Paylaş
Friedman kitaplarıyla da önemli bir yazardır fakat kendisi Yahudi olduğu için değil, Netanyahu’nun bazı politikalarını eleştirmekle beraber İsrail’i kararlı bir şekilde savunan bir yazar olduğu için onun “antisemit” eleştirisi tartışılabilir.
Friedman’ın yazısında önemsediğim husus, “otoriter demokrasi” konusunda Lary Diamond’ın araştırmasına yaptığı atıftır. Diamond’ın “Journal of Democracy”de çıkan yazısını da okudum, gerçekten önemli, bilhassa Prof. Ahmet Davutoğlu’nun görmesi gereken bir araştırma.
AMA HANGİ DEMOKRASİ?
Lary Diamond, çağımızda “demokrasi-diktatörlük” ikileminin siyasi sistemleri tahlil etmeye yetmediğini çok iyi anlatıyor: Bir “liberal demokrasi” vardır, bir de dürüst seçimlerin yapıldığı, muhalefetin de bulunduğu fakat iktidarın baskıcı olduğu sistemler vardır. Bunlar için “seçimsel demokrasi, illiberal demokrasi, otoriter demokrasi” şeklinde tanımlar yapılıyor.
Diamond, AK Parti iktidarında hem demokrasinin geliştiğini, sivilleşmenin sağlandığını, askeri vesayetin kaldırıldığını... Hem de kendi iktidarını tahkim ettiğini, yargı ve bürokrasi üzerinde partizan kontrol kurduğunu, medya, akademya ve iş dünyasında muhaliflere baskı yaptığını, iktidarın kişiselleştiğini anlatıyor. Türkiye’yi Rusya, Ukrayna, Venezuela gibi “otoriter demokrasi, seçimli demokrasi” grubundaki ülkeler arasında sayıyor.
Diamond’ın makalesini “Facing Up to the Democratic Recession” yazarak Google’dan okuyabilirsiniz.
HANGİ SİSTEM?
Diamond’ın makalesinde eleştirilecek yönler bulunabilir. Önemli olan Türkiye hakkındaki bu tür değerlendirmelerin “münferit” olmayıp, son yıllarda hayli yaygınlaşmasıdır. Eskiden Türkiye’yi alkışlayan AB’nin resmi İlerleme Raporları’na da artık yoğun eleştiriler var.
Türkiye’nin otoriterleştiği görüntüsü Batı’da neredeyse yerleşmiştir.
“Şanghay Grubu”nun ve Ortadoğu’nun böyle bir derdi yok zaten.
Türkiye’de parlamenter sistemin kurumları, teamülleri ve içtihatları önemli ölçüde yerleşmiştir. Buna rağmen böyle bir otoriterleşme eğilimi olabiliyorsa, yeni kurulacak bir “Başkanlık sistemi”nin niteliği hakkında endişeler olması tabiidir.
Ülkedeki “gidişat” da bu endişeleri doğruluyor.
KUVVETLER AYRILIĞI
Siyasetin kör dövüşüne döndüğü bir sırada, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şu sözleri fevkalade önemlidir:
“Bu konular bilinerek tartışılmalıdır. Nasıl bir başkanlık? Türk tipi bir parlamenter sistem yaşadık ve bunun sıkıntılarını gördük. Türk tipi bir başkanlık sistemi olmaması gerekir. Bir başkanlık sistemi olacaksa ABD’de olduğu gibi gerçekten kuvvetler ayrılığının açık seçik sarih bir şekilde yazıldığı, her şeyin çok iyi tarif edildiği gelişmiş demokrasilerde hukukun üstünlüğüne dayalı şekilde olursa şüphesiz o da demokratik bir sistemdir.”
Siyasi olgunluğa sahip bir devlet adamının bu sözleri, meselenin püf noktasını gösteriyor: Kuvvetler ayrılığı!
Kuvvetler ayrılığı, “liberal demokrasi”nin olmazsa olmaz şartıdır.
Halbuki AKP’nin Meclis’e sunduğu taslakta, bırakın “açık ve sarih kuvvetler ayrılığı”nı, Başkan’a öyle yetkiler veriliyor ki, bunun adı “Başkancı sistem” olabilir ancak.
Türkiye’nin “gidişatı” Batılı demokrasilerde tedirginlik yaratırken, böyle bir ülke bir de sistem değiştirmenin kaygan zeminine sürüklenirse, ne hale gelir?!
Bunun cevabını Ali Babacan’ın sözlerinde görmek mümkündür: “Tek çaremiz
eksiksiz demokrasi ve AB hukukudur!”
Paylaş