Bunlardan, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. D. Ali Fuat Kalyoncu’nun mektubunda bilimsel veriler ve çok önemli tahliller var. Kendisinin müsaadesiyle okurlarımla paylaşıyorum. Yetkili ve sorumlu olan herkesin ve tabii birinci planda kendisi de Profesör olan Sayın Başbakan’ın dikkatine sunuyorum.
Kayloncu’nun mektubu şöyle, ben sadece ara başlıkları koydum.
KALİTE DÜŞÜYOR!
“Sayın Taha Bey,
Bugünkü yazınızı ilgiyle okudum, elinize sağlık. İnanın birçok üniversite benzer durumda. Ne yazık ki, ihbar, soruşturma, sürgün, tehditler konusu bizi 12 Eylül dönemini aratır hale getirdi. En son açılan 8 üniversite için YÖK’e dahi görüş sorulmamış. Sürekli hoca olmadan, içi boş üniversite açılması düzeyimizi çok düşürüyor.
Fotoğrafını görüp haberini okuyunca sarsıldım.
Vakıf üniversitesi olması fark etmez. Önemli olan “rektör” kavramının akademik değerini ve vakarını korumak, bunun gereğince hareket etmektir. Tabii ki, siyaset de onurlu bir iştir fakat kendi kulvarında.
Bilim, üniversite, dekan, rektör gibi kavramların onuru başka kulvardadır. Üniversite amfisinde parti propagandası yapmak nasıl hoş görülemezse, rektörün parti kurdelesi kesmesi de hoş görülemez.
Siyaset bu kadar etkileyici olmamalıdır.
SİYASİ GÜCE GÖRE
Bizde 1933 reformu da dahil olmak üzere, maalesef siyaset üniversitenin yakasını bırakmadı; üniversite de siyasallaşma hastalığından her zaman uzak kalamadı.
Erdem, haziran seçimlerinde iktidarın oy kaybedeceğini söylüyor. Erdem’e göre, AKP tek başına iktidara gelebilecek fakat artık Meclis’teki çoğunluğu limitin biraz üstünde olacak.
Seçimlere daha zaman var; iktidar partisinin propaganda gücü de küçümsenemez. Ama belli ki, 2011’deki oyunu alamayacak.
Böyle olursa Meclis’te kanun çıkarmak için daha yumuşak ve uzlaşmacı davranması gerekecek.
Bir tek partinin anayasa yapması ülke için anayasal krizleri tetiklemek olurdu. Çünkü anayasalar “milli mutabakat”la hazırlanmalıdır. İktidar oylarının başkanlık sistemine yetmeyeceği de görülüyor.
EKONOMİNİN ETKİSİ
En önemli faktör elbette ekonomidir. Baş gösteren sıkıntılar belli. Bunun tabii dünya konjonktürüyle ilgili yönü var. Fakat dünyada parası en çok değer kaybeden ülkeler arasında bulunmamız birçok kimseyi düşündürüyor.
Temel sloganı, “Yaşanabilir bir Türkiye”; şikâyetçi olan herkese hitap ediyor. Önce şunu belirteyim, bu bildirge ile CHP “sosyal demokrat” kimliğini iyice güçlendirdi. CHP’nin Tek Parti devrinden kalma ideolojik söylemin yerini, ekonomik ve sosyal bir dil almış.
Kemalizmin devlet anlayışındaki temel düsturlarından biri “kuvvetler birliği” ilkesiydi. Halbuki bildirgenin ilk bölümü “Özgürlük, Hukuk Devleti ve Demokrasi” başlığını taşıyor. Bu bölümdeki ilk başlık ise “Kuvvetler Ayrılığı ve Hukuk Devleti”dir. Bu kavramların yanında “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “Tarafsız cumhurbaşkanı” kavramlarını görmek elbette memnuniyet vericidir.
HUKUK DEVLETİ
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin parlamenter sistemdeki karşılığı, milletvekillerini parti genel merkezlerinin değil, parti tabanlarının seçmesidir. Gelişmiş hiçbir demokraside, aday listelerini liderin veya genel merkezin hazırlaması hayal bile edilemez.
Başkanlık sistemini savunmak için “kuvvetler ayrılığı” ilkesini gerekçe gösteren AK Parti’nin niye hiç önseçim yapmadığını, niye bu konuda kuvvetler ayrılığını rafa kaldırdığını parti sözcülerinin izah etmesi gerekir. Kaldı ki, önseçim, AKP tüzüğünde de kuvvetle vurgulanıyor.
Siyasi olgunluk sahibi, sağduyulu ve güvenilir devlet adamı tipindeki insanlardır.
Sayıları maalesef çok azalmış olan bu “devlet adamı” tipinin bir örneği Abdullah Gül’dür.
Cumhurbaşkanlığından ayrılırken, “Bana karşı olanlara da kapım açıktı, herkesle görüştüm” diyerek o makamda nasıl davranılması gerektiği konusunda tarihe not düştü. Cumhurbaşkanlığı döneminde çok sakıncalı bulduğu kanunları uyarılarıyla komisyonda düzelttirdi. Onun düzelttirdiği internet yasası, o gittikten sonra eski haliyle çıktı.
AB SÜRECİ VE REFORMLAR
Uzun süre sessiz kalan Gül, dünkü açıklamasıyla yeniden gündeme geldi. Seçimlerde AKP’nin tek başına iktidara geleceğini fakat oy kaybedeceğini, muhalefetin de oylarını artırarak Meclis’e daha güçlü gireceğini söyledi.
Propaganda düzeyinde konuşmaya tenezzül etmedi, ölçülü, objektif konuştu.
Mesela, “Varoluşumuzun ontolojik zeminini oluşturan doğanın ve çevrenin korunması...”
Yine mesela, beyannamede, sosyolog Max Weber’in açıkça belli olan izleri:
“Çağdaş bürokrasinin rasyonel ve profesyonel kuralları...”Weber, ortaçağda hükümdarın hizmetkârı sayılan ve kurallarla değil, buyruklarla çalışan eski ‘kalemiye sınıfı’ yerine, modernleşme sürecinde hukuki kurallarla çalışan, rasyonel ve profesyonel bir bürokrasi oluştuğunu anlatmıştı. Yani modern devlet yapısı...
Bu aynı zamanda partizanlıktan uzak, tarafsız bürokrasi demektir.
Elbette böyle kavramsal yaklaşımları görmek sevindiricidir.
MERKEZ BANKASI
İTO Başkanı İbrahim Çağlar’ın buna tepkisi şöyle:
“Biz sürekli güven ortamının gerekliliğini vurgularken, ekonominin aktörlerinden biri olan ve kendini ‘Türkiye’nin başlıca endüstri ve hizmet kuruluşlarını temsil eder’ şeklinde tanımlayan TÜSİAD’ın Sayın Yönetim Kurulu Başkanı’nın bu sözlerini, ne yazık ki ‘tetikçilikten’ başka şekilde açıklamak mümkün değildir.”
Hangisi doğru, hangisinden yanasınız?
Ben konuya “taraftarlık” duygusuyla değil, çok ihtiyacımız olan “analitik düşünce” açısından bakmak istiyorum.
ANALİTİK DÜŞÜNCE
Bu konularda yüzde 10 barajının belirleyici olması da “milli irade”nin nasıl ön düzenlemelere göre şekillenebileceğini göstermektedir. Onun için siyaset bilimciler seçim kanunlarının anayasalar kadar önemli olduğunu belirtirler. Seçim sistemi, siyasi sistemin en önemli unsurlarından biridir: Yelpazeyi parçalayarak hükümetleri “yönetemez” hale getirebilir; bunu 1990’larda yaşadık...
Çoğunluk partisinde güvence ve denetimsizlik duygusu yaratarak toplumu kutuplaştırıp “yönetilemezlik” riski de yaratabilir; bugün olduğu gibi...
HDP VE BARAJEvvela HDP’nin barajı aşmasının kolay olmadığını belirtmek gerekir. “Demokrasi Denetçileri” adlı platformun bulgularına göre; Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı yüzde 9.8 oy, düşük katılımın sonucudur. Türkiye’de genel seçimlerde katılımlar yüzde 85’in üzerinde olduğu halde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 72.8’de kalmıştı. Erdoğan da bu düşük katılım sayesinde ilk turda kazanmıştı.
2015 seçimlerinde katılım oranı yine yüzde 85 olursa, HDP’nin barajı aşabilmesi için, Demirtaş’ın oylarına kabaca 1 milyon oy daha eklemesi gerekecektir. Bu o kadar kolay değildir.
HDP görmüş olmalıdır ki, PKK’ya mesafeli durduğu ve “Türkiyeli” bir dil kullandığı takdirde oylarını bir miktar artırabilmektedir. Son Ağrı olayında teröristleri eleştirmeden, en azından “Yanlış yaptılar” bile demeden suçu Genelkurmay’a yıkması, klasik tabanını motive eder fakat oy tabanını genişleteceğini sanmıyorum.
SİSTEM SORUNUYüzde 10 barajı yüzünden sıkıntılı bir döneme girebiliriz. HDP barajı aşamazsa istenmeyen bir tabloyla karşılaşabiliriz. “Kürt sorununun çözüm yeri parlamentodur” derken Kürt hareketinin “parlamento dışı”nda kalması; AKP’nin de bu sayede oy oranının çok üstünde bir sandalye sayısıyla tek başına anayasa yapmaya kalkması Türkiye’yi iki yönlü çok sert kutuplaşmalara sürükleyebilir.
AK Parti bundan sakınarak sağduyulu davranır mı?