AKP’nin reformist olduğu ve AB kriterlerini önemsediği dönemde yükselen grafikler, otoriterleşme döneminde aşağıya doğru gidiyor.
İktidarın otoriterleşmesini yansıtan öfke dili ve baskıcı uygulamalar arttıkça, ekonomi, özgürlükler ve hukuk devleti göstergelerimiz kötüleşiyor.
Hele de son zamanlarda basına ve bireysel gazetecilere karşı açtırılan soruşturmalar ve yaptırılan saldırılar ayyuka çıktı.
GÖSTERGELER AŞAĞIYA DOĞRU
Amerika’da Freedom House adlı sivil kuruluşun verilerine bakalım. Bu kuruluş, ifade hürriyetine ilişkin kanunlar, medya ekonomisi ve bilhassa “politik ortam” bakımından basın özgürlüğünü değerlendiriyor.
Çünkü ayrılıkçı bir milliyetçilik hareketidir, silahlıdır, silah bırakmaya hiçbir zaman niyetlenmemiştir.
Dahası, totaliter bir hareket olduğu için “demokratik usuller” de bir anlam ifade etmiyor.
Devlet “çözüm süreci” döneminde, karşısındaki hareketin bu niteliğini çok iyi biliyor olmalıydı. Halbuki çözüm sürecinde PKK’nın “kendisine çekidüzen vereceğini” bile ummuş devletimiz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün TRT’de söyledikleri şöyle:
“Çözüm süreci içerisinde valiler kendilerine verilen talimatlar gereği ciddi manada bu terör örgütlerine karşı operasyonlara girmedi. Belki kendilerine çekidüzen verirler, belki bu şekilde devam etmezler; ama maalesef kendilerine çekidüzen vermediler tam aksine bu süreç içerisinde ne yazık ki bir hazırlık safhasının içerisine girdiler.”
Sayın Cumhurbaşkanı PKK’nın o dönemde silah stokladığını da söylemişti.
PKK NASIL HAZIRLANDI?
TÜRKİYE hem muhafazakârlaşıyor hem dinden adım adım uzaklaşıyor mu? Bu tezi savunan sosyal bilimcilerden Volkan Ertit’le Ahmet Hakan’ın yaptığı mülakatı dün Hürriyet’te okudum.
Konu çok karmaşıktır. Zira belirli duygularıyla gerçekten dindar olan ya da dindarlaşan kesimler, siyasi veya iktisadi sahadaki hareketleriyle dünyevi hırslarını dini değerlerin önüne geçirmiş hatta dini değerleri araçsallaştırmış bile olabilir.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında görülen dini hareketlerin ne ölçüde samimi “dindarlaşma” ne ölçüde kimlik ve siyaset çatışmalarının yarattığı duygular olduğuna karar vermek de kolay değildir.
DİNİN İÇİNİN BOŞALMASI
Samimi dindarlarda, “dinin içinin boşalması” anlamında gittikçe yaygınlaşan bir endişe var. Saygın bir kalem olan ilahiyatçı Faruk Beşer’in “İslam sosyetesi” hakkında yazdıkları şöyle:
İKTİDAR yanlısı medyanın yaptığı seviyesiz karalamayı ihbar sayan savcı, Doğan Grubu hakkında “terör örgütü propagandası yapmak” suçundan soruşturma açmış!
Bu soruşturmadan hiçbir şey çıkmayacak, savcı takipsizlik kararı vermezse mahkeme beraat kararı verecektir. İktidar bastırır da mahkemeden bile keyfince bir karar çıkarttırabilirse, AYM’den, AİHM’den dönecek, Doğan Grubu’na iftira edildiğini adalet tescil edecektir.
Böyle olmazsa, ben de bu köşede “Hukuk okumamışım” diye yazarım.
Gezi olayları sebebiyle Çarşı Grubu hakkında, iktidarın söylemi doğrultusunda “darbeye teşebbüs” suçundan müebbet ağır hapis istemleriyle ağır ceza davası açıldığında da bunu eleştirmiş, dava beraatla sonuçlanmazsa “ben de hukuk okumamışım diye yazacağımı” belirtmiştim. (22 Aralık 2014)
Bir yıl dolmadı, geçen hafta savcının kendisi “Darbeye teşebbüs yok” diyerek Çarşı üyelerinin beraatını istedi!
CEZALANDIRMA TUTKUSU
TERÖRE tepki gösterme konusunda hem olumlu hem olumsuz, hatta terörü büsbütün azdıracak tepkiler görülüyor.
PKK’ya tepki diye Kürt vatandaşlarımıza, onların simgelerine, işyerlerine, büyük kısmının oy verdiği HDP binalarına saldırmak insani açıdan çok çirkin olduğu gibi Türkiye’yi Suriyeleştirme tehlikesine maruz bırakacak kadar vahimdir de...
Maalesef etnik ve siyasi gerilim dönemlerinde saldırma duyguları kabarır. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde böyle vahim olaylar yaşandı. Bunlar militan Kürt milliyetçiliğini besleyerek PKK’nın tabanını genişletmekten başka sonuç vermez!
YATAY ENTEGRASYON
Bu vahim olayların yanında doğru bir bilinç de gelişiyor. Buna esnaf ve iş dünyasının öncülük etmesi fevkalade anlamlıdır. “Girişimci orta sınıf”ın birleştirici yönünün bir tezahürüdür bu.
KONGRE hakkında yandaş medyanın da yazdığı gerçek şu: Kongrede Erdoğan damgası!
Yeni AKP, önceki dönemlere göre çok daha fazla Erdoğan’ın kontrolü altındadır.
Partinin önde gelen isimlerinden eski bir bakan dün telefonda şunu söyledi:
“Davutoğlu’nun ısrarla istediği isimlerden bir teki listeye giremedi. Kesinlikle istemediği belirli isimlerin ise tamamı listeye girdi.”
Milletvekili aday listesinin de böyle olacağı bellidir.
Kongreye ilişkin ayrıntılar, 900 delegeye peşinen imzalattırılan üstü boş önerge gibi ‘görülmedik’ uygulamalar TV’lerde anlatıldı, basında yazıldı...
Bu tablodan nasıl bir parti ve ülke yönetimi çıkar, hepimiz asıl bunun üzerine kafa yormalıyız.
Aralık ayında Diyarbakır’da bir de çalıştay yapıldı. Ben basından takip ettim. Çalıştayda Cengiz Çandar ve Ahmet İnsel gibi isimler “Demokratik Özerklik” taslağının “ütopik, totaliter yönlerini” eleştirdiler.
Ben de o zaman, 11 Aralık 2010’da, Milliyet gazetesinde “Demokratik Özerklik ne demek? Cemahiriye” başlıklı bir yazı yazdım. Beş yıl sonra, bugünlerde yaşadığımız olayları tahlilde önemli bulduğum bu yazımda şunları yazmıştım:
BEŞ YIL ÖNCE:
“Diyarbakır’da DTK çalıştayına katılan siyaset bilimci, sosyal bilimci ve gazeteci liberallerle solcular, Öcalan’ın ‘Demokratik Özerklik’ projesini ‘totaliter, Rousseau modeli, Şavez modeli, ütopik’ diye eleştirmişler.
Kaddafi’nin ‘Cemahiriye modeli’ne benzediğini de ben belirtmeliyim.
İçişleri Bakanı Selami Altınok’un dünkü açıklamasına göre, ilçede yapılan operasyonlarda 800 kilo patlayıcı bulunup imha edilmiş, 30 barikat kaldırılmış, 10 örgüt mensubu gözaltına alınmış... PKK’lılar 21 roketatar ve bir tuzaklı bomba kullanmışlar, 6 zırhlı aracımız hasar görmüş...
7 terörist ölmüş fakat sivil can kayıpları hakkında net bir bilgi yok.
Niye Cizre? Bu soruya cevap vermek için hem Rojava yani Kuzey Suriye’ye bakmak, hem hareketin anayasası niteliğindeki “KCK Sözleşmesi”ni incelemek gerekir.
ROJAVA’DA OLANLAR
Çünkü KCK Sözleşmesi’ndeki “demokratik özerklik” sistemi Rojava’da uygulandı ve Suriye’den Türkiye’ye yaymak için Cizre ve Yüksekova üs olarak seçildi.