Paylaş
Nazilikte sözkonuşu olmayan “adalet” kavramını vurguluyordu... Bütün başkanlık sistemlerinin “pirüpak olmadığını” belirtiyordu. “Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacının olduğunu” söylüyordu ki bu en çok İslamcıları şaşırtmış olsa gerek.
Peki, bu Hitler’li sözü neden söyledi? İşte bunu anlamış değilim. Siyasal sistemleri incelediğini göstermek istemiş olabilir. Yine de en azından sürçülisan ettiğini kendisi de kabul etmiş olmalı ki, Saray’ın internet sitesindeki metinde o cümle çıkarıldı.
ASIL MESELE
Asıl üzerinde durulması gereken konu, Cumhurbaşkanı’nın başkanlık sistemini savunurken “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden hiç bahsetmemesidir. Halbuki Başbakan Davutoğlu sürekli olarak kuvvetler ayrılığını vurguluyor.
Cumhurbaşkanı bu konuşmasında başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmemesi için iki ilkeden bahsetti. Biri sistemin “adalet dağıtması”, öbürü sistemde “halkını rahatsız eden bir yapının olmaması”.
Halbuki bunlar bir sistemi modern anlamda demokratik yapmak için kesinlikle yetersizdir.
ADALET AMA NASIL?
Tarihte doğuda da batıda da hâlâ saygıyla anılan “adil hükümdarlar” olmuştur.
Adalet, tanımı çağlara göre değişse de insanoğlunun ezeli ve ebedi özlemidir. Adaleti doğrudan reddeden ideolojiler de yoktur. Önemli olan “adalet”in ülkede “nasıl” yani hangi kurumlar eliyle sağlanacağıdır.
Karl Popper’in belirttiği gibi, liberal demokraside temel soru “kim” sorusu değil, “nasıl” sorusudur.
Acılarla dolu insanlık tecrübesi, 18. yüzyıldan itibaren bu, “nasıl” sorusuna, modern toplumlarda “kuvvetler ayrılığı” diyerek cevap verdi: Çağımızda yargı bağımsız ve tarafsız değilse, “adalet dağıtması” mümkün değildir.
Onun içindir ki modern siyaset bilimi ve anayasa hukukunda, “kuvvetler ayrılığı” ve bunun en önemli unsuru olan “yargı bağımsızlığı” adaletin de hürriyetin de önşartı olarak anlatılır.
‘HALK’ VE DEMOKRASİ
Halk vurgusu da bir sistemi demokratik yapmak için yetmez. Faşizmde de çok kuvvetle bir “halk” (volk) vurgusu vardır. Komünizmdeki “işçi sınıfı” vurgusu da aynı şekilde totaliterdir.
Belirli kriz ve çöküntü dönemlerinde “halk”ın Duçe’leri, Führer’leri, solda Castro’ları, zamanımızda Chavez’leri hem de coşkuyla desteklediği görüldü
Arthur Conte’un merhum Ergun Göze tarafından dilimize kazandırılan “Diktatörler Yüzyılı” adlı eserinde belirttiği gibi, bu kitle meselesi “toplumsal psikiyatriye kadar gider”. (Boğaziçi Yayınları)
Demokrasilerde ise, toplumsal, ekonomik ve psikolojik konjonktür ne olursa olsun, “kuvvetler ayrılığı” siyasi iktidarları sınırlar. Yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirini denetler ve dengeler. Böylece demokrasi ve onun sağladığı adalet ve özgürlük, konjonktürden fazlaca etkilenmeden kurumlaşır.
Bugün evrensel adalet deyince AİHM akla geliyor, değil mi?
Kuvvetler ayrığı, yargı bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı, temel hak ve hürriyetler gibi özünde felsefi olan bu kavramların iki asırlık gelişmesinin ve korkunç İkinci Dünya Savaşı tecrübesinin saygın bir eseridir AİHM.
Öncelikle hür seçimlerle birlikte kuvvetler ayrılığı, bağımsız ve tarafsız yargı, denetim ve denge, evrensel anlamda temel hak ve hürriyetler... Bu değerleri kurumlaştırmayan hiçbir sistem demokratik olamaz, bu yüzden adil de olamaz! Demek ki, sistemden önce liberal demokrasinin bu hayati ilkelerini ve kurumlarını konuşmamız lazım.
Paylaş