Ne yalan söyleyeyim, içimde ilk defa Sayın Merkel’e karşı biraz sıcaklık hissettim.
Merkel’in Türkiye’ye gelmesini, seçim ortamında AKP’ye destek anlamına gelir diye eleştiren “100 Akademisyen”in de tavrını doğru bulmuyorum.
Hükümeti eleştirmek başkadır, göçmen sorunu ve uzun vadede Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesi başka.
AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler umulduğu gibi gelişirse, hele de Türkiye’nin istediği gibi 6 adet fasıl açılırsa, bu, ülkemizde demokrasi ve özgürlükler için de çok yararlı olacaktır.
MERKEL’İN TAVRI
Evvela bu dernekten bahsetmeliyim.
Hatırlayacaksınız, Başbakan Tayyip Erdoğan, Haziran 2007’de anayasa profesörü Ergun Özbudun’dan bir taslak hazırlamasını istemiş, Özbudun da bir ekip oluşturarak yaklaşık üç ayda hazırladığı taslağı 29 Ağustos’ta takdim etmişti. Taslak parlamenter sisteme, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanıyordu.
Taslağı hazırlayanlardan Prof. Ergun Özbudun, Prof. Levent Köker ve Doç. Dr. Serap Yazıcı şimdi bu derneğin üyeleri ya da çalışmalarına destek veriyorlar. Liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Prof. Mustafa Erdoğan ve Prof. İhsan Dağı gibi isimler de bu dernekte...
HUKUKU ALET ETMEK
Bu hukukçu ve siyaset bilimci liberaller dün AK Parti’nin reformlarını destekliyorlar, akademik katkıda bulunuyorlardı. Fakat son yıllarda AKP’yi otoriterleşmekle eleştiriyorlar.
AİHM Büyük Dairesi, Ermeni meselesi konusunda “Soykırım yapılmadı” demenin suç sayılamayacağını onayladı.
İsviçre 2005 yılında “Ermeni soykırımını inkâr etmek suçtur” diye bir kanun çıkarmış, Doğu Perinçek ve arkadaşları aynı yıl Lozan’da ve başka İsviçre şehirlerinde bir dizi toplantılar yaparak bu kanunu bilinçli olarak çiğnemişler, soykırım iddiasının “uluslararası yalan” olduğunu ifade etmişlerdi.
Lozan Mahkemesi 9 Mart 2007’de Perinçek’i mahkûm etti, mahkûmiyeti paraya çevirdi. Perinçek AİHM’ye başvurdu...
Sonuç olarak AİHM’de 2. Daire ve Büyük Daire, “Soykırım değildir” demeyi cezalandırmanın ifade özgürlüğüne aykırı olduğuna karar verdi.
Karar iki açıdan son derece önemlidir.
ERMENİ MESELESİ AÇISINDAN
BUGÜN IŞİD canavarını yazacaktım. Sadece IŞİD değil, Taliban’lar, El Kaide’ler, Boko Haram’lar... Bunların hepsi İslam adına katliam yapıyor, kadınlara zulmediyor.
İslam’a en büyük zararı bunlar veriyor, İslamofobiyi körüklüyorlar.
Bu vahşetlere yol açan din algısını en çok muhafazakârların sorgulaması, eleştirmesi gerekmez mi? Ne yazık ki birçoğu particilikten başka bir şey görmüyor!
Siyasi taassubun nasıl körlük yarattığına bir örnektir bu.
Fakat New York Times’ın (NYT) yazısını okuyunca fikrimi değiştirdim, yine “kutuplaşma” üzerine yazmaya karar verdim.
DIŞARIDAN GÖRÜNÜŞ
EVVELA şunu belirteyim, ben AK Parti’den nefret edenlerin sözcülüğünü yapmak için yazmıyorum. Hiçbir nefretin sözcüsü değilim.
Peki, bu parti söz konusu olunca ne amaçla yazıyorum?
Partide ve iktidarda hâlâ vicdanını kaybetmeyenler okuduklarında düşünsünler ve bir şeyler yapmaları gerektiğini görsünler diye yazıyorum.
AKP bugün de Türkiye’nin birinci partisidir. Bu partinin nasıl iyi başlayıp hangi sebeplerden kötü bir noktaya gelindiğinin görülmesi bütün Türkiye için çok önemlidir.
BİR HUKUK ADAMI
Gidişata bir örnek olarak, anayasa hukukçusu Prof. Osman Can’dan bahsedeceğim. Raporlarından, kitaplarından bilirim kendisini. Bazı görüşlerine katılmasam da hukukun üstünlüğüne inandığından şüphem yoktur. 7 Haziran seçimlerinde AKP’den Meclis’e girdiğinde sevinmiştim. Kudret sahiplerinin “hukuk danışmanı” değil, sadece “hukukçu” olarak hareket edecek bir isim parlamentoya girdi diye.
BAŞBAKAN Davutoğlu sürekli birlik ve beraberlik çağrısı yapıyor. Tansiyonun düşmesini, teröre karşı tek ses haline gelinmesini istiyor.
Dün parti sözcüsü Ömer Çelik de “toplumun bütün kesimlerinin kenetlenmesini” istedi.
Bunlar elbette doğru çağrılardır fakat sırf çağrıyla olmuyor. İktidarın geçen dört-beş yıl içinde toplumu kutuplaştırması ve otoriterleşme kaygısı yaratması bugün çok şikâyetçi olduğu gerilimin en önemli sebebidir.
Başbakan “Bu hükümet AK Parti hükümeti değildir” diyerek de siyasi kutuplaşmayı yumuşatmak istiyor. Bu hükümet sadece “teknik olarak” seçim hükümetidir; siyaseten ve esasen aynı parti iktidarının devamıdır. Başbakan, hükümeti ve partisi siyasi ortamı yumuşatmak için başka adımlar atmalıdır.
SON DÖRT-BEŞ YIL
2010 yılının Aralık ayı, yaklaşık beş yıl önce... Ankara SBF’de küçük bir öğrenci grubu hükümet aleyhine eylem yapmıştı. Medya da tabii haber olarak yayınlıyordu.
Vefat edenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.
Miting meydanı için Emniyet gerekli tedbiri almış, herkesin üstünü aramış. Belki bu sayede bombacılar miting kalabalığının içine karışamadı; daha büyük bir facia olabilirdi.
Fakat iki bomba gar önünden miting alanına giden kalabalığın ortasında patladı. Başşüpheli IŞİD elbette. İstihbarat da uyarıda bulunmuş. Daha sıkı tedbirler alınamaz mıydı? Mitingin yapılacağı Sıhhiye Meydanı’na giden yollarda da üst araması yapılması gerekmez miydi? Bunların titizlikle araştırılması, soruşturulması şarttır.
KİM YAPTI?
Bu vahşeti hükümetin, devletin yapmış olabileceğini söylemek için aklı iptal etmek yetmez, kör bir siyasetin emrine vermek gerekir.
SAVCILIK kendince sakıncalı saydığı TV kanallarına erişimi kısıtlattırmak için Digitürk gibi özel şirketlere emir verebilir mi? Değil emir, telkin ve tavsiyede bile bulunamaz.
Hukuk devletinde savcının tek yetkisi vardır: Soruşturma açmak.
Fakat savcılık Digitürk’e bir yazı göndererek Cemaat yanlısı 7 adet TV kanalının bu platformda yayınlanmasını engelledi! İçlerinde çocuk kanalları da var.
Savcı, yazısında Digitürk’e abanın altından sopa da gösteriyor. Cemaat’e yüklenen darbeye teşebbüs gibi çok ağır bir “fiile iştirak edilmemesi” uyarısında bulunuyor!
BAŞBAKAN NE DEMİŞTİ?
Savcı daha önce de Ulaştırma Bakanlığı’na aynı nitelikte bir yazı göndererek aynı TV kanallarının Türksat Genel Müdürlüğü tarafından engellenmesini istemişti. Kanuna aykırı bir istemdi bu. Nitekim Başbakan Davutoğlu da şu tepkiyi göstermişti: