşıyor olacaktı bugün küresel kitaplarda.
Bütün canlılar yiyip içip ürüyor. İnsan, bilim ve sanatla insan oluyor. Ben, ineklerden farkım olduğuna inandığım için sanatın her türlüsünden zevk almaya bakıyorum ve bilimi elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Bunları yapamadığım noktada da hiç olmazsa sanatçıya ve bilim insanına saygı göstermem gerektiğini çok iyi biliyorum.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
ISINIYORUZ
Aramızda, “Eyvah soğuklar mı geliyor?” diye endişe edenler olmuştur. Ne zaman gelirler bilmem ama önümüzdeki birkaç gün yanımıza yaklaşamayacakları neredeyse kesin. Yine 30’larda gezinen bir sıcaklığa çıkıyoruz ve son derece keyifli bir hafta sonu bizi bekliyor. Rüzgâr yok denecek kadar az ve genelde Güney Marmara için güneyli havalar. Ama o kadar az ki, dönüp durmasını beklemek gerek. Yağış da beklenmiyor. Gezip hava almak için güzel bir zaman kısacası. Deniz suyu 21-23 santigrat derece arasında. Kalın sağlıcakla.
Paylaş