18 Haziran 2014’te 105 maddelik bir “torba kanun” çıkarıldı. Kanunun bir maddesi, yargıya nasıl müdahale edildiğinin belgesidir. Kanunlaşmış belge!
Türk Ceza Kanunu’nun 277. maddesine göre ister “soruşturma” aşamasında olsun, ister “kovuşturma” yani mahkeme önündeki yargılama aşamasında olsun, hukuki süreci etkilemek, hele de emir vermek, baskı yapmak suçtur. Evrensel hukukta da böyle.
Fakat söz konusu torba yasadaki 69. madde ile metinden “soruşturma” kelimesini çıkardılar; artık sadece “kovuşturma” yani yargılama aşamasında yargıya baskı yapmak suç olacaktı!
Böylece 17 ve 25 Aralık soruşturmalarında Adalet Bakanlığı tarafından savcı ve hâkimlere yapılmış olan baskılar, telefonla verilen emirler, yapılan tehditler suç olmaktan çıkarıldı!
Ben okuduğum hukuk tarihi kitaplarında sivil dönemlerde bunun bir örneğini görmedim.
‘ÇEKİNGEN YARGI’
Grubun yayın organları süratle “yandaş” hale getirilecektir. Bunu TMSF’nin el koyduğu yayın organlarının bugünkü halinden biliyoruz.
Türkiye’de güvenilir bir hukuk düzeni, tarafsız ve bağımsız bir yargı olsaydı, savcılığın sulh ceza hâkimi kararıyla yaptığı bu işlem böylesine tepki çekmez, böylesine vahim karşılanmazdı.
YARGIYA GÜVEN?
Konu sorulduğunda Sayın Ali Babacan, dün Haber Türk’te şunları söyledi:
“Yargıya intikal ettiyse hep beraber izleyeceğiz, nasıl işleyecek. Ekonomi üzerinde kalıcı etkisi olacağına inanmıyoruz. Genel olarak yargıya güvenle ilgili sorun var. Yargıya güven alt sıralarda. Yargıya güvenin yüksek olduğu ülkede bu kadar işlenmez...”
17 Arap ülkesi ve bir tek Harvard Üniversitesi...
Bu mukayeseyi The Economist’in 26 Şubat 2013 günlü sayısında okumuştum.
Geçen hafta Kayseri’de Melikşah Üniversitesi’nde verdiğim “açılış dersi”ne bu rakamlarla başladım. Şöyle dedim:
“Gençler, siyasetle ilgilenin, sosyalleşmede faydası olur. Fakat ben siyasi bir konu üzerinde konuşmayacağım. Bilim tarihi üzerine yaptığım okumalardan size notlar aktaracağım. Sizin için bilimsel merak, siyasetten önce gelmelidir.”
Bir öğrenci Türkiye’nin yerini sordu. Arap ülkelerinden iyidir fakat yetersizdir diye cevap verdim.
TARİHTEN NOTLAR
Bu açıklamalarıyla Arınç, bir zamanlar demokratik reformlara imza atan partisindeki otoriterleşme ve ‘tek adam’ hâkimiyetini ortaya koydu.
Hemen saldırıya geçen tetikçiler ve “kan damlayan kalemler” de aynı otoriterleşmenin mekanizmalarıdır.
“Koltuğu gitti, Arınç döküldü” imiş!
Halbuki Sayın Arınç “kuzu kuzu” davransaydı, partisinin genel başkanı ve başbakan olarak da atanabilirdi. Üstelik Davutoğlu ısrar ettiği halde Arınç kendisi adaylığı kabul etmedi; çekileceğini de bir yıl önce açıklamıştı üstelik. (28 Aralık 2014)
LİDER SULTASI
Bülent Arınç, hükümet üzerinde “cumhurbaşkanı vesayeti” olmaması gerektiğini söyleyen insandır. (28 aralık 2014)
A Haber, benim ve Cengiz Çandar’ın 3 Ocak 1998’de İlhan Kesici’yle yaptığımız programdan makaslama bir bölümü yayınlayarak başkanlık sistemi propagandasını sürdürüyor.
1990’larda Türkiye’de “yönetemeyen demokrasi” vardır; bu kavramı kamuoyuna mal edenlerden biri benim. Güçsüz ve kavgalı koalisyonlar sorunları çözemiyordu. Programda bunu konuşuyoruz. O sırada Demirel başkanlık sistemini gündeme getirmişti. Programda benim şu sözlerim yayınlanıyor:
“6 tane liderden 1 tanesinin başbakan olmasıyla bu iş çözülmüyor. Demek ki başkanlık sistemi olabilir, yarı başkanlık sistemi olabilir, parlamenter sistemde parti ittifaklarıyla sağın ve solun kendi aralarında (ittifak yapması) İsrail’deki başbakanlık sistemi olabilir.”
Propaganda makinesi bunu “Taha Akyol başkanlık sistemi şart diyordu” diye veriyor!
İlmiyle hukukçuları hayran bırakan dostum Prof. Burhan Kuzu da buna “aydın dönekliği” diye yüksek bir felsefi niteleme getirmiş...
YÖNETEN DEMOKRASİ
Böyle gelişmelerin olabileceğini altmış sene önce Pakistanlı âlim merhum Fazlur Rahman öngörmüş ve uyarmıştı. 1966’da yayınladığı ‘İslam’ adlı kitabında gelenekteki tasavvufi derinliğin kaybolmasıyla ortaya çıkan tipleri şöyle anlatmıştı:
“Eski tasavvuf tarikatlarının derinliğinden, dolayısıyla hoşgörüsünden mahrum olan bu kuruluşlar, zümreleşme, dar kafalı ve hoşgörüsüz olma eğilimini göstermektedirler. Hatta komünizme ve faşizme ait usulleri almakta ve devletin varlığını tehdit etmektedirler...”
1960’larda İslam dünyasında sadece milliyetçi ve sosyalist akımlar aktifti. Fazlur Rahman, basit olaylardan böyle bir tahminde bulunmuş olmalı. Fazlasıyla gerçekleşti maalesef.
DİN-KANUN FARKI
Bu yönelişlerde “din algısı” çok önemli bir sorunudur. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez, Din Şûrası’ndaki konuşmasında bu sorunu şöyle tasvir etmişti:
Akıbeti bilinmiyor.
Kocaeli’nin Gebze ilçesinden 19 yaşında bir genç, iş aramak için evden çıktı, bir daha dönmedi. Annesine açtığı telefonda “hicret ettiğini” söyledi, merak etmemesini istedi. IŞİD’e katılmıştı. Babası şöyle anlatıyor:
“Çok sakin bir çocuktu. Namaz kılmazdı, namaza başladı. Kötü bir alışkanlığı yoktu. Kimler beynini yıkadı? Polise haber verdim...”
Acılı baba, oğlunun bulunup tutuklanmasını istiyor, intihar bombacısı olmasından korkuyor çünkü.
HASTALIKLI RUHLAR
Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının faillerine ait “cihat tapeleri” yayınlandı. Polisin bu kadar takip ettiği kişilerin ve aynı hücrenin Ankara’da böylesine bir katliam yapması, “istihbarat zaafı”nın ne kadar vahim olduğunu gösterir.
Dikkat ettiniz mi, “ihtişam” değil, “şatafat” diyorum. Evet, bu koltuklar ve Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı için doğru niteleme “şatafat”tır.
İhtişam ve muhteşem kelimeleri “haşmet” kökünden gelir, derin saygı uyandıran büyüklük, yücelik anlamındadır; “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.”
Prof. İsmail Parlatır Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’nde şatafat için “gösteriş, tantana” karşılığını veriyor.
Koltukları restore eden Yüksek Mimar Ahmet Serbestoğlu “Koltukları ben de şatafatlı buldum” diyor.
ORYANTALİST STİL