Paylaş
Aynı güneşin altında, topraktan beslenip günışığıyla hayat buluyoruz. Foto Kent Pilcher-Unsplash
Bugünü anlayabilmek için dünü çok iyi bilmek, öğrenmek gerektiği çok açık. Dün derken eskiden, geçmişten, binlerce, on binlerce yıl öncesinden söz ediyorum. Aksi halde yaşadığımız veya hayatımızda olan her şeyi kısa vadeli bir geçmişe bağlayıp, öncesini yok sayma gafletine düşmek çok mümkün ve zaten sık sık da bu hataya düşüyoruz. Örneğin, “Çok ilginç! Marmara’da müsilaj oldu… Herhalde geçen bazı gemiler buna sebep olmuştur” deyip, yıllardır güzelim denize ettiğimiz zulmü görmezden gelir, teşhisi doğru koyamadığımız için de tedaviyi yapamaz, hastayı kaybederiz. Sadece günlük hayatta değil, toplumların kültürel yapılarında da böyledir bu. Bugün yaşadığımız veya uyguladığımız hemen her şeyin altında çok ama çok eski alışkanlıklar olduğunu bilmemiz gerek. Bu sayfanın okurlarıyla zaten bu konuda sık sık sohbet ediyoruz. Bugün de öyle devam edelim ve gözlerimizi, uzun zamandır üzerinde durduğumuz toplumlar arası kültürel alışveriş konusunun bir başka merkez noktasına çevirelim. Ama bunu yaparken çok sağlam bir gözlük takmak bile işe yaramaz, en iyisi isli cam veya özel yapılmış bazı gereçler kullanmak. Çünkü gözümüzü Güneş’e çeviriyoruz.
NEDEN TAPMAK İHTİYACI?
Kültepe'de bulunan Assur mührü. Ortadaki güneş ve altındaki hilale dikkat.
Düşünelim bir. İnsanoğlunu en ilkel zamanlarından itibaren inanç sistemleri, tanrılar, doğaüstü güçler vs. icat etmeye yönlendiren neydi? Neydi Göbekli Tepe’yi, Hattuşaş’taki, Nevali Çori’deki, Anadolu’nun her yerindeki, Sümer’deki, Mısır’daki, İndus Vadisi’ndeki (Hindistan), Güney Amerika’nın kadim topraklarındaki ve daha akla gelebilecek pek çok yerdeki binlerce tapınağın yapılmasını sağlayan? İnsanları motive eden neydi? Neden ille de tapmak istediler? Neden onca emek, enerji, zaman, para (o dönemki ödeme biçimi neyse) harcayarak dev anıtlar yaptılar? Neydi onları buna iten?
CEVAP BULAMAYINCA…
Her şeyden önce bilmek ihtiyacı... Her ne kadar günümüzde “merak”, sadece “ileri” toplumların bir unsuru olarak görünse de aslında insan, en başından beri her şeyi merak ediyordu. (Bugün dünyanın ekonomik/sosyal durumuna şöyle bir bakın. Üretmeden tüketen veya tüketmek için bile kaynak oluşturamayan toplumlara. Ortak özelliklerinin merak eksikliği olduğunu göreceksiniz. Merak eden toplumların ürettiklerini tüketip, merak edenlerin teknolojilerini kullanarak hayatlarını sürdürürler. Merakla ve merak edenlerle alay eder, onları yeri gelir taşa tutar, merakla ilgili çirkin sözler icat eder ama üretmek, daha fazlasını öğrenmek ve gelecek nesiller adına uygarlık binasına bir tuğla daha koymak için en küçük bir çaba harcamazlar. Büyük olasılıkla Göbekli Tepe’nin o tonlarca ağırlığındaki taşlarını dikip insanlık tarihinin ilk anıtsal tapınağını inşa edenleri uzaktan seyrederken, “Ülen bunlar manyak ha, işleri güçleri yok, nelerle uğraşıyorlar!” diyen birileri olmuştur.)
NASIL BİR SİHİRDİ?
Evet doğru, her şeyi merak ediyorduk ama yanıtları kim verecekti? Yoktu ki yanıt ve onu ortaya koyacak bilgi. Şimşek neden çaktı, önümüze neden yıldırım denen şey düştü, neden vahşi hayvanlar az önce annemi yedi, yağmur nasıl yağıyor, yer nasıl ve neden sallanıyor, bitkiler nasıl ölüp ölüp diriliyor, yapraklar nasıl düşüp düşüp yeniden yeşeriyor, yerden çıkan bir koca gövde nasıl oluyor da bize muhteşem lezzetli meyveler verebiliyor?.. Nasıl bir sihirdir bu?.. Ama hepsinden önemlisi, en önemlisi de biz neden ölüyoruz? Öldükten sonra ne oluyor? Böyle rastlantısal yollarla ölüyorsak, yaşamamızın anlamı ne? Gibi gibi daha milyarlarca soru…
Çok fazla soruya karşın hiç bilgi yoksa, yanıtın da olmayacağı düşünülebilir ama insanoğlu bunun çaresini inançla buldu. Yıldırım düştü; neden düştü? Eğer bilmiyorsan havadaki elektrik yükünü vs., söyleyebileceğin tek şeydir, ona bilmediğimiz, görmediğimiz doğaüstü bir gücün sebep olduğu. İşte böyle böyle gelişti o tanrılar, çeşitlendi, suyunki başka oldu; havanınki başka, yerin ve yeraltının başka… Ölülerimizi toprağa gömüyorduk, o halde yeraltı dünyası, ölüler dünyasıydı. Oranın da ayrı tanrısı vardı. Tanrıların yardımcı tanrıları çıktı sonra ortaya. Giderek, bütün sorular yanıtlanır olmuştu. Uydur uydur söyle: “Çiçekler nasıl açıyor anne?” “E Bereket Tanrıçası var ya yavrucuğum, o yapıyor işte.” “Haa, tamam o zaman. Peki şimşek neden çakıyor?” “Göklerin Tanrısı bir şeylere kızmıştır mutlaka. İnsanlar tanrılara saygısızlık yapmadan duramıyorlar ki. Hemen gidip adak sunmak gerek.”
İNSAN DA KURBAN EDİLDİ
İnsanları şaşırtan, korkutan, sevindiren her şey doğadandı. Zaten dışında olabilmesi mümkün mü? O yüzden doğanın her unsuru, ayrı bir tanrısal başlık altında toplandı. Ve tanrıları memnun etmek için, gerektiğinde onları teskin etmek, gerektiğinde bağlılık belirtmek için kurbanlar sunuldu. Çok kan aktı çok. İnsan kanı da... Anadolu dâhil dünyanın pek çok yerinde insan kurban törenleri düzenlendiğinin kanıtları var. Kansız kurbanlar da oldu tabii. Çiçek, meyve, şarap vs sunuldu tanrılara. Kan, şarap veya başka sıvılar tanrılara sunulurken/adanırken bazen bir kaba, bazen yere döküldü. Daha önce konuşmuştuk, libasyon denen şey oydu işte. Türklerde “saçı” denen şeyle aynı. Müzelerde “libasyon kapları” görürsünüz. Bu işe yararlar.
GÖKYÜZÜ HER ŞEYİN SEBEBİ
Neyse, on binlerce yıl süren bir geçiş dönemini, bir iki paragrafla ancak bu kadar anlatabilirdim sanırım. Atladığımız şeyler çok ama ana hatları böyle. İnsanın algısı yüksektir. Kendisini korkutan ama aynı zamanda yaşamasını sağlayan pek çok unsurun gökyüzüyle ilişkili olduğunu hızlı kavradı. Yeryüzünde olan bitenlerin önemli kısmı da gökle ilgiliydi. Mesela bitkilerin kışa girerken ölmesi ve yaza girerken yeniden canlanması, büyük olasılıkla gökyüzündeki olaylarla, güneşle, yağmurla ilgili olmalıydı.
Henüz kontrol edemediği dönemde vahşi hayvanlardan çok çekmişti insan. Aslan, kaplan, leopar derken, canlı canlı yem oluyordu onlara. Ve kontrol edemediği diğer her şeyler gibi, yani tıpkı yıldırım gibi, şimşek gibi, deprem gibi vahşi hayvanların da doğaüstü güçlerin insanı çekip çevirme araçlarından biri olduğunu düşündü. Anadolu höyüklerinin büyük kısmında, Göbekli Tepe’de, Nevali Çori’de ve daha pek çok başka yerde vahşi hayvan, kedigil tasvirlerinin yeri bu nedenle önemlidir. Ve gökler, onları da etkisi altında tutuyordu.
BOĞANIN GÜCÜ
Sonradan boğanın, tüm etçil vahşi hayvanları püskürtebildiğini de gördü ve boğayı bu nedenle gök tanrıların sembolü haline getirdi. Gök gürlemesi boğanın böğürtüsünü andırıyordu işte, daha açık kanıta gerek mi vardı? Ama bir de içimizi ısıtan, varlığıyla hayatı aydınlatan, yokluğuyla en korkunç karanlıklarda kalmamıza sebep olan güneş vardı. Güneş, apaçık bir nesneydi işte. Belki de tüm tanrıların en görüneniydi. Ve o da bizi görüyordu! Doğumundan batımına kadar bütün insanlığı gözlüyor, gece olunca hoşuna gitmeyen şeyler yapan insanlara vahşi hayvanlarını musallat ediyordu.
Ama güneş, toprağın ekinlerinin de canlanmasını, yeniden doğmasını sağladığı için, insanın doğuranı, can vereni nasıl kadınsa, o da ayın nedenlerle kadın olmalıydı. İnsan, gördüğü her şeyi, bildiği nesne ve varlıklarla açıklamak zorundaydı, başka şansı yoktu. O yüzden bütün tanrılar insanlara benzedi. Güneş, tanrıça oldu. Gök tanrı erkek, Güneş tanrıça kadındı. Gök boğa idi, Güneş de bildiğimiz disk. Hitit güneş kursuna bakınız lütfen. Güneş diski zaten belli de, altında boğa boynuzları göreceksiniz. Ama gördüğünüzün boynuz olduğundan emin misiniz acaba?
GÜNEŞ VE HİLAL
Tanrıların en görüneni Güneş dedik ama söylememiz gerekir ki, gök tanrıyı temsil eden boğa da zaman zaman görünürdü. Ayda iki kez, birkaç gün boyunca boğanın boynuzu gökte asılı kalırdı. Hilal deriz biz, Akkadca “ellu”dan gelir, onlar boğanın boynuzları derdi. Aslında boğa boynuzu ile hilal şeklinde ay tam olarak aynı şeydi. Şimdi Hitit güneş kursuna bir kez daha bakalım. Eğer güneş kursu bizi ikna edemezse, o zaman Kültepe/Kaneş’ten çıkartılan Assur mühürlerine göz atalım. Onlarcasında farklı tanrılar, rahipler, tapınan sıradan insanlar var ama hepsindeki tek ortak nokta, güneş diski ve altındaki boynuz-hilaldir. Baş tarafta bir tanrı oturur, insanlar ve rahipler ona saygılarını sunar vs ama güneş-hilal ikilisi hep oradadır. Hilalin giderek büyüdüğü, güneşin de bir küçük yıldız boyutuna indirgendiği artan sembolizmin bugün şanlı bayrağımızda varlığını koruduğunu hepimiz biliyoruz da, bu kadar köklü bir geçmişe sahip oluşu, kimimizin dikkatinden kaçmış olabilir.
ÇOK ESKİ, ÇOK
Dünyanın en güzel bayrağında hilal ve yıldız. Kökü çok eskilerde.
Başka bazı ülkelerin bayraklarında da ay-yıldız olduğunu söyleyebilir, Türkiye Cumhuriyeti’nden önce de ulusumuzun bayraklarında aynı motifin farklı tasarımlarla bulunduğunu düşünebilirsiniz. Haklısınız elbette. Güneş ve ayın tanrısal figürler olarak varlıklarını binlerce yıldır koruduklarını biliyoruz. Hititlerden önce de vardı Anadolu’da bu sistem ve Anadolu’ya Mezopotamya’dan gelen Assurlularda da. Yani neredeyse insanlık kadar eski denebilir. Başka uluslar tarafından benimsenmiş olması da son derece normal bu nedenle.
ARİNNA’NIN GÜNEŞ TANRIÇASI
İnsanın ona binlerce yıldır yüklediği anlamlardan habersiz, yanıp duruyor küçük yıldızımız. İyi ke yanıyor. Foto NASA -Unsplash
Hitit güneş tanrıçasının tam adı Arinna’nın Güneş Tanrıçası’dır. (Arinna, Hitit kendi Alacahöyük. Eskiden tanrılar kentlere göreydi ama bütün Hitit ülkesi, bu tanrıçayı bildi. Tıpkı Sümer’de İnanna’nın da bir kenti olmasına rağmen bütün ülkenin tanrıçası olması, sonra da bütün dünyaya, İştar, Afrodit, Venüs diye yayılması gibi. Tabii daha hiçbiri yokken, Anadolu’nun neolitik yerleşimlerinden çıkan ana tanrıça figürünün, bunların hepsinin kaynağı olduğu da artık kabul edilen bir gerçek.) Arinna’nın Güneş Tanrısı’nın Hattice bir unvanı da “Wurunşemu”dur. Anlamı, “Toprağın Anası”. (Alıntı, Stefano de Martino, Din ve Mitoloji, Hititler, YKY, 2013) Yani Güneş gökte dolaşsa bile yeryüzüyle olan bağlantısı ve girift ilişkisi, Anadolu’da son 5 bin yıldır biliniyor, belgeli.
Daha anlatacak çok şey var ama yerim bitti. Dünyanın pek çok yerinden pek çok dua bulunabilir örnek olması için ama vatandaşlarımız Hititlerin, Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na yapılan bir methiyesi ile noktalayalım:
“Sen, Arinna’nın Güneş Tanrıçası, saygı duyulan bir tanrısın.
Saygı görüyor adın, adlar arasında.
Tanrıçalığın tanrılar arasında saygın.
Çok da yücesin, Arinna’nın Güneş Tanrıçası.
Senden daha çok saygı duyulan ve daha yüce olan başka tanrı yok.
Adilce yargılayan hükümdarsın.
Gökyüzünde ve yeryüzünde bağışlayansın.
(…..)
Arinna’nın Güneş Tanrıçası, merhametli bir tanrısın.
Şefkat dağıtıyorsun. (…..) ” (Alıntı, H.Uhlig, Avrupa’nın Anası Anadolu, Totem Yay.2020)
ARTIK CEVAPLAR VEREBİLİYORUZ
O dönemde Hititler, komşuları Mitanni’de, Hurriler, öncelleri olan Hattiler, güneyde Assurlular, yine güneyde Mısır, batıda Lukkalılar, Ahiyavalılar, Aşşuvalılar, Ege ve Akdeniz uygarlıkları… Hepsi de güneşe benzer şekillerde değer veriyordu. O gün de hepsi aynı güneşin altında yaşıyordu, bugün de biz aynı şekilde yaşamayı sürdürüyoruz. Evet bugün hiçbirimiz Güneş’e tapmıyoruz ama ona hayatımız dâhil çok şey borçlu olduğumuzun farkındayız. Yarın neler düşüneceğimizi, neler hissedeceğimizi ise hiçbirimiz bilmiyoruz. Biz değişiyoruz, çünkü öğreniyoruz, biliyoruz. Aynı güneşin altında evrilmeyi sürdürüyor, artık pek çok soruya gerçek cevaplar verebiliyoruz.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
SICAK VE NEMLİ
Hava sıcaklıklarında önemli bir değişiklik beklenmiyor. Yağış da beklenmiyor ama hafta sonu boyunca Marmara’nın üzerinde, Karadeniz’in batısında bir grup yağmur olasılığı bulunan bulut kümesi dolaşıp duracak. Yazının hazırlanmasıyla belirtilen tarihler arasında geçen sürede tahminler değişir mi, yağış olasılığı Marmara’yı içine alır mı, yaşayıp göreceğiz. Rüzgâr zayıf ama kıyıya yakın bölgelerde toprak ısındıktan sonra eseceği zaten malumumuz. Sağlıcakla kalınız.
Paylaş