Paylaş
Truva atını şehrin içine alan Troyalılar. Yağlıboya, Giovanni Domenico Tipeolo, 1773. Böyle bir atı yapmış olamazlar tabii. Kaynak Vikipedi.
Geçen haftaki “İhanet” yazısında söz vermiştim, tarihin en şanlı ve ünlü savaşlarından (gerçekliğinden yüzde yüz emin olamasak da) biri olan Troya Savaşı’nın sonunu belirleyen farklı bir ihanet biçimini ele alacağız. Her şeyden önce hemen belirtilmesi gerekir ki, Çanakkale Hisarlık’ta yer alan bu tarihî değeri büyük antik kentin adı “Truva” değil, “Troya”. Yazılışı Troia ve Troya okunmalı. Fransızlar “oi” harflerini “uva” diye okudukları için, Truva okumuşlar, tam da ülkede Fransızca ekolünün ağır bastığı bir döneme denk gelen bu söyleyiş biçimi yayılmış, kendi ülkemizdeki bir antik yerleşim yerinin adını Fransızca okumaya ve söylemeye başlamışız. Truva değil, Troya; meşhur tahta at da Truva Atı değil, Troya Atı.
SANKİ GERÇEK
Homerik dönemden bir balta. Bence çok güzel.
Öncelikle, Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarından bildiğimiz bu savaş gerçekten oldu mu? Arkeolojik veriler son zamanlarda epey destekler oldu bu Homerik iddiayı ama bir savaşa işaret eden bulgular olmasına rağmen, destanda adı geçen kahramanların, savaşçıların, kral ve prenslerin gerçekten yaşamış tarihsel karakterler olup olmadığı halen netleşmeye muhtaç. Ama bizim bugünkü işimiz, bildiğimiz haliyle olaylardan ibret almayı kolaylaştırmak. Troya Savaşı’nı gerçek kabul ediyor, yazılıp anlatılanlar üzerinden bugüne uzanan dersimizi almayı görev biliyoruz. Zira dün yaşananlar, bugünü anlamayı ve yarına bakmamızı kolaylaştırır.
SAVAŞIN OLDUĞU TARİH
Troya antik kentinden bir kesit
Ne zaman oldu bu Troya Savaşı? Homeros’un metninde geçen güneş tutulması gibi göksel olayları içeren ipuçlarını değerlendiren bilim insanları, yaptıkları hesaplamalara göre Savaşın tarihini (daha doğrusu Troya’nın düşüşünü) MÖ 1188 olarak belirlediler. Geçenlerde izlediğim çok yeni bir belgesel, tarihin MÖ 1177 olarak kesinleştiğini söylüyordu. Arada 11 yıl var, büyük sorun değil. Savaşın kendisinin zaten 10 yıl sürdüğü düşünülürse, çok makul bir sapma. Ben, son bilgiye direnip 1188 olarak kabul etmeyi sürdürüyorum. Bu konuda belgesel yerine yeni bir bilimsel yayın okuyup ikna olduğumda kabulümü değiştirmeye elbette hazırım. Evet aklın yolu birdir ama o yol da zaten doğruların değişebileceğini, mutlak doğru diye bir şeyin olmadığını söyler. Bu arada hemen belirtelim, Troya, Destana konu olan dönemden (Homerik dönem) yaklaşık 2000 (iki bin) yıl önceden beri insanların yaşadığı bir yerleşimdi.
HOMEROS ZAMANI
Muhtemelen böyle bir yerdi Troya
Peki neden oldu Troya Savaşı? Homeros’a ve sonrasında boşlukları tamamlamamıza yardım eden Apollodoros’a inanacak olursak, tamamen “kız meselesi”. Anlatıcı değil tarihçi olan Herodotos da konuyu bu şekilde ele alır. Elbette Homeros bir anlatıcı veya bir ozan olduğu ve popüler olan anlatıların içinde de gizem, tanrılar, doğaüstü güçler vs. olması gerektiği için gerçekle masalı olabildiğince birbirine karıştırmış, muhtemelen destanımsı özelliklere zaten sahip olmuş bir savaş anlatısını, iyice mitolojik bir hale getirmiş. Homeros, MÖ 9. yüzyılda yaşamış biri. Yaklaşık MÖ 850-800 sularında. İzmirli bu arada. Olası gerçek Troya Savaşı ile onu anlatan ozanı arasında 300 yıl gibi bir zaman var. Çok da fazla sayılmaz.
BİR KIZ MESELESİ
Nedir o kız meselesi peki? Efendim, Troya Kralı Priamos’un iki oğlu var. (Başka oğulları da var ama konumuzun kahramanı bu ikisi.) Biri oldukça efendi ve tahtın varisi oğlu Hektor, biri de bir baltaya sap olamamış, kadından kadına koşan oğlu Aleksandros, nam-ı diğer Paris.
Antik Yunan döneminde, bugün Mora Yarımadası olarak bildiğimiz bölgede Sparta adı verilen bir ülke var. Malum, antik çağlarda öyle Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan gibi ülkeler yok, şehir devletler var, komşu şehirleri de kendilerine katıp biraz büyüyorlar, genişliyorlar, o kadar. Sparta’nın bir kralı var o zamanlar, Menelaos. Karısı da genç ve çok güzel olduğu söylenen Helene. Çapkın Aleksandros (Paris), bir ziyaretten dönüşte, gönlünü kaptırdığı Helene’yi, yani kralın karısını kaçırır. Rivayetler çeşitli. Kimilerine göre Fenike’ye götürdü önce Paris onu, kimilerine göre Mısır’a. Ama önünde sonunda Troya’ya götürdüğü aşikâr.
NAMUS MESELESİ!
Elbette karısı kaçırılan Menelaos deliye döner. Belli ki Helene zorla kaçırılmamış, gönüllü olarak gitmiştir. Homeros ya da diğer kaynaklar, Menelaos’un nasıl bir koca olduğunu, karısının neden başka bir erkekle kaçmayı tercih ettiğini anlatmazlar. Çünkü Troya zamanında da toplum erkek egemendi, Homeros zamanında da, değişmekte olsa da bugün de.
Paris Helene’yi Troya’ya getirir ama ağabeyi Hektor ve babası kral Priamos dâhil herkes çok rahatsızdır durumdan, hiç de hoş karşılanmaz çapkın oğlan. Zaten Hektor da ona “Irz düşmanı” der. Yunanların, yani Spartalılar, Atinalılar ve diğerlerinin Troya’da eskiden beri gözü vardır, aradıkları fırsat da ayaklarına gelmiştir. Neden gözleri vardır Troya’da? Çünkü Troya, söz konusu dönemde Hitit Uygarlığı’na dâhildi. İki ismi vardı kentin, Troas ve Wilusa. Homeros’un destanı “İlyada” ismini bu Wilusa’dan alır çünkü Ilion, bu çok eski Anadolu dili olan Luvicedeki “Wilusa”nın asırlar sonraya aktarılmış ve Yunan dilinde yuvarlanmış halidir. (Homeros yazdı diye Troyalıları Yunan sananlar çok. Hayır Yunan olsalar ne olacak ama doğrusunu bilelim, Anadolulu onlar.) Elbette Hitit Uygarlığının zenginliği, Troya’nın da parıldamasını sağlamıştı ve o dönemde henüz Yunan (Helen) bölgesindeki şehir devletlerinde yaşayanlar için rüya gibi bir konfora, lükse sahipti. Şahsen ne işe yaradığını halen tam anlayamadığım parlak sarı şey altın, Troya’da da boldu, ki yapılan kazılarda bolca altın takı ve eşya bulundu son iki yüzyılda. Bir de stratejik konum var tabii. Bugün olduğu gibi o gün de uluslararası ticaretin en önemli yollarından Çanakkale Boğazı’na hâkim olmak az şey mi? Zengin ülkeler, her zaman fakir ülkelerin önce dikkatini sonra da öfkesini çeker. Bugün de…
10 YIL SÜREN SAVAŞ
Fırsat bu fırsat, üzgün ve öfkeli kral Menelaos, Yunanların, ki destanda topluca “Akhalar” olarak geçerler, bütün askerî gücünü bir araya getirip, kendisinden daha büyük bir kral olan Agamemnon’un önderliğinde bir intikam seferine önayak olur. Yüzlerce gemi Troya’nın sahiline binlerce savaşçı çıkartır. Bitmek bilmeyen muharebeler, Troya’yı zayıflatmaz çünkü çok sağlam, çok güçlü duvarları, surları vardır.
Savaş, tam 10 yıl sürer! Evet tam on yıl. Bu arada Anadolu’da hangi medeniyet varsa hepsi Troya’nın yardımına koşar. Yunanlar bıkar artık kuşatmadan. Çekip gitmeye, evlerine dönmeye karar verirler. Fakat tam bu sırada, İlyada’nın ikinci bölümü olan Odysseia’nın kahramanı olan kurnaz Odysseus’un aklına bir fikir gelir: O meşhur tahta at.
TANRIÇAYA HEDİYE
Ustalara sipariş edilir tahta at. Tahta deyip durmanın da anlamı yok aslında. O zamanlar fiber teknolojisi yok, taştan at da zor olurdu biraz, amaca hizmet etmezdi. Olası tek malzeme, ahşaptı elbette. İki yandan açılan, içi insan alabilen irice bir at, İda’dan, yani bizim Kaz Dağları’dan kesilen ağaçlar ve sökülen birkaç gemi sayesinde kısa sürede hazırlanır. Aradan geçen on yılın verdiği yılgınlık, Troyalılarda da vardır. Akhalar, atı yapıp bırakırlar, çadırlarını yakarlar ve gemilerle çekip giderler. Tabii atın içine, söylenene göre 50 kadar cesur adam sokulmuştur. Atın üzerine, “Yunanlar, eve döndükleri için bu şükran sunusunu Athena’ya adadılar” gibi bir yazı yazmışlardır. Yani, “Çok şükür eve dönüyoruz, bitti bu çile. Bu at da Athena’ya adağımız olsun” gibi bir anlamı var bunun.
NE YAPACAĞIZ BİZ ŞİMDİ BU ATI?
Atı bulan Troyalılar ilkin ne yapacaklarını şaşırırlar. Karşılarında koca bir at! “Ne yapacağız bunu?” Tartışma çıkar. Kral Priamos’un kızı Kassandra, zaten bilinen öngörü ve sağduyusuyla, atın içinde silahlı adamlar olabileceğini söyler! Kentin kâhini Laokoon da onu onaylar. Bunları duyan bir kısım Troya ileri geleni atın yakılması, bir kısmı da uçurumdan aşağı atıp kurtulmaları gerektiğini söyler. Ama ne yazık ki geri kalanlar, “Bir tanrıçaya (Athena tanrıçadır) sunulmuş bir hediyeye zarar veremeyiz. Sonra tanrılar bizi cezalandırır. (Günah demenin başka türlüsü.) Tanrıları gücendirir, başımıza belaları çekeriz. Nasıl olur da tanrıçaya adanmış bir sununun yok edilmesini önerirsiniz!” der ve baskın çıkarlar.
BAĞNAZLIK SURLARI DELDİ!
Greklerin tam on yıllık kuşatmasına dayanan, kayıpları olsa da ayakta kalan ve gayet başarıyla direnen güzeller güzeli Anadolu kenti Troya, tarihin en büyük hatalarından birini yapar ve atı şehrin içine alır. Hitit belgelerinde adı geçen, dolayısıyla Assur’a, Mısır’a ve Gürcistan’a kadar geniş bir uluslararası ticaret ağının zengin parçası olan, kültürün, estetiğin, sanatın değerlendiği kadim kent Troya, bağnazlık ve batıl inanç sayesinde, içi kendisini yok etmek için hazır bekleyen casuslarla dolu bir tuhaf nesneyi koynuna alır.
YAŞASIN GİTTİ DÜŞMAN. GİTMEDİ Mİ?
Tabii düşmanın çadırlarını yakıp gitmesini, büyük bir sevinçle karşılayan Troyalılar, çılgınca kutlamaya girişirler. Ne de olsa 10 yıllık bir çile sona ermiştir ve artık herkes rahat bir soluk alabilir. Aldıklarının, son solukları olduğunu bilmemektedirler henüz. Çünkü atın içinde silahlı 50 adam sabırsızlanırken, gittiğini sandıkları Yunan filosu ise Tenedos’un, yani bizim Bozcaada’nın arkasında sessizce sözleşilen vakti beklemektedir. Troyalılar kafayı bulur, dans ve savaşın bitmesinden kaynaklanan rehavetle kendilerinden geçer ve gece herkes horul horul uyur.
Atın içindekiler sessizce dışarı çıkar, kentin kapısını açar, karanlığın örtüsüne sığınıp Bozcaada’nın arkasından çıkmış gelmekte olan donanmaya ateş yakarak işaret verir. Binlerce Yunan, bir anda kente doluşur ve bulabildikleri herkesi kılıçtan geçirir. Troya cayır cayır yanar, yok olur. (Bilgisayarlara aşina olanlar, en klasik virüs yönteminin adının Trojan/Troyalı olduğunu duymuşlardır. Bir dosya yüklenir bilgisayarınıza ve içinden bir sürü virüs çıkar. Nedeni de işte budur.)
SELAM OLSUN
Burada, geçen hafta ele aldığımız Antakya’nın düşüşünde olduğu gibi bilinçli bir ihanet söz konusu değil elbette. Ama hurafelere, dinsel bağnazlığa saplanıp kalmanın nasıl bilinçsizce ihanete dönüşebildiğini daha güzel anlatan bir örnek de yok. O yüzdendir din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması zorunluluğu. O yüzdendir gücünü akılla oluşturulmuş yasalardan, bilimden, sanattan alan toplumların dik duruşu. O yüzdendir hurafelerle, batıllarla yaşayan toplumların bir türlü burunlarının pislikten kurtulamayışı. O yüzdendir, “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün yoluna sevdamız. Adı geçmişken, Çanakkale Savaşı’nın ardından “Truva Savaşı’nın öcünü aldık” diyen Atamızın ne büyük, ne donanımlı biri olduğunu da hatırlamış olalım. (Evet o da Truva derdi, Fransızca ekolünden olduğu için.) Selam olsun akıl ve bilimi baş tacı edenlere.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
SICAK VE KURAK
Hava şartlarında önemli bir değişiklik yok gibi görünüyor. Epey sıcak, rüzgâr standart meltem formunda. (Yani Marmara’da poyraz, öğleden sonra güçlenir, sonra soluğu kesilir.) Yağış beklenmiyor ama beklemediğimiz yağışların gelmesini umduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Marmara’da haziran ayında geçen yıla oranda dörtte bir oranında azmış bu sene yağışlar. Farkındaysanız, sadece bizde değil tüm Batı Avrupa’da cayır cayır orman yangınları çıkıyor. Kuraklık baş gösterdi. Ormanlar azaldıkça soluduğumuz havanın kalitesi de yavaş yavaş düşüyor. Yağış olduğunda artık sel oluyor, ıslatıp bırakmıyor. İklim değişti! Ama ülkeler, bu giderek kötüleşen durumu hâlâ umursuyormuş gibi görünmüyor, hâlâ herkes daha çok kazanç peşinde. O parayı yiyecek bir dünya kalır umarım. Sağlıcakla…
Paylaş