Paylaş
Elbette güzel giyinirdik.
Müthiş bir opera binası düşünün; kotla da gidilmez ki...
Bilet bulmak çok zor olurdu.
Ama akıllı baba, çok önceden düşünmüş olurdu bu işleri.
Almış biletleri locadan.
Kızı çenesini rahatça balkon mermerine yaslayıp seyredebilsin diye.
Etrafta bir Chanel 5 kokusu hâkim.
Perde açılmadan duvarlardaki gravürler çoktan harekete geçmişler.
İşleri çok zor değil; sadece bizleri büyülemek.
Evet bir insanı büyülemek zor ama bina böyle görkemli olunca bizlerin de büyülenesi geliyor.
Bina bina değil, bir başyapıt.
Vee sonunda perde açılıyor.
Dekor ve ışık ilk dakikalarda sanatçılardan rol çalıyor.
Heyecandan, klasik ahşap koltuklarımıza yaslanıp oturamıyoruz.
Her şey öylesine etkileyici.
Orkestranın çaldığı müzik, kaynağından bize yumuşakça çarpıyor, bizden geçerek sahneye ulaşıyor.
Öyle hissediyoruz.
Sahnede ne var ne yoksa seyircilerin enerjisine ihtiyacı var.
Tek yapabileceğimiz alkışlamak.
İlk perde bitiyor, biz o tek yapabileceğimizi yapıyoruz. Alkışlar hızla yağan yağmur gibi...
Tekrar yanan ışıklar bizleri uyandırıyor.
Kızımın yüzünde bir tebessüm ve büyülenme hali...
Ne güzel işte, bazen böyle hayaller kuruyoruz.
İşin acı tarafı sadece hayallerde bunları yaşayabiliyor olmamız.
İstanbul’da neden sembol bir opera binamız yok?
Neden İstanbul Devlet Opera ve Balesi yeni sahnelediği Kuğu Gölü için bir sahne bulamasın?
Kongre salonlarımız var ama büyük eserleri kaldıracak sofitası olan, orkestra çukuru bulunan bir büyük sembol sahne İstanbul’da yok.
“Millet yiyecek ekmek bulamıyor, ne sahnesinden bahsediyorsun” diyenler çıkacaktır.
Bu soruyu ayrıca cevaplamak isterim. Ama bir ‘merkez’ sahne olmaması bana şöyle bir çağrışım yapıyor:
Bana göre ‘kaybolmuşların şehri’ haline dönüşüyor İstanbul.
Çünkü şehrin sembolü bir opera binası yok.
Avrupa başta olmak üzere bütün dünya, şehrin kerteriz noktasını opera binasından alır her zaman.
Yüksek ve tarihi bir bina olmasına rağmen bir Eyfel kulesinden almazlar mesela.
Opera binası neredeyse, sağından git, soluna geç, arkasında derler.
Ve buna hiç alışık olmayan bir İstanbul halkı var. Hiç bunu duymamış olan…
“Opera binasının 100 metre sağındaki yoldan gidersen ulaşacaksın” lafı yok.
Zaten sanat evi dediğimiz şey de bir enerji. Enerji evi.
Bırakın bir başyapıt olmasını, enerjinin yaşadığı bir yer.
Enerjinin çıkış noktasından bir kerteriz noktamız olmadığı için kaybolduk sanki… Yaralayıcı...
“Ekonomik zorluklar içinde tüm bunlar ne ifade eder” sorusuna kısa bir örnek vermek isterim:
İhtilaller açlıktan doğar.
Yıl 1917; Rus ihtilali zamanı.
Bolşevikler ayaklanıyor.
Çarlık Rusya’sı düşüyor.
O zamanın simgesi, sonrasında sadece asker çağrıştıran ‘postal’. Başa Lenin geçmiş.
Ve Bolşevikler; "Sanatçılar aristokratlara hizmet ettiler, onlar da postal giyecek" diyorlar.
Baştakinin kararı önemli.
Kurduğu cümle aynen şöyle: "Biz sanatçıların postallarına elmastan çiviler çakacak kadar zengin bir ülke değiliz."
Hareketin yönünü değiştiriyor.
Sözün özü o ki, buluşma noktası sanat ortamları üzerinde oluyor.
Dünya Savaşı zamanında bile oralardan tekrar enerji almak yolunu seçiyorlar.
O binaları, sanat yapılabilecek ortamların hakkını vererek tekrar inşa ediyorlar.
Zaten binadan söz ediyoruz.
Her ülke içeride sanatını icra edecek kaliteli sanatçısını zaten bulur. Yeter ki yapılsın.
Bu yazının ardından, tüm bunlara şahit olmaya zaman yetmeli.
İstanbul'a yakışmasını bırakın bir tarafa, İstanbul bir ‘sembol sahnesiz’ kalmamalı artık.
İstanbul, işte o zaman dünya çapında bir kültür şehri, kültür yaşayan ve yaşatan şehir olacak.
Paylaş